Buradasınız
TÜRKİYE'NİN BİLİMSEL VE TEKNOLOJİK GELECEĞİ
TÜRKİYE'NİN BİLİMSEL VE TEKNOLOJİK GELECEĞİ
(23 Kasım 1994 târihinde MORAL FM'de Cemâl Uşşak'ın pîşekârlığında
yapılan sohbet)
C.U.: - Muhterem Hocam; geçen hafta sizinle Türkiye'nin eğitim sistemindeki
aksaklıkları tahlil edip tartışmıştık (*).
Bu hafta da Türkiye'nin bilimsel ve teknolojik geleceğini tartışabilir
miyiz?
A.Y.Ö.: - Tabiî
Cemâl'ciğim, memnûniyetle.
Türkiye'de yeterli sayılabilecek bir bilimsel potansiyel var mıdır?
A.Y.Ö:
- 1994 Türkiye'si sayısı 60'a varankurulu üniversitesi, çeşitli araştırma ve geliştirme merkezlerine ve enstitülere
sâhip "Türkiye Atom Enerjisi Kurumu" (TAEK), "Türkiye Bilimsel ve Teknik
Araştırma Kurumu" (TÜBİTAK), ve kezâ "Mâden Tetkik Arama Enstitüsü" (MTA) gibi
kuruluşları ve çeşitli bakanlıkların bünyelerindeki lâboratuvarları ile, ilk
bakışta, bilimsel potansiyel açısından hiç de fakir görünmemektedir. Kanaatimce gerçek de budur! Ancak meseleye daha yakından bakıldığı zaman,
bu potansiyelin başarıyla kuvveden fiile çıkarılmakta olduğunu söylemek imkânı
yoktur.
C.U.: - Bu potansiyel acaba niçin başarıyla kuvveden fiile
çıkarılmamaktadır?
A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; üniversiteler bir
ülkenin bilim adamı fideliği olması gereken müesseseleridir. Bunların verimli olabilmesi ancak ve
ancak: 1) "istikrarlı bir
statü"nün, ve 2) "ilim
ahlâkının egemen olduğu, yerleşmiş bir üniversite geleneğinin" mevcûd
olmasına bağlıdır.
Bir kere, üniversitelerimizin
statüsü 1960 yılında 4936 sayılı kanuna tâbî iken 1986 ya kadar 115, 116, 1750,
2547, 2653, 2708, 2880, 2984, 3248 sayılı kanunlar ve 243 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnâme ile; ve iç düzeni de 1981 den itibâren Yüksek Öğretim Kurulu'nun
(YÖK'ün) sonuçları maalesef iyice düşünülmeden, alelacele alınmış ve kaprisli
olduğu intibaını bırakan, çelişkili, isâbetsiz, temkinsiz bir bölük tasarrufu
ile sürekli altüst edilmiş bulunmaktadır.
Bundan dolayı da üniversitelerimizin, son otuz senelik dönemde,
istikrarlı bir statüsü olduğunu hiç bir sağduyu sâhibi iddia edemez!
C.U.: - Bu istikrarsızlık ne gibi
olumsuzluklara sebep olmuştur?
A.Y.Ö.: - Bu hatâlı uygulamaların sonucu
olarak, üniversitelerimizde ilim ahlâkı da ne yazık ki ölümcül yaralar
almış bulunmaktadır. Üniversitelerdeki bölüm başkanı, dekan ve rektör gibi üst
düzey yöneticilerinin atanma yoluyla iş başına gelmeleri ve, ne tesâdüf, çoğunun
da hep belirli bir mahfelin üyeleri ya da sempatizanları arasından
seçilmiş olması üniversitelerimizde askerî idârelerin düşledikleri bir
emir-komuta zincirinin teessüsünü mümkün kılmıştır.
Sonuç olarak üniversitelerimizde,
bugün, Dekanların ısrarlı hatâlı tasarruflarına cesâretle karşı çıkabilecek çapta Bölüm
Başkanları, Rektörlerin ısrarlı hatâlı tasarruflarına karşı koyabilecek çapta
Dekanlar ve YÖK'ün isâbetsiz tasarruflarına direnebilecek çapta Rektörler
fıkdânı vardır. Bu,
üniversitelerimizdeki ilim ahlâkını da bozan genel bir "arz-ı ubûdiyet devri"nin
ihdasına yol açmıştır. Bu "arz-ı
ubûdiyet"e uymayanların ise bu idârî görevlerde barınamadıkları, ya istifa
ettikleri veyâ istifa ettirildikleri veyâhut da bu görevlerden re'sen
uzaklaştırıldıkları gözlenmektedir.
Üniversitede ilim ahlâkına indirilen
ikinci bir darbe de doçentlik ve profesörlük şartlarının iyice sulandırılması ve
kısa zamanda binlerce kişinin profesör olarak atanması olmuştur. Doçentlikten
sonra hiç bir orijinal araştırması
olmayan, kendi dalının literatürüne bile henüz hâkim olamamış pekçok kimsenin
profesörlük pâyesine yükseltilmesi hem bunların idâre ettikleri doktoraların
muhtevâsını sulandırarak bunların çoğunun alelâde lisansüstü tezi düzeyinde
kalmasına sebep olmuş, ve hem de bazı doktorantlarda, literatüre hâkim olmayan
kimselerin nezdinde intihâl (yâni apartılmış, çalınmış) eserlerle rahatlıkla
doktora tezi hazırlanabileceği iştihasını ve ümidini de uyandırmıştır. Maalesef intihâl çalışmalarla(!) doçentliğe
ve profesörlüğe yükselmiş öğretim üyeleri de vardır. Fakat bunlar "kol kırılır,
yende kalır" misâli, ancak tesbit edilebildikleri zaman, Üniversitelerce fazla
da bir caydırıcılığı olmayan disiplin cezâlarına çarptırılmakta ve sonra da hiç bir şey
olmamış gibi pişkinlikle üniversite içinde kötü misâl olmağa devam
etmektedirler.
C.U.: - Hocam "ilim ilim içindir" diye bir
deyim var. Bu sizce ne kadar
doğrudur?
A.Y.Ö.: - Üniversitelerde genellikle "ilim
için ilim" yapılır; ama meselâ TAEK ve MTA gibi özel misyonları olan araştırma
kurumlarında asıl hedef, öncelikle, bu misyonları gerçekleştirmek üzere
plânlı, programlı yönlendirilmiş araştırmalar yapmaktır. Bu bakımdan, bu gibi araştırma kurumlarında
"ilim için ilim" yapmak temel bir politikanın gereği olarak değil de sâdece
marjinal bir faaliyet olarak kalmalıdır.
Buna rağmen, meselâ TAEK ve TAEK'e bağlı araştırma merkezlerinin bu
espriyi idrâk ve hazımdan âciz kalan "üniversite öğretim üyesi kökenli" bazı
idârecilerin zamanında katı bir "akademizm"e kayarak pratik hedeflerinden
saptıkları ve uzaklaştıkları da maalesef nâdirattan değildir. Devlet memuru statüsünün geçerli olduğu
araştırma kurumlarımızdan birinde ise çok ilerici(!) ve çoğulcu demokrasi
ilkelerine(!) sâdık bir Merkez Müdürünün Bölüm elemenları arasında Bölüm
başkanlarını azl ve yenisini tâyin ettiren oylama yaptırdığı ve gerek Kurumun
gerekse Devletin müesses atama ve işe son verme düzenini ve Bölümlerdeki huzuru
bozduğu da bir vâkıadır.
Ne yazıktır ki Devletimiz bu kabil
araştırma kurumlarımızın kānûnlarındaki misyonlarından ya da Devlet Plânlama
Teşkilâtı (DPT) tarafından onaylanmış yatırımlarından sapıp sapmadıklarını,
kâğıt üzerinde değil de gerçekçi bir biçimde, kontrol edecek bir teftiş
sisteminden mahrumdur.
C.U.: - Pekiyi ama Hocam;
Hükûmetler bu gibi araştırma kurumlarımızın başına bir bilim adamını
tâyin ederken hiç mi kılı kırk yarmıyor?
A.Y.Ö.: - Ne yazık ki Türkiye'de bu kabil
araştırma kurumlarının başına adam tâyin ederken, çoğu kere, "politik görüş
yakınlığı" faktörü ağır basmaktadır.
Hükûmetler ve Yüksek Bürokrasi nitelikli ve şahsiyetli, doğruya doğru
eğriye de eğri diyebilecek medenî cesâret sâhibi bilim adamları yerine kendi
görüşleri doğrultusunda ve rahatça robotlaştırabileceklerini umdukları kimseleri
tâyin etmeyi tercih etmektedirler. Bunun
için tâyin edilen kimsenin o kurumun ana fonksiyonlarından anlaması, bu
konularda uzman olmasına hiç gerek yoktur! Tâyin ettikleri bu kimseler
kendilerine göre "uslu" çıkmazsa da, genellikle, ya kısa bir müddet sonra
azledilmekte ya da başında bulundukları kurumun bütün işleri Yüksek Bürokrasi
tarafından sistematik bir biçimde dumûra uğratılmaktadır. Yâni o zât o kurumun
başında bulunduğu sürece kurumun, bırakınız gelişmesine, normal işlevini
sürdürmesine dahi müsaade edilmemektedir.
Bir örnek vermiş olmak için, sırf bu
sebeplerden ötürü, geçmişte Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun en üst makamına
sırasıyla bir elektrik mühendisi, eski bir T.C. Karayolları Genel Müdürü, bir
baytar, bir emekli albay pekâla atanabilmiştir.
C.U.: - O zaman Hocam, bu kabil araştırma
kurumlarımızın başına tâyin edilen kimselerin bu makamdaki hizmet süreleri de
herhâlde çok kısa oluyor. Pekiyi ama bu
durumda hizmetin sürekliliği nasıl temin ediliyor?
A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; bu sorun fevkalâde
isâbetli. Gerçekten de TAEK ve TÜBİTAK
gibi araştırma ve uygulama kurumlarımızın en büyük hendikaplarından biri
bunların başındaki üst yöneticilerin Hükûmetler tarafından sık sık
değiştirilmesidir. TAEK'in başına 36
yılda 17 üst yönetici (yâni yaklaşık 25 ayda bir üst yönetici) gelmiştir. TÜBİTAK ise 31 yılda 16 üst yönetici (yâni
yaklaşık 22 ayda bir üst yönetici) değiştirmiştir. MTA'nın başına da 60 yılda 16 üst yönetici
gelmiştir; yâni yaklaşık 45 ayda bir üst yönetici değişmiştir ama bunlardan
sürekli 19 yıl görev yapmış olan Doç. Dr. Sadrettin Alpan olağanüstü bir
istisnâdır. Geri kalanlar için görev
süresinin ortalama 33 ay olduğu görülmektedir.
TAEK'e bağlı Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi ise 31 yılda 15
Müdür görmüştür ki bu da Müdür başına ortalama 25 aylık bir görev süresi
demektir. TÜBİTAK'a bağlı Marmara
Araştırma Enstitüsü ise 22 yılda 8 müdür eskitmiştir ki bu da müdür başına
ortalama 33 aylık bir görev süresi demektir.
Yâni Sadrettin Alpan istisnâsını
gözardı ederseniz, ve bütün bu kurumlarımız birlikte ele alındığında, bir üst
yöneticinin ortalama ömrü 30 aydan yâni 2,5 yıldan azdır. İz'an ve sağduyu sâhibi bir kimsenin bu
araştırma kurumlarımızda şimdiye kadar akılcı, dengeli, dirâyetli ve verimli bir
sürekliliğin niçin bir türlü sağlanamamış olduğunu idrâk ve teslim etmesi için
başka deliller peşinde koşmasına gerek yoktur, sanırım!
C.U.: - Hocam; bütün bu açıklamalarınızdan
sonra, insan, Türkiye'de Hükûmetlerin bilim adamlarına karşı soğuk ve kuşkulu
bakmakta oldukları ve Türkiye'nin bilimsel potansiyelinden gerektiği gibi
verimli bir biçimde faydalanılmadığı zehâbına kapılıyor.
A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim, bu tesbitinde de
fevkalâde isâbet var. Gerçekten de
Devlet Erkânı bizdeki bilim adamlarına karşı sürekli bir 1) soğukluk, ve 2)
kuşku duymaktadır. Bunun sebepleri,
belki şaşırtıcı gelebilir ama, XVI. yüzyıla kadar uzanmaktadır.
Daha Fatih Sultan Mehmet'in
devrinde, din adamları ile bilim adamları arasında gizliden gizliye bir yetki
çekişmesi başlamıştı. Bu çekişme,
Şeyhülislâm Kadızâde Ahmet Şemsüddîn
Efendi'nin tahrîki sonucu Sultan
III. Murat'ın bir hatt-ı humâyûn ile Kapudân-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa'yı
görevlendirerek meşhur Türk astronomu Takiyyüddîn'in İstanbul'da Galata
sırtlarında kurduğu Dünya'nın en büyük rasathânesini yıktırtmasıyla 1580'de din adamları lehine
noktalandı.
Bu meş'um hâdiseden itibâren Osmanlı
İmparatorluğu'nda din adamları egemen, ilim adamları ise marjinal bir zümre
teşkil ettiler. İmparatorluk, kendi
elleriyle boğduğu ilmin yardımı olmayınca, hızla gelişen Batı'nın ilerlemesine
ayak uyduramadı. Böylece başlamış olan
tereddînin de, XVIII. yüzyıldan itibâren başlayan ıslahât hareketlerine rağmen,
önünü kesmek mümkün olamadı; ve İmparatorluk hızla çöktü.
Cumhûriyet, daha kuruluşundan
itibâren ve târihden de iyi bir ders almış olarak, Devlet din adamlarına karşı
mesâfeli, ve bunları Devlet işlerine karıştırmamakta da dâimâ son derece kararlı
bir politika izlemiştir. Bunun yanında
Cumhûriyet dönemi erkânı, Osmanlı İmparatorluğunun inhitat devrinde bilim
adamlarına karşı gösterilmiş olan şiddetli antipatiyi de sanki tevârüs etmeğe
mecbûrmuşlar gibi, bilime ve bilim adamlarına karşı bîgâne kalmışlardır. Bunlara
marjinal bir zümre imişler gibi soğuk ve kuşkulu davranmalarının ülkeye yalnızca
zararı olmuştur ama Devlet Erkânımız maalesef bunun idrâkinde değildir.
C.U.: - Fakat Hocam, biraz önce takdîm
etmiş olduğunuz tarihî gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu'nda bilimin neden
gerilemiş ve gelişememiş olduğunu açıklıyor ama bugünün modern Türkiye'sinde
Devlet Erkânının niçin hâlâ bilime ve bilim adamlarına soğuk ve kuşkulu
baktıkları sorusunu açıklamıyor.
A.Y.Ö.: - Bu tesbitin de doğru,
Cemâl'ciğim. Aslında siyâsetçilerin
felsefesi açısından ilk bakışta gerek din gerekse bilim adamlarına karşı soğuk
ve kuşkulu davranmalarının tutarlı bir yanı olduğu savunulabilir. Nitekim din adamı din adına, bilim adamı da
bilim adına konuştuğunda bu beyânları siyâsetçilerin, uygulanmakta
olan: 1) ahlâk,
2) sosyal düzen, 3) refah,
4) yatırım, 5) ekonomik tedbirler
ve 6) gelişmişlik düzeyi hakkındaki anlayış ve uygulamalarına karşı bir takım
acı eleştirileri yansıtabilir. O hâlde siyâsetçilerin, kendi tasarruflarına
karşı kendine özgü iki ayrı cephe oluşturan din adamlarına ve bilim adamlarına
hesap vermek durumunda kalmamaları için bu iki kesimi de kontrol altında
tutmalarının kendi mantıkları açısından tutarlı bir yanı vardır. Ancak bu
kontrolün kontrolsüz bir bîgânelik mârifetiyle icrâ edilmemesi gerekir.
C.U.: - Bu bîgâneliğin daha başka müşahhas
delilleri de var mı?
A.Y.Ö.: - Hiç olmaz olur mu? Düşününüz ki 1982'de kurulmuş olan ve başkanı
da Başbakan olan "Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu" bugüne kadar yâni 12 yılda
yalnızca iki kere toplanmıştır. Türk
bilim âleminin baskılarıyla 1990 Mayısında toplanan "1. Bilim ve Teknoloji Şûrâsı" bir daha toplanmadığı gibi bu şûrâda
alınan bütün kararlar da "lettre morte" yâni yankısı, yansıması olmayan
kararlar olarak kalmış, hiç uygulanmamıştır.
C.U.: - Pekiyi Hocam; bütün bu
olumsuzluklara rağmen Türkiye'nin sizce hâlâ bir bilimsel ve teknolojik
potansiyeli var mıdır?
A.Y.Ö.: - Türkiye'nin bilimsel ve teknolojik
potansiyeli gerçek anlamda pekçok çeşitli teknolojik transferini ve
teknolojik yenileştirmeyi gerçekleştirebilecek kapasitededir. Ancak, hükûmetlerin: 1)bilim
adamlarına karşı duymakta oldukları aşırı kuşku ve güvensizlik, 2) bilim
ve teknolojide ülkenin ihtiyacını plânlamaktaki aczleri, 3) teknoloji transferi ve teknolojik
yenileştirilme hakkındaki cehâletleri ve kavram kargaşaları, 4) parayı bastırınca teknoloji
transferi ve yenileştirmesi satın alabildikleri husûsımdaki kuruntuları
dolayısıyla bu potansiyel de ve bu potansiyelin olağanüstü önemi de idrâk
edilmemiştir ve edilmemektedir de.
Türkiye'de bilim ve teknoloji
potansiyelinin en büyük hendikapı bu konuda bilinçli bir siyâsî irâde
desteğinden mahrum oluşudur.
C.U.: - Pekiyi Hocam; Türkiye'deki bilim
ve teknoloji potansiyelinin hiç kuvveden fiile çıkmış olduğu örnekler var
mıdır?
A.Y.Ö.: - Gâyet tabiî ki var! Ama Basınımızın önemli bir bölümünün gıdâsı
yalnızca dedikodu, saldırı ve kepâzelikdir.
Onun için Türkiye'nin bilim ve teknoloji alanındaki başarıları Basın'ın
ilgisini pek çekmez. Bunlar ancak ehli tarafından bilinen olaylar olarak
kalırlar. Meselâ rahmetli Prof. Dr. Fezâ Gürsey'in iki defa Nobel Fizik Ödülüne
aday gösterilmiş olması da, Prof. Dr. Yalçın Koç'un fiziğin epistemolojisini 30
yıl kösteklemiş ve âdetâ îmânî bir umde mertebesine yüceltilmiş olan "Bell
Teoremleri"nin ve Winger Teoremi"nin evrensel olmadıklarının ispatı da Basında
yankı bulmamıştır. Kezâ Türkiye Atom
Enerjisi Kurumu'nun Cezâyir'e yapmış olduğu iki teknoloji transferinden de
Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi'nde gerçekleştirdiği "Nükleer Yakıt
Pilot Tesisi"nden de hiç bahsedilmemiştir.
Özel sektörde geliştirilen ve bütün ülkelerin peşinde koştukları hassas
invertörlerden de söz edilmemiştir.
Bunlar sâdece birkaç örnektir. Türkiye'de teknolojik innovasyon için de
bilim ve teknoloji geliştirmek için de küçümsenemeyecek bir potansiyel
vardır. Fakat bu potansiyel: 1) bunu Türkiye'nin geleceği
açısından sürekli işleyecek düşünürlerden ve filozoflardan, kezâ 2) buna bilinçle sâhip çıkıp gündemde
tutacak ve en önemlisi de bunu kanalize edecek çapta şuurlu: A. bir
Basın'dan, B. Devlet erkânından
ve C. bir siyâsî irâdeden yoksundur.
C.U.: - Bilim ve teknoloji açısından bir
ülkenin kalkınmış ve gelişmiş olmasının belli ve kabûl edilmiş kriterleri var
mıdır?
A.Y.Ö.: - Bugün bir ülkenin bilim ve
teknoloji açısından kalkınmış ve gelişmiş sayılması için: 1) bu ülkenin gayrı sâfî millî hâsılasından
(GSMH'dan) araştırma ve geliştirme (A + G) faaliyetlerine ayrılan payın GSMH'nın
%2 sinden büyük olması, ve 2) çalışan her 10.000 kişiden en az 30 unun
araştırıcı olması kabûl edilmektedir.
C.U.: - Bu kriterlere göre Türkiye'nin
bilim ve teknoloji gelişmişliği nedir, ve nasıl bir seyir tâkip etmektedir?
A.Y.Ö.: - 1981 yılında (A + G)
faaliyetlerinin GSMH içindeki oranı yalnızca % 0,24 ve 1983 yılında 10.000
çalışan başına araştırıcı sayısı 4,2 idi.
Bu rakkamlar 1990 yılında sırasıyla % 0,33 ve 5,4 olabilmiştir. Hâlbuki 1983 yılında Devlet Bakanı Prof. Dr.
Nimet Özdaş'ın hazırlatmış olduğu bir raporda (A + G) payının 1993 yılında % 1,
2003 yılında da % 2 olması; 10.000 kişi başına araştırıcı sayısının da 1993 için
15 ve 2003 için ise 30 olarak öngörülmekteydi.
Türk bilim adamlarının uluslararası
bilimsel dergilerde yayınlanan orijinal ve bilime katkısı olan makalelerinin
sayısı bakımından Türkiye bilime katkı bakımından 1981 yılında 41., 1983 yılında 46., 1990 yılında 40 ve nihâyet 1993'de de 38.
sırada gözükmektedir[1]. "Özdaş Raporu"nda Türkiye'nin 2000 yılında bu
bakımdan 22. sırada olması öngörülmüştü.
C.U.: - Siyâsi partilerin bilimsel ve
teknolojik gelişme hakkındaki düşünceleri nedir acaba, Hocam?
A.Y.Ö.: - "Bilim ve Teknoloji Vakfı"nın
16-18 Nisan 1990'da düzenlediği uluslararası nitelikteki "Türkiye'nin
Bilimsel Geleceği Sempozyumu"nun son günü eski Devlet Bakanı Prof. Dr. Nimet
Özdaş'ın moderatörlüğünde yürütülen siyâsî bir panele hasredilmişti. Bu panele bütün partilerin Genel Başkanları,
kendi partilerinin Türkiye'nin bilimsel geleceği husûsundaki siyâsî irâdelerini
takdim etmek üzere, dâvetli idiler. ANAP
adına katılması gereken Devlet Bakanı Mehmet Yazar'ın mücbir mâzereti
dolayısıyla katılamadığı bu panelde SHP Genel Başkanı Prof. Dr. Erdal İnönü'yü
temsilen Prof. Dr. Abdülkadir Ateş, DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel'i
temsilen Ekrem Ceyhun, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, RP Genel Başkanı Prof.
Dr. Necmettin Erbakan'ı temsilen Bahri Zengin, MÇP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş
ve IDP Genel Başkanı Aykut Edibali yer almışlardı.
Üç buçuk saat süren bu panel sonunda
panelistlerin bütün uslûp ve görüş farklılıklarına rağmen şu 4 maddede tam bir
mutâbakat içinde bulundukları tesbit edildi ve bu husûslardaki mutâbakatları bir
kere daha kendileri tarafından paneli izleyen yaklaşık 1500 kişinin önünde
alenen tasdik ve te'yid edildi:
- Bilimsel ve teknolojik gelişme mutlaka akılcı, istikrarlı
uygun bilim politikaları ve icâbında her türlü fedâkârlığı göz önüne alan uygun
stratejilerle mümkündür.
- Eğer siyâsî bir irâdeye dayanmıyorsa, bilimsel ve
teknolojik gelişme aslā mümkün değildir.
- Siyâset adamları ile bilim adamlarının Devlet'in,
Millet'in, Vatan'ın bekāsı ve başarısı için sıkı bir işbirliği yapabilmeleri bir
zarûrettir. Buna mâni' olan bütün mevzuat aksaklıkları ve bütün engeller
sür'atle izâle edilmelidir.
- Bilim adamları bilimlerini en iyi şekilde geliştirip
yayabilecekleri uygun ve yasaksız bir araştırma ortamına kavuşturulmalıdır. Bunun ilk ve "sine qua
non" (yâni "bu olmazsa, olmaz" şartı) demokrasidir; yalnızca
demokrasidir.
Türkiye'nin bilimsel geleceği
hakkında 6 siyâsî partinin ortak siyâsî irâdesinin bu dört ilkeden oluşan
bir çerçeve içinde tecellî ve tescil edilmiş olması Türk siyâsî ve ilmî
târihinde ilk defa vuku bulmuştur. Ve bu
itibarla da "bir dönüm noktası" teşkil etmesi gereken önemli bir
olaydır.
Ancak bu da, bu olaydan hemen bir ay
sonra zamanın Hükûmeti tarafından gerçekleştirilen "1. Bilim ve Teknoloji
Şûrâsı"nda alınmış olan kararlar da hep "lettre morte" kalmış; unutulmuş ve
uygulamaları hiç olmamıştır. Bu durum hem çok üzücü ve hem de hükûmetlerin
bilime ve teknolojiye bakışlarının ne kadar faklı bir optiğe dayandığını
göstermesi bakımından da çok ibret vericidir!
C.U.: - Hocam Türkiye'nin bilim ve
teknoloji açısından durumunu bir kere daha özetler misiniz?
A.Y.Ö: - Tabiî, memnuniyetle. Bir kere
Türkiye bugün, Devlet erkânının bütün vüs'atiyle idrâk edemediği ve bu yüzden de
değerlendiremediği, büyük fakat maalesef âtıl bir bilimsel ve teknolojik
potansiyele sâhiptir.
Bu bilimsel ve teknolojik
potansiyelin atâletinin sebeplerine gelince bunları da birkaç kalem hâlinde
takdîm etmek mümkündür. Bu atâlet:
- Siyâsî irâde eksikliğinden,
- Hükûmetlerin tutarlı bir bilim ve teknoloji politikası
üretmekte yetersiz olmalarından.
- Devlet erkânının bilim adamlarına soğuk ve bîgâne
davranmalarından,
- Bilim adamlarının bugünkü statüsünün gençlerin böyle bir
mesleğe imrenmelerini sağlayacak niteliklere sâhip olmamasından,
- Devletin bilimsel ve teknolojik araştırmaları izleyip
koordine edecek bir örgüte sâhip olmamasından,
- Millî araştırma merkezlerinin sayısının azlığından,
- Devletin millî araştırma merkezlerini yalnız mâlî değil
bilimsel yönden de denetleyecek bir sistem geliştirememiş olmasından,
- Devletin bilimsel ve teknolojik araştırmaları
ödüllendirecek genel bir sistemi olmamasından,
- YÖK'ün kaygısının bilim adamı yetiştirmeğe değil,
sulandırılmış profesörlüklerle üniversitelerin öğretim üyesi açığını kapamağa
yönelik olmasından,
- Profesör olmanın kolaylaşmasına paralel olarak doktora
tezlerinin de kalitesizleşmesinden,
- Üniversitede ihdâs ettirilen emir-komuta zincirinin
üniversite ve bilim ahlâkına sekte vurmuş olmasından,
- Statüsü sürekli değiştirilen üniversitelerin istikrarının
kalmayışından,
- Millî araştırma kurumlarının üst düzey yöneticilerinin
sıksık değiştirilerek bu kurumların sürekli istikrarsızlığa mahkûm edilmiş
olmasından
kaynaklanmaktadır.
C.U.: - Durumu kısaca böylece özetledikten
sonra Türkiye'nin bilim ve teknoloji alanında verimli bir varlık gösterebilmesi
için alınması gereken önlemlerin ve yapılması gereken ıslahatın ana hatları
sizce nasıl olmalıdır? Yâni bu durum
nasıl düzeltilebilir?
A.Y.Ö.: - Türkiye'nin bilim ve teknoloji
potansiyelinin arttırılması ve verimli kılınması için alınması gerekli
önlemler: 1) kaynak ihdâsı, ve 2) mevzuat yönlerinden ele almak uygun
olacaktır.
Kaynak ihdâsı yönünden: 1)
orta öğretimde klâsik liseler yerine artık süratle ve yaygın bir biçimde meslek
okulları açılmalıdır; 2)
üniversite sistemi ise mutlaka ıslah edilmelidir. Üniversite sistemimizin ıslahına geçen hafta
değindiğimiz için onu bir kere daha tekrarlamak istemiyorum.
Bu arada, Devlet erkânı da: 1) millî birkaç araştırma merkezi ve
alt yapısı zayıf üniversiteler kurmakla bilim ve teknolojinin ülkeye yararlı
faaliyetlerde bulunması için bütün gerekenin yapılmış olduğu
kuruntusundan kendisini kurtarmalı;
2) sürekli diri tutulan siyâsî bir irâdeyle teşvik, koordine ve
kontrol edilmeksizin ülke yararına bilimsel ve teknolojik bir gelişmenin
mümkün olmadığını, ve 3) millî araştırma kurumlarının ve merkezlerinin
üst düzey yöneticilerinin sık sık değiştirilmesiyle de bu kurum ve kuruluşları
istikrarsız kılındığını ve bunun da ülkeye yalnızca zarar verdiğini artık idrâk
etmelidir.
Bu idrâk ile 1) millî bilim
ve teknoloji politikaları geliştirmek;
2) bunların önceliklerini tesbit etmek; 3) bu önceliklere
göre güdümlü projeler yaptırtmak;
4) ihtiyaca göre yeni araştırma merkezleri kurmak, 5) bilimsel ve teknolojik
araştırmaları teşvik, koordine ve kontrol etmek, ödüllendirmek; 6) bilimsel ve teknolojik konularla
ilgili enformasyon toplayıp ülkenin yararına değerlendirmek ana hedefler olmalı,
ve 7) bütün bu faaliyetler için
kaynaklar ihdas etmek üzere, bilim ve teknoloji bakımından gelişmiş ve
gelişmekte olan bütün ülkelerde bulunduğu gibi, mutlakā ve mutlakā bir "Bilim
ve Teknloloji Bakanlığı" kurulmalıdır.
C.U.: - Muhterem Hocam; bir devletin
yapabileceği en iyi, uzun vâdede de sürekli ve en verimli yatırımın bilime ve
teknolojiye yapılan yatırım olduğu âşikâr.
Bunun bütün siyâsîlerimiz ve bürokratlarımız tarafından da berrak ve
kesin bir biçimde idrâk edilmesi Türkiye'yi nisbeten kısa bir sürede Dünya'nın
en güçlü devletlerinden biri yapabilir.
İnşâallāh Devlet erkânımız ile diğer siyâsîlerimiz de sizin bugün takdîm
ettiğiniz gibi Türkiye'nin bilimsel ve teknolojik potansiyelini aynı vuzuhla bir
ân önce idrâk ederek gerekli bütün önlemleri alırlar. Bunun ilk adımının
gecikmeden bir "Bilim ve Teknoloji Bakanlığı"nın kurulması fikrine bendeniz de
katılıyorum. Size de bu açıklamalarınız
için çok teşekkür ediyoruz, Hocam.
A.Y.Ö.: - Estağfirullāh, Cemâl'ciğim; ben de
bu konuları bir kere daha açıkça ifâde edebilmekden dolayı son derece
bahtiyârım.
* * *