Buradasınız
VEHMİNİ KESİN BİLGİ ZANNETMEK MARAZI
KESİN BİLGİ ZANNETMEK MARAZI
(10
Eylûl 2005 Cumartesi günü Necmettin Şâhinler'in pîşekârlığında Prof.Dr. Ahmed
Yüksel Özemre'nin evinde başbaşa yapılmış olan bir sohbet)
Şâhinler –
Efendim;siz yazılarınızda da sohbetlerinizde de hep "vehmini ilim ya da kesin bilgi
zannedenler" hakkında îkazda bulunursunuz. Aslına bakılırsa, çoğu kez: zan, şüphe, endîşe, kuşku, kuruntu ve
vehim kavramları
karıştırılmaktadır. Bu farklı kelimelerden ne anlamak
gerekir?
Ahmed
Yüksel Özemre – Necmettin'ciğim;
edinilen olumlu ya da olumsuz kanaattir. Bildiğin gibi Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı
Kerîm'inde Hucurât sûresinin 12. âyetiyle: "Ey îmân edenler! Zandan çok sakının.
Çünkü zannın bâzısı günâhtır. [Kusur bulmak için sakın] tecessüs sâhibi
olmayın! Bâzınız bâzınıza gıybet etmesin!..." diye
emretmektedir.
insanın zannının günâh alanına girmemesi için temyiz ve temkinin dâima zinde
tutulması gereğine işâret etmektedir.
bunların nitelikleri hakkında bilgi eksikliğidir. Avâma mahsûs şüphe,
genellikle: dedikoduya, gıybete ve korkuya yol açar. Havassa mahsûs şüphe ise
bir nesne, bir fiil ya da bir olay ya da bunların nitelikleri hakkında bilgi
eksikliğini gidermeğe yol açar; buna "yaratıcı şüphe" denir. Maddenin
ilmi, dâima, ilim adamlarının "yaratıcı şüphe"lerinin dürtüsüyle terakkî
eder.
3) Endîşe: bir nesne, bir fiil ya
da bir olayın gelecekte ortaya koyabileceği olumsuzlukları hayâl etmekten başka
bir şey değildir.
4) Kuşku: olumsuz
zandır.
5) Kuruntu: hayâlin sürekli zinde
tuttuğu olumsuz zandır.
6)
Vehme gelince; vehim gerçekte
var olmayan bir şeyin var olduğuna, ya da vuku bulmamış bir şeyin vuku
bulmuş olduğuna veyâhut vuku bulması ihtimâli az olan bir şeyin mutlakā
vuku bulacağına şeksiz şüphesiz
inanmak ve bu inancı kendine dâvâ kılmak marazı, yâni
hastalığıdır.
N.Ş.
–
Vehme birkaç somut örnek verir misiniz, Efendim?
A.Y.ö.
- Necmettin'ciğim; bu konuda misâl olarak
verilebileceklerin sonu yoktur.
bundan 7-8 yıl kadar önce Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) başkanı olan biri
Amerika Birleşik Devletleri'nin ülkede 109 nükleer santrali kapatmış olduğunu
EMO'nun dergisinde ve televizyon kanallarında ilân edip durdu. Amerika'nın zâten
109 nükleer santrali bulunduğu; bunların hiçbirinin kapatılmamış, aksine el'an
tıkır tıkır işlemekte olduğu; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın
yayınlarından bunu kolayca tahkîk edebileceği konusunda kendisi defalarca îkaz
edildi ama o bu vehminden şaşmadıydı.
başka korkunç vehim örneği olarak, r
adyasyondan korunma uzmanıolmadıkları hâlde hadlerini aşıp vehimlerini ilim zanneden ve haksız yere "ODTÜ
Raporu" diye ilân olunan vehimnâmelerinde, ikisi
kimyâger biri de biyolog olan, ODTÜ'lü üç öğretim üyesinin
, Türkiye AtomEnerjisi Kurumu'nun (TAEK'in) çernobil kazâsından sonra 1986 sonunda kendi ilmî
ve teknik kontrolü altında piyasaya sürülmesine izin verdiği çaylar için: "... sâdece çaydan alınacak radyasyon bile gelecek
nesillerde birçok çocuğun ölü ve sakat doğmasına sebep
olabilecektir" şeklindeki iddialarını gösterebiliriz.
Hiçbir ilmî temeli olmayan bu vehim yüzünden nice kadınlar, sakat çocuk
doğuracakları korkusuyla, kürtaja başvurmuşlardı.
* Vehme
bir başka şâhâne misâl olarak, son günlerde Greenpeace örgütü'nün şu iddiasını
gösterebilirim:
Birleşmiş
Milletler Teşkilâtı'na bağlı: Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, Dünyâ Sağlık
Teşkilâtı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve daha 5 uluslararası
teşkilâtın ortak desteğiyle 100 kadar uzman bilim adamının hazırlamış oldukları
600 sayfalık bir rapor 5 Eylûl 2005 târihinde kamuoyuna açıklandı. Bu rapor
çernobil kazâsında kazâ merkezinden 100 km uzaklığa kadar bir yarıçap içinde
radyasyondan etkilenen 600.000 kişiden
bugüne kadar 59 kişinin ölmüş ve bu topluluktan da daha 3940 kişi kadarının
radyasyon etkisiyle ölebileceğini ve bundan başka da bu kazânın sebeb olduğu bir
ölüm olmayacağını tesbit eden bir rapordur. Raporun
resmen açıklanmış olduğu gün bunu saat 17.20 de haber olarak veren NTV
Televizyonu stüdyosunda dâvetli olarak bulunan Greenpeace'in Türkiye temsilcisi
Melda Keskin'e bu rapor hakkında ne düşündüğü spiker tarafından sorulduğunda
,Melda Keskin: hem A) raporu hazırlatan uluslararası kurumların, ve hem de B) bu
raporu hazırlayan bilim adamlarının: 1) dirâyetlerini, 2) dürüstlüklerini, 3)
ilmî objektifliklerini, ve 4) ilmî nâmuslarını ceffelkalem
reddedercesine: "Bu raporun, darboğazda bulunan nükleer
lobinin önünü açmak için hazırlanmış; aslında çernobil fâciasının gerçeklerini
örtmeğe yönelik bir tertipden başka bir şey olmadığını" iddia
etmiştir.
* Kezâ
17 Ağustos 1999 târihli büyük Gölcük depreminden sonra televizyon ekranlarında
ne kadar çok jeolog, jeofizikçi, bu arada daha başka meslek mensubları ve bu
ilim dallarıyla hiçbir ilişkisi olmayan köşe yazarları da boy gösterip kendi
vehimlerini hâzâ gerçeğin ta kendisi diye karşılarındakilere empoze etmeğe
kalkışmış ve İstanbul'u pek kısa bir zaman sonra haritadan silip süpürecek bir
deprem konusunda milleti tedirgin etmişlerdi. Hatırlıyor
musun?
–
Efendim bütün bunlar çok öğretici, ibret alınması gereken örnekler ama müsaade
ederseniz, biraz muziplik edip, sizden dinî inançlar konusunda da yaygın bâzı
vehimlere örnekler vermenizi istirhâm edebilir miyim?
A.Y.ö.
–
Ah Necmettin'ciğim, ah! Tatlı tatlı sohbet ederken yaraya kasatura sokup da
kanırtmanın âlemi mi var?
N.Ş.
–
Bu konunun sizi onlarca yıldır meşgūl ettiğini biliyorum, Efendim. Erişmiş
olduğunuz sonuçların İslâm'ın hem avâm tarafından algılanışı ve hem de hatâlı
yaşanışı açısından sizi, samimî olarak, çok üzmekte olduğunun da yakın
şâhidiyim. Bunlara pekçok sohbetinizde değinmiştiniz. Ama, mürebbi'lik vasfınız
aşkına, bunu bir kere daha dile getirmenizi istirhâm
ediyorum.
A.Y.ö.
–
Evet; İslâm âlemi'ndeki maalesef yaygın: 1) bilgi, 2) fehâmet, 3) idrâk ve de 4) temyiz yoksunluğunun insanı sapık
vehimlere sürüklemiş ve sürüklemekte olduğu vâkıasından dolayı fevkalâde
muzdarib olduğum doğrudur.
N.Ş.
–
Efendim;affedersiniz, sözünüzü kestim ama acabâ İslâm âlemi'nde oluşmuş olan bu vehimler
hakkında açıklayıcı, yol gösterici bir kitap yazmayı düşünür
müydünüz?
A.Y.ö.
–
İki gözümün nûru evlâdım; bu konu bir kitaba değil, fakat muhtasar bir şekilde,
ancak 20 cildlik bir ansiklopediye sığabilir ki ona da bu fakîrin ne dirâyeti,
ne gücü ve ne de ömrü yeter! Bununla beraber birkaç misâl vermekte fayda
vardır.
misâl olarak Ramazan'ın bütün ülkelerde aynı gün başlaması gerektiğine dair
teessüs etmiş olan yaygın vehmi ele alalım. Yeni ayın gözlenmesi Ramazan'ın
başlamasının pratik şartıdır. Ancak atmosferik
şartlar yeni ayın gözlenmesine izin vermiyorsa, bu takdirde, Astronomi ilminin
temel ilkelerinden hareket edilerek, bulunulan yerde yeni ayın zuhurunun teorik
olarak hesaplanması gerekir ki böyle bir kapsamlı ilmî çalışma, XX. yüzyılın
başlarında, Kandilli Rasathânesi Müdürü rahmetli Prof. Fatin Gökmen tarafından
yapılmış ve 1980'li senelerin başında da oğlu merhûm Târık Gökmen'in İstanbul
üniversitesi Fen Fakültesi'ne sunduğu profesörlük tezinde daha da
geliştirilmiştir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre yeni ayın gözlenmesi Arz'ın her
noktasında eşzamanlı değildir. Bundan dolayıdır ki Fatin Gökmen'in çalışmasının
sonuçlarına uymayı kabûl etmiş olan Türkiye ile meselâ Suudî Arabistan arasında,
Ramazan ayının başlangıcı ile Bayram'ın girişi bakımından, bir güne varan bir
zaman farkı ortaya çıkabilmektedir.
âlemindeki yaygın azîm vehimlerden biri de, "mûteber hadîs kitapları" diye lânse
edilmekte olan kitaplarda, Peygamber Efendimiz'den rivâyet edildiği iddia edilen
hadîs metinlerinin bugünkü şekli ve hacmıyla tümünün sahîh
olduğu vehmidir. Bu konuyu daha önceki bir sohbetimizde enine boyuna
tartışmış olduğumuz için üzerinde bir kere daha durmuyorum1.
başka vehim ise,
İslâm'da Aklın önemi Ve Sınırıbaşlıklı kitabımda uzun uzun tahlîl etmiş olduğum vechile, XV. yüzyılda teessüs etmiş ve yaygınlaşarak
günümüze kadar egemen olmuş olan "Artık hiç kimsenin ictihad yapamayacağı;
ictihad kapısının kapanmış olduğu; bundan böyle yapılacak işin yalnızca dört
mezheb imâmından birini taklîdden ibâret olduğu" vehmidir. Bu arada bu iddiada
bulunanların hiçbirinin "Neden dört imâm?" sorusuna tatminkâr bir açıklama
getiremediğini de belirtmek isterim. Taklîdin sağladığı tembelliğin arkasına
sığınan müslümanlar kendi elleriyle taklîd çengeline astıkları aklı hor görerek
fikrî terakkînin ve bunun yol açtığı teknolojilerin yolunu kapamışlar ve başkalarının kendileri adına yapıp
kendilerine icbâr ettiği isâbetli ya da isâbetsiz ictihadların seyircileri,
esirleri ve gık demesini bilmeyen uygulayıcıları derekesine
düşmüşlerdir.
müfessirlerinin, istisnâsız, dûçar oldukları bir başka azîm vehme de işâret
etmekte fayda vardır. Bilindiği gibi, Kur'ân-ı Kerîm'de âl-i İmrân Sûresinin 7.
âyetinde: "Sana Kitâb'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem (hüküm ifâde eden,
mânâsı açık ve yorum gerektirmeyen) âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın anasıdır
(temelidir). Diğer kısmıysa
müteşâbih(bir olguyu benzetim yoluyla ifâde eden ve dolayısıyla da yoruma açık)
âyetlerdir. Kalplerinde (doğruluktan) inhirâf bulunanlar fitne çıkarmak ve
(kendi çıkarlarına uygun bir biçimde) te'vil etmek için ondaki (Kitâb'daki)
müteşâbih âyetlere uyarlar. Oysa bunların (gerçek) te'vilini ancak Allāh ve
ilimde râsih olanlar bilir. Onlar: B
izona inandık, hepsi de Rabb'imizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isâbet ve dirâyetle
kullanabilenler (Arapça'sı: ulü-l elbâb) akledip düşünebilir"
denilmektedir.
tek başına idrâk husûsunda, reşîd (yâni akıllı, doğru yol tutan, ergin)
müslümanların riâyet etmeleri gereken sınırlara ışık tutmaktadır. Buna göre
râsih olmayan bir müslümanın müteşâbih âyetleri te'vile kalkışması büyük
hatâdır. Zirâ bunların te'vilini ancak Allāh ve ilimde râsih olanlar bilir.
Nifâk çıkarmak gibi kötü bir niyetle yapılmamış olsa dahî, râsih olmayan bir
kimsenin te'vili nifâka ve fesada yol açabilmektedir.
da şudur ki Kur'ân-ı Kerîm "râsih"i doğrudan doğruya tanımlamamaktadır. Ancak
"râsih"in müteşâbih âyetlerin te'vîli hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın lûtfuyla, O'nun
tarafından O'nunla bu konuda aynı bilgiye sâhip kılınan kimse olduğu
anlaşılmaktadır. "Râsih", Hicr sûresinin 99. âyetinin ilân ettiği, kendisine Yakîn (yâni şeksiz şüphesiz, vehimsiz, hayâlsiz, kesin
bilgi) verilen kimse olsa gerektir.
uygulanması gereken âyetlerdir. Müteşâbih âyetler ise bir olguyu ya da ilâhî bir
sırrı benzetim yoluyla beyân eden âyetlerdir. Bunlara da îmân şarttır ama
bunların uygulanması diye bir şey söz konusu değildir. Böylece muhkem âyetlerin
herkese ama müteşâbih âyetlerin ise "ilimde
rüsûh sâhibi olan" havassa yönelik olduğu
anlaşılmaktadır.
te'vilin nasıl yapılması gerektiği husûsunda ve hem de yaptığı te'vilin
isâbetliliğini sınamak husûsunda sağlam yöntemlerle donatılmış olmamasından
ötürü, te'vilinin Hakk'ın indindeki mûteber İlme değil yalnızca vehmine ve hayâline dayanmış
olması kaçınılmazdır. Binâenaleyh, râsih olmayan bir müslümanın müteşâbih
âyetlerin te'vilinde isâbetli olması da isâbetliliğinin derecesini idrâk ve
temyiz etmesi de mümkün değildir. Te'vilin isâbetliliğinin idrâk ve temyizi de
ancak ve ancak ilimde râsih olanlara has bir haslettir.
âyetlerin te'villerini de, bu te'villere varmak için yararlanmış oldukları
yöntemleri de râsih olmayanlara açıklayamazlar. Bu konuda kesin bir
takıyye'ye uymalıdırlar. Zirâ eğerAllāh bunların herkes tarafından idrâk edilmesini murâd etmiş olsaydı bunun
idrâkini, fark gözetmeksizin, herkese yâni avâma da havassa da lûtfedebilirdi.
Müteşâbih âyetlerin te'villerinin avâmın idrâkinden gizli tutulmasının şüphesiz
ki Allāh katında derin bir Hikmeti
vardır. Bu hikmetin edebine de herkes riâyet etmelidir. Bu husûsun önemine Hz.
Peygamber (s.a.) de: "
İlim kazanmak hermüslümana farzdır; fakat ehil olmayana bir şey öğreten kimse: mücevherleri,
incileri, altınları domuzların boyunlarına takan kişiye
benzer".
tefsirlerinde müteşâbih âyetleri de te'vile kalkıştıkları göz önünde
tutulduğunda ve aynı bir müteşâbih âyetin te'vilinde de aslā ittifak edememiş
olmaları vâkıası karşısında müfessirlerin kendilerini râsih
olarak gördükleri ve râsih olarak göstermek istedikleri vehmiyle mâlûl
oldukları ortaya çıkmaktadır.
profesör, ikisi de doçent olmak üzere 6 ilâhiyat hocasına hazırlatmış olduğu
Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâlide bu kabil vehimlerden müstağnî değildir. Üstelik, bunun 1993 târihli
2. baskısının 79. sayfasında Nisâ sûresinin 16. âyetine parantez
içinde düşülen uzunca bir notta: "Hz
Peygamberin tatbikātına göre bu âyetler[in] [yâni zinâ yapanlara uygulanacak
cezâ ile ilgili Nisâ/16 ve Nûr/2 âyetlerinin] neshedilmiş" [yâni hükmünün Hz Peygamber
tarafından kaldırılmış] olduğu iddia edilmekte, ve dolayısıyla insanların
zihnine Kur'ân'ın bütünlüğü ve selâbeti hakkında da Hz Peygamber'in edebi
hakkında da sinsi bir şüphe
sokulmaktadır.
olmadığı Bakara sûresinin 2. âyetiyle müsellemdir. Kur'ân, ayrıca: "Hamd olsun
Allāh'a ki kuluna içinde eğrilik [çelişki] bulunmayan Kitab'ı indirdi"
(XVIII/1), ve "Allāh'ın sözlerinde aslā değişiklik yoktur" (X/64) âyetleriyle de
bunu te'yid etmektedir.
Buna rağmen bu zevât bu
notlarıyla, Hz Peygamber'in Cenâb-ı Hakk'ın vahyettiği âyetlerin hükmünü re'sen
ortadan kaldırıp keenlemyekûn kılacak bir yetkiyle donatılmış; bu âyetlerdeki
evde hapis ve 100 sopa şeklindeki cezâ hükümleri yerine Kur'ân'da bulunmayan
recim (taşlayarak öldürme) cezâsını ikāme etmiş olduğunu ve zımnen de Kur'ân'ın
zinâ konusunda eksik vahyedilmiş olduğunu iddia
etmektedirler.
Cenâb-ı Peygamber'e de Kur'ân'a da ne büyük bir bühtan! Bunu nasıl
düşünebilirler? Buna nasıl cür'et edilebilir?
"Muhakkak ki Sen yüce ahlâk üzeresin" (LVIII/4), "Gerçekten de size içinizden
öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntı çekmeniz O'na pek ağır gelir. O
size çok düşkün, mü'minlere pek şefkatli, pek merhametlidir" (IX/128), "Muhakkak
ki Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik" (XXI/107) âyetleriyle tahkîm ve
tekrîm edilmiş; ve tatbikātının sınırları da: "… Artık aralarında, Allāh'ın
indirdiği ile hükmet!.." (V/48), "… Allāh'ın izni olmadıkça bir peygamberin bir
âyet itâ etmesi mümkün değildir. Allāh'ın emri geldiğinde de hak ile hüküm
verilir ve işte orada bâtıla meyledenler
hüsrâna uğrarlar" (XL/78) âyetleriyle çizilmiş olan PeygamberEfendimiz'in Allāh'ın âyetlerini nesheden bir tatbikāta cür'et etmiş olması aslā
düşünülemez.
Eğer recim cezâsı İslâm
Şerîatı'nın bir hükmü olsaydı muhakkak vahiy aracılığıyla vaz edilmiş olması ve
dolayısıyla da Kur'ân'da yer alması iktizâ ederdi
. Bu bir! Eğer Cenâb-ı HakkKur'ân'da zinânın cezâsını (IV/15) âyetiyle evde hapis ve (XXIV/2) âyetiyle de
100 sopa olarak beyân ettikten bir müddet sonra bunu ağırlaştırarak recime
çevirmiş olsaydı bu sefer de bütün mü'minler O'nun, vaz ettiği cezâyı zırt pırt
değiştiren, kaprisli ve selâbetsiz bir ilâh olduğunu düşünebilir ve Zât'ını âdil
ve Rahmân olarak beyân eden Allāh'ın adâlet ve merhametinden şüphe
edebilirlerdi. Bu da iki!
Allāh (XV/9) âyetiyle Kur'ân'ın
koruyucusunun bizzât Kendisi olduğunu beyân ettiğine göre
recim cezâsının vaz'ı hakkındabir âyetin inmiş ama Mushaf'da yer almamış olduğu şeklinde ileri sürülebilecek
bir iddia da bu (XV/9) âyetine göre muhâldir.
hayra tebdil etsin!, bu 6 öğretim üyesinin mezkûr meâllerinde Nisâ sûresinin 16.
âyetine eklemiş oldukları bu sözde-açıklayıcı nottaki iddiaları Hz Peygamber'in
yüce ahlâkı hakkındaki azîm bir vehmi ortaya koymakta olduğu gibi bâzı ilâhiyat
hocalarının dahî Hz Peygamber'i gerektiği gibi fehmedemediklerine de fevkalâde
müessif bir delîl teşkil etmektedir.
N.Ş. – Efendim; bu konuda daha başka ne
gibi ilginç örnekler verilebilir.
verilebilir ama bunlar zülfiyâre dokunur, nifâka sebeb olur. Bizim ise kamuya
karşı ille de bu hatâları düzeltmek gibi bir görevimiz de iddiamız da yok. İslâm
âlemi'nde Asr-ı Saadet'ten sonra birikmiş olan vehimlerin bu saatten sonra
tümüyle izâle edilmesi bana maalesef imkânsız görünüyor. İyisi mi, sükûtumuzu
muhâfaza edelim!
vehmin karşıtı olan "kesin bilgi"ye dönelim. Nedir "kesin bilgi"?
demektir. Fakat bu tanım Matematik ya da Tabîat İlimleri söz konusu olduğunda
anlam kaymasına uğrar, farklı semantik değerler kazanır.
Ancak bu bilgi teoremlerin istidlâl edildikleri matematik yapılar açısından
izafîdir. Meselâ, bir üçgenin iç açılarının toplamını veren teorem öklit,
Riemann ya da Lobaçevski uzaylarında göz önüne alınmış
olmasına göre farklıdır. Öklit uzayında: "Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180
derecedir"; Riemann uzayında: "Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180 dereceden
büyüktür"; Lobaçevski uzayında ise: "Bir üçgenin iç açılarının toplamı 180
dereceden küçüktür". Kezâ, öklit uzayında: "Bir geodeziğin (doğrunun) dışındaki bir noktadan bu
geodeziğe (doğruya) bir ve ancak bir
paralel çizilebilir"; Riemann uzayında: "Bir geodeziğin dışındaki bir noktadan
bu geodeziğe hiçbir paralel çizilemez"; Lobaçevski uzayında ise: "Bir geodeziğin
dışındaki bir noktadan bu geodeziğe sonsuz adet paralel çizilebilir". Ne türlü
sürekli uzay olursa olsun bu uzayın herhangi iki noktası arasında en
kısa yolu temsil eden eğriye geodezik denilmekte olduğunu da ilâve
edelim.
olduğunda ise kesin bilgi: "Bize kendisini izhâr
ettiği şekliyle, fiziksel realiteye uyan bilgi"
demektir. Meselâ 1940 senesinde elementlerin sayısı 92 idi. 2005 senesinde
elementlerin sayısı 116'dır2.
Kezâ, XIX. yüzyılın sonlarına doğru Evren'in yalnızca Samanyolu'ndan ibâret
olduğu zannediliyordu. Bugün ise Evren'in,
içinde Samanyolu gibi sayılamayacak kadar çok Bulutsu'yu (Nebula'yı) ihtivâ ettiği ve yarıçapının
da 15 milyar ışıkyılı kadar olduğuna inanılıyor.
bilgi" anlamında yakīn kelimesi
var.
vehimden ârî, Allāh'ın indindeki Hakîkat'ı yansıtan mutlak kesin bilgi
demektir.
N.Ş. – Pekiyi Efendim; bu bilgiyi elde
etmek mümkün müdür?
mahdûd bilgilerden anladığımıza göre bu, kesbî değil yâni çalışıp çabalamakla
elde edilebilecek bir bilgi değil; vehbî yâni Allāh'ın, tıpkı (II/269)
âyetinde beyân ettiği üzere Hikmet'ini dilediğine verdiği gibi, seçtiği bâzı
kimselere bir lûtfu olan ve ancak Mi'râc'da lûtfedilen bir
bilgidir.
N.Ş. – O zaman Efendim; tam olarak
Mi'râc nedir?
vuku bulmadan önce, Yaradan'ına visâlinin yâni kavuşmasının idrâkini
yaşamasıdır. Bu, hayâl ve vehimden âzâde, Cenâb-ı Hakk tarafından lûtfedilen
otantik ve ontolojik bir mânevî tecrübedir. Bu mânevî tecrübe esnâsında insan
esfel-i sâfiliynin idrâkinden Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna yükseltilerek Aslına rücû' ettiğine, kendi katresinin Hakk'ın Zât
ummânında, ya da zerresinin O'nun Nûr'unda yok olarak, fânî olduğunun
idrâkinde iken, aslında bizâtihî Hayy ve Bâkıy olduğuna şâhit olur. İşte bu,
Kur'ân'da Yakīn kelimesiyle ifâde olunan
hâldir. Bu kesbî değil vehbî bir hâdisedir.
kimseye "velî" ya da bir galat-ı meşhûr olarak "evliyâ" denilir. Arapça bir
kelime olan velînin Türkçe'deki karşılığı "dost"tur. Velâyet'in olmazsa olmaz
şartı Mi'râc'ın gerçekleşmiş olmasıdır. Demek ki kendisine Mi'râc lûtfedilen
kimse "Allāh'ın Dostu" olmaktadır. Bir
hadîs-i kudsîde: "Benim Velîlerim
kubbelerimin altında gizlidir" denilmektedir. Velî, çok istisnaî hâller
hâriç, kendisinin velî olduğunu ve Mi'râc esnâsında Cenâb-ı Hakk ile arasında
vuku bulan harîmiyyeti aslā dile getirmez; Mi'râc'ını bir öğünmeye ya da bir
iddiaya, dâvâya mesned vesiylesi kılmaz. Mi'râc'ın edebi
budur.
hâdisedir ki Cenâb-ı Hakk bâzı velî kullarını bu olayın idrâkinden dahî
setreder; yâni velî olduğunun idrâkinde olmayan velîler de vardır. Kezâ öyle
velîler vardır ki ilk defa Mi'râc'a mazhar olduklarında bu yaşadıklarının bir
Mi'râc olduğunu idrâk etmezler de daha sonraki bir Mi'rac'larında bu olayın ve
öncesinin idrâki kendilerine verilir.
N.Ş. – Mi'râc'ı gerçekleşen kulun
kazancı nedir, Efendim?
gerçekleşip de Zât'ına artık dost olan Velî'sine çok lûtuf ve ikrâmda bulunduğu;
ona Yakīn ve Hikmet verdiği ve Esmâ'ü-l Hüsnâ'sı ile bezeyerek
tekrar esfel-i sâfiliynin idrâk düzeyine rahmeten irsâl ettiği nakledilmiştir. İlk Mi'râc'ını yapanlarda genellikle büyük bir cezbe zuhur
etmekte ve eğer bu cezbe hazmedilemezse, Hallâc-ı Mansûr misâlinde olduğu gibi,
garib hâller ve herkesin kolaylıkla hazmedemeyeceği bir takım şathiyât-ı
sôfîyâne zuhur ettiği de söylenegelmiştir.
N.Ş. – Bir velî bu gibi nâkıs görünen
hallerden nasıl korunabilir?
A.Y.ö. - Her velî cezbesini
hazmedebilmek için bu hâlinden anlayan bir mürşide muhtaçtır. Cezbesini hazmeden
bir Velî ise Mi'râc'ında kendisine ne lûtfedilmişse bu Şehâdet âlemi'ne yeniden
irsâl edildikten sonra onu izhâr etmeğe başlar. Eğer İlm bahşedilmişse İlm-i
Ledün'ü ehline tevdî eder. Eğer Eş Şâfi' ismi gâlib kılınmışsa maddî ve mânevî
şifâ dağıtıcı olur. Eğer Er Rabb ismine mazhar kılınmışsa kâmil bir Mürebbi'-i
Mânevî olur, ve ilh... Bunun ötesinde
velî bu Şehâdet âlemi'nin esrârı artık kendisine gizli olmadığından bütün bu
âleme ve bu âlemdekilere "Fe eynemâ
tüvellû, fe semme vechullāh" âyetinin medlûlünün gerektirdiği biçimde hep
bir Rahmânî Nazar ile bakar. Anlayana
bu, O'nun en mütebâriz vasfıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın Velî kullarına
Mi'râc'da bâzen lûtfettiği bir husûs daha vardır. O da Mi'râc'dan sonra bu velî
kulların herhangi bir olay hakkında sarf ettikleri sözlerin Kader'in hükmüne
paralel olması keyfiyetidir. Avâm bunu müşâhede ettiği zaman bu zevâta sanki
"bütün bu olaylar, onlar, bunların böyle olmasını irâde ettikleri için böyle
tecellî ediyorlarmış" zannıyla Kutupluk izâfe eder.
Mi'râc sübjektif bir olaydır; bunu
objektifleştirmek mümkün değildir. Onun için herhangi bir kimsenin evliyâ
olduğunu ifâde etmek ancak bir hüsn-i zandan öteye geçemez. Filâncanın büyük bir
evliyâ olduğunu şiddetle iddia edenleri bir ân için durup düşünceye sevk eden ve
verilmesi gereken en iyi cevap: "Bu zâtın
evliyâ olduğunu nereden biliyorsunuz? Yoksa Mi'râc'a beraberce mi çıktınız?"
olmalıdır.
Bununla berâber Mi'rāc'ı
yaşayanların bir kısmı cezbelerini söndürmek ve hem gönül ehli kimseleri
Mi'râc'ın künhüne âşinâ kılmak hem de Mi'râc'dan sonra kavuştukları hâlete, Mi'râc Neş'esi'ne işâret etmek üzere
şiirlerinde, nefeslerinde, ilâhîlerinde yaşamış oldukları bu mânevî tecrübeye ve
bunu izleyen devreye şu ya da bu şekilde temâs etmekten de kendilerini
alıkoyamazlar. Fakat bu olay gerçekte söz kalıplarına sığmadığı, tam anlamıyla
dile getirilemediği için de sâdece istiârelere sığınılır. Bundan ötürü Mi'râc'ı,
hakkıyla, ancak yaşayan bilir. Bununla berâber bunu şiir ve nefesle dahî
paylaşmaktan tevakkıy eden çok çok sırlı velîler de
vardır.
N.Ş. –Efendim; Kur'ān-ı Kerîm'i tercüme
edenlerin çoğunluğu "Yakīn"ı "mevt" yâni
"ölüm" şeklinde anlıyorlar. Kur'ân meâllerinin çoğunda (XV/99) ve (LXXIV/47)
âyetlerinde "Yakīn" kelimesinin hep "mevt" ya da "ölüm" kelimeleriyle çevrilmiş
olduğunu görüyoruz. Siz buna ne diyorsunuz?
A.Y.ö. – Necmettin'ciğim bu tesbitin
doğrudur. Gerçekten de Kur'ân'ın Türkçe tercümelerinin, birkaçı hâriç, hemen
hemen hepsinde söz konusu âyetlerdeki "Yakīn" kelimesi hep "mevt" ya da "ölüm"
kelimeleriyle karşılanmış bulunmaktadır. Eğer hâfızam yanıltmıyorsa, Kur'ân-ı
Kerîm'in metninde "Yakīn" kelimesi 12 ve "mevt" kelimesi de 89 kere yer
almaktadır. Mütercim ve meâlcilerin bu iki kelimenin de Allāh'ın Hikmeti ve İlmi
tahtında Kur'ân'da yerli yerinde kullanılmış olduklarına inanmayıp da Allāh'ın
mezkûr (XV7) ve (LXXIV/47) âyetlerindeki ifâdesinin yetersiz kalmış ve aslında
bu âyetlerde Allāh'ın "mevt" kelimesini kullanması gerekirken nasılsa, âdetâ hâşâ zuhul eseri olarak(!),
"Yakīn" kelimesini kullanmış olduğunu
keşfederek bu hatâyı hiç değilse tercümelerinde düzeltmek(!?) istemelerindeki
gulyabânîleşmiş vehmi idrâk edebiliyor musun?
N.Ş. – Aman Efendim; Allāh bizleri
korusun! Bu nasıl iş?
A.Y.ö. – Bir ömür boyu hem Türkçe, hem
Fransızca, hem İngilizce ve hem de İtalyanca Kur'ân tercümeleriyle haşır neşir
olmuş olmam bana bâzı şeyleri gözlemlemek imkânı bahşetti.
Yabancılar, genellikle, Kur'ân'ın
tercümesine sâdece "tercüme edilmesi gereken bir metin" ilkesiyle ve peşin
hükümsüz yaklaşmaktalar. Bunun için de "kelimesi kelimesine" ve kelimelerin
sözlük anlamına sâdık kalarak bir tercüme yapmayı hedefliyorlar. Metinlerinde bu
"kelimesi kelimesine" ve kelimelerin sözlük anlamına sâdık kalarak yapılmış olan
bu tercümeden ötürü avrupalıların fehm ve temyiz edemeyecekleri muğlâklıklar
varsa onların meâlini de, ya da meâli zannettikleri açıklamalarını da,
dipnotunda takdîm ediyorlar.
Türk mütercimler ise, genellikle,
"kelimesi kelimesine" ve kelimelerin sözlük anlamına sâdık kalarak bir tercüme
yapmak yerine kelimelerin de âyetlerin de anlamlarını tâdil eden bir meâl yapmak
eğilimindeler. Üstelik bu meâllerin bir bölümü türkçe dilbilgisi açısından da,
cümle yapısı açısından da, uslûb açısından da sakat. Bu sakatlık dolayısıyla
anlamı da muğlâk kalmakta. Ayrıca bu mütercimlerin gayretlerinde bir takım
kısıtlayıcı peşin hükümler ve hattâ sübjektif fikir yürütmeler de egemen
olmakta. Ayrıca bizim Kur'ân mütercimleri, ne kadar iyi Arapça bilirlerse
bilsinler, genellikle kendilerine güveni olmayan kimseler; öyle ki çoğunun, her
bir âyeti kendilerinden önce tercüme etmiş olanların bu işi nasıl yapmış
olduğunu merak edip de kontrol etmiş ve bundan ötürü de seleflerinin etkisinde
kalmış, (etkisinde kalmak ne demek) seleflerinin hatâlarını da tekrar etmiş
oldukları açıkça müşâhede olunmakta.
N.Ş. –
Efendim; bu tür meâllere birkaç örnek vererek konuya lûtfen daha bir açıklık
kazandırır mısınız?
A.Y.ö. – Allāh hepsinin sa'yini meşkûr,
umurlarını hayra tebdil etsin, hatâlarından da rücû' ettirsin,! Bunları teşhir
etmek bana düşmez. Ben işin yalnızca ilkeleriyle ilgileniyorum. Ama hergün işgāl
ettiği makām dolayısıyla yüzlerce evrâk okuyup imzâlamak, bir sürü toplantıya
katılmak, bir sürü ziyâretçi kabûl etmek durumunda olan birinin: "Bu Kur'ân
tercümesini bir yılda tamamladım" diye tefâhür
ederek yayınladığı tercümenin kalitesi hakkında ne düşünürsün? Bu iş, maalesef,
bu kadar ayağa düşürülmüştür.
N.Ş. – Buna söyleyecek söz bulamıyorum,
Efendim.
A.Y.ö.
– Şimdi istersen, Necmettin'ciğim, biz gene (XV/99) âyetine dönelim. Bu
âyetinin arapçası: "Va'bud Rabbeke hattâ ye'tiyeke-l
yakīn"dir. Burada âyetin mânâsının tam anlaşılabilmesi için Türkçe'de de
kullanmakta olduğumuz "hattâ" kelimesi çok önemlidir. "Hattâ", Arapça'da: 1) …ceye kadar (Alm. bis, Fr. jusqu'à ce que, İng. until, İt. finché, ; 2) öyle ki; 3) bundan başka, fazla olarak, dahî, bile,
üstelik de anlamlarını hâizdir. Ama "hattâ" kelimesi Türkçe'de 1) ve 2)
şıklarındaki değil yalnızca 3) şıkkındaki anlamlara sâhiptir. Buna göre bu
âyeti:
B) Kulluk et Rabb'ine öyle ki sana Yakīn verilsin! veyâ
C) Kulluk et Rabb'ine, sana Yakīn
verilse bile!
şeklinde anlamak
mümkündür.
"Sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" diye yer alan tağyir edilmiş
ifâdesini kelimesi kelimesine Arapça'ya çevirecek olursanız: "Va'bud Rabbeke hattâ câeke-l mevt"
diye Kur'ân metninden çok farklı bir metin ortaya çıkmaktadır. Bana kalırsa bu
durum düpedüz bir: tercüme, fehâmet, iz'an, idrâk temyiz ve edeb yoksunluğunu yansıtmaktadır.
Yâni Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'de hangi kelimeyi, hangi âyette ve hangi mânâda
kullanmayı bilmiyor da (XV/99) âyetinin aslını tâdil ve tağyir ederek tercüme
eden bu mütercimler mi Allāh'ın (hâşâ sümme hâşâ) bu zuhûlünü, hatâsını
düzeltmeğe kalkışıyorlar; bu konuda kendilerini görevli ve yetkili olarak
vehmediyorlar? Görüyorsun işte! Bu kabil azîm vehimler idrâki ve temyizi uyutup
insanı, sohbetimizin başında da değinmiş olduğumuz gibi, yalnızca Hz Peygamber
hakkında değil Cenâb-ı Hakk hakkında da, örtük bir biçimde, suizanna
sürükleyebiliyor.
âyetinin tercümesinin sözünü ettiğiniz bu 3 versiyonundan acabâ sizce hangisi
daha isâbetli?
versiyonu sanki yakīn verildikten sonra kulluk etmek yokmuş gibi bir sonucu
ilhâm edebildiğinden dolayı bana İslâm'ın rûhuna uygun
görünmüyor.
ise Yakīn'ın insana verilmesi şartını kulluk etmeğe bağlamaktadır. Bu hiç
kuşkusuz gerekli bir şarttır ama yeterli bir şart değildir. Allāh'a
hâlisâne kulluk etmekte olanların çoğunluğu hâlâ vehim ve hayâlden, şüphe ve
kuruntudan kurtulabilmiş değildir ki bunlara kulluklarından ötürü Yakīn verilmiş
olduğuna hükmedebilelim.
sana Yakīn verilse bile!" ya da "Sana
Yakīn verilse bile Rabb'ine kulluk et!" tercümesi Cenâb-ı Hakk'ın, zımnen yâni
örtük bir biçimde: "Ey kulum! Sana Hikmet'im ve Kudret'imle Yakīn lûtfetmiş
olsam dahî sen sakın Şerîat'imden ayrılma! Kulluğunu her dâim izhâr etmekle
benim bu lûtfumu, başkalarına fitne olmayacak şekilde, setret!" îkazını
içermekte olduğundan bana en isâbetli tercüme
gibi gelmekte.
bu 99. âyetini "Sana ölüm gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" diye çevirmiş
olanlar bu tercümelerini nasıl müdafaa etmektedirler?
müracaat etmiş olduğum ilâhiyatçılar ve hoca efendiler, bu tercümenin sıhhatini:
"Bir insanın kulluğu ancak öldüğü vakit sona erer. Bu bağlamda, yakīn'in mevt'e yâni ölüm'e delâlet etmesi zarûrîdir. Ve
bunun için de Sana ölüm gelinceye kadar
Rabb'ine kulluk et! tercümesi isâbetli ve doğrudur" diyerek
savunmaktadırlar.
zevâtın bu iddiaları da, bence, azîm bir vehimden başka bir şey
değildir. Hz Peygamber'den müslümanlara gelmiş olan bu havâdislere binâen,
ölümden sonra Münkir ve Nekir melekleri bizi sorgulamaya gelip de: "Ey filân
oğlu filân! Sen kimin kulusun, kimin ümmetindensin?" diye sual ettiklerinde,
İnşâallāh, "Ben Dünyâ hayâtında günahkâr olmuş olsam bile, Rabb'im olan Cenâb-ı
Hakk'ın kulu, ve onun peygamberi olan Hz Muhammed'in de ümmetindenim" demeyecek
miyiz? Bu ikrâr, âhiret âlemi'nde dahî: 1) kulluğumuzun idrâkinde olduğumuzun,
ve 2) bu kulluğun sürmekte olduğunun delîli değil midir? Kezâ Rûz-i Cezâ'da
Cenâb-ı Hakk bize Vech'ini izhâr edip de "Ben sizin Rabbi'nizim" dediğinde gene
O'nu sözünü tasdîk edip "Evet Sen bizim Rabbi'mizsin" demeyecek miyiz?
Binâenaleyh, bizim kulluğumuz aslā ve kat'ā ölümle son bulmaz; ebediyyete kadar
bizler, bizlere Yakīn verilmiş olsa bile,
yâni Mi'râc'ımızı yapıp da Allāh'ın Velîsi olsak bile gene de kulluğumuzdan
sorumluyuzdur.
gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et!" şeklinde tercüme edilişindeki isâbetsizliği
çok belirgin bir şekilde ortaya koydunuz. Allāh hepimizi nefsin ve vehmin
hükümranlığından lûtf u keremiyle muhâfaza etsin!
A.Y.ö. – âmin, güzel evlâdım,
âmin!
*
[1]Bk. www.ozemre.com sitesinde E-Sohbetler bölümünde: "Hadîslerin Sıhhati
Meselesi".
[2]Bk. www.webelements.com