Buradasınız

PUTLAŞTIRMA CİNNETİ

PUTLAŞTIRMA CİNNETİ


(25 Ocak 1995 târihlerinde MORAL FM'de Cemâl Uşşak'ın pîşekârlığında yapılmış olan sohbet)

C.U. - Muhterem Hocam; gün geçmiyor ki Medya'nın bir bölümü filân şarkıcıyı "gençlerin ilâhı (ya da idôlü)", falan futbolcuyu "stadyumların ilâhı" ya da açık saçık filmlerde rol alan bir kadını "seks ilâhesi" olarak ilân etmemiş olsun. Kişilerin böyle putlaştırılmasında ve bunun, ısrarla, olağan bir şeymiş gibi takdîm edilmesinde sizce bir hınzırlık yok mu? Ulvî bir kavram olan İlâh kavramının delâlet ettiği ma'nâ, böylece, aslından saptırılmıyor mu? Bu da bir çeşit "dezinformasyon" değil mi? İlâh kavramı bu yolla sekülârize edilerek aslî ma'nâsı yok edilmek istenmiyor mu?

A.Y.Ö. - Cemâl'ciğim; bu tesbitlerin, bana göre, fevkalâde isâbetli ve hakikatın da ta kendisi. Gerçekten de İlâh kelimesini şuna buna izâfe etmek sûretiyle hem Allāh'a apaçık şirk koşulmakta ve kişiler putlaştırılmakta, hem de Medya, Pavlov'un şartlı refleks yönteminden yararlanarak, İlâh kavramının sapık bir idrâkini ve kullanımını halkın zihnine zorla sokarak yaygınlaştırmaktadır. Bu çok hınzırca bir "dezinformasyon" ve bu ulvî kavramın da sekülârize edilmesidir.



C.U.: - Pekiyi Hocam; kimi zaman ilâh kimi zaman da put anlamında kullanılan bu idôl kelimesi nereden gelmektedir?

A.Y.Ö.: - Put'un (ya da arapçadaki eşdeğeri olan sanem'in) batı dillerindeki karşılığı eski yunanca eidôlon kelimesinden türetilmiş olan idôl'dür. Eidôlon'un etimolojik anlamı tasvîr demektir. Bu kelime, özellikle, çok-tanrılı dinlerde bir ilâhın "resim ya da heykel şeklindeki tasvirinin delâlet ettiği mâbud" için kullanılmaktaydı.

Hıristiyanlıkta "Baba-Oğul-Rûhülkuds"ün ya da Kilise azizlerinin tasvirleri-ne, ince bir nüans farkıyla, eikôn (ikon, ikona) denilmektedir. Etimolojik olarak bu da tasvîr anlamına gelmektedir; ama "eidôlon" (yâni idôl), "her şeyden münezzeh değil de bilâkis bir eikôn (yâni bir ikona) aracılığıyla tecellî eden" ilâh demektir. Buna göre eikôn, eidôlon'un düpedüz bir tasviridir.

Mûsevîlik ve İslâmiyet gibi Tektanrılı Dinler'de Allāh'ın varlığına ve kudretine ortak koşmak ve bu ortakları ya da Allāh'ı herhangi somut bir şey aracılığıyla tasvir etmek en büyük günahtır, şirk'dir. Hıristiyanlık için durum biraz farklıdır. Kilise'nin resmî doktrini, M.S. 325 de İznik'de toplanmış olan Kon-sil'denberi, resmî İncil'lerin hiç birinde bulunmamasına rağmen Zâtını "Baba-Oğul-Rûhülkuds" şeklinde üç ayrı zât olarak tecellî ettiren tek bir Tanrı inancına dayandırılmıştır.

C.U.: - Hocam; Hıristiyanlığın tek bir Tanrı inancına sâhip olduğunu ama Mûsevî-lik'den ve İslâm'dan farklı olarak bu bir ve tek olan Tanrı'nın Hıristiyan inancına göre üç ayrı tecellî hâlinde algılandığını ifâde ettiniz. Aklın kavrayamadığı bu akîdeye Mûsevîlik ve İslâm'ın nasıl bakmakta olduğunu açıklar mısınız?

A.Y.Ö.: - Evet Hıristiyanlık'da da, temelde, tek bir Tanrı inancı vardır. Ancak onların Mûsevîlik'den ve İslâm'dan ayrılan vecheleri bu tek Tanrı'nın Kendini (Baba, Oğul ve Rûhülkuds diye) üç ayrı zât olarak tecellî etirdiği inancında, yâni teslis inancında, yatar. Gerek Mûsevîlik gerekse İslâm açısından bir ve tek olan Tanrı'nın üç ayrı görünüşü olması ve hele bunlardan birinin Tanrı'nın oğlu(!) olarak Dünyâ'da insan gibi yaşamış olması kadar dine ve vicdana aykırı nefret uyandırıcı kerih bir iftirâ ve şirk olamaz, vesselâm!

C.U.: - Ama Hıristiyanlıkta da bu Teslis Akidesine karşı çıkmış olanlar da vardır, değil mi Hocam?

A.Y.Ö.: - Evet. Zâten Hıristiyanlıkta "teslis" (yâni üçleme) kelimesi ilk defa M.S. 180 yılında Antakyalı Teofilos tarafından ifâde edilmiştir. Ve Teslis Akîdesi de bu târihden sonra İskenderiye kelâmcıları tarafından işlenerek bir doktrin hâline getirilmiş ve buna da İncil'lerden zoraki bir kılıf uydurulmağa çalışılmıştır.

M.S. 325 de toplanmış olan İznik Konsili'nden önce Hıristıyanlık'da "teslisciler" ile "tevhidciler" arasında kıyasıya bir mücâdele vardı. Tevhidcileri İskenderiye'li papaz Arios (M.S.256?-336) temsil etmekteydi. Fakat imparator Büyük Konstantinos'un bastırmasıyla tevhidciler İznik Konsili'nde kaybettiler; ve Ahd-i Atîk'de de Ahd-i Cedîd'de de yer almayan Teslis Akîdesi Cenâb-ı Hak tarafından vahyedilmiş ya da Hz. İsâ tarafından tebliğ edilmiş bir hakîkat olarak değil, demokratik bir biçimde İznik Konsili'ndeki papazların parmak kaldırarak kabûlüyle, Kilise'nin resmî akîdesi ve doktrini olarak tescil edildi. 381 târihindeki İstanbul Konsili de hıristiyan tevhidciliğini bir kere daha mahkûm ederek İznik Konsili'nin kararını te'yid etti. Fakat daha sonra Hıristiyanlığı kabûl eden Ostrogotlar, Vizigotlar gibi bazı kavimler, herhâlde akla yatkın olduğu için olsa gerek hep Arios'un akîdesi olan tevhidciliği tercih ettiler.

Hıristiyanlığı Arios'un anladığı gibi idrâk etmek daha sonraki yüzyıllarda da sürüp gitti. Meselâ meşhur ingiliz şairi Milton'un, meşhur fizikçi Newton'un ve onun Cambridge'deki halefi olan Clarke'in hıristiyanlık anlayışlarının Arios'unkine paralel olduğu bilinmektedir.

Daha çok protestan çevrelerde gelişmiş olan Ünitaryen (yâni tevhidci) akım Teslis Akîdesi'ni külliyen reddeden bir hıristiyanlığı temsil etmekte ve bu bakımdan İslâma ve Mûseviliğe çok yakın bir îtikad ve hayat biçimi arz etmektedir.

C.U.: - Hıristiyanlıkta Teslis Akîdesi'ni tasvir eden ikonalara karşı da zaman zaman tepkiler gelişmiştir, değil mi?

A.Y.Ö.: - Evet. Hıristiyanlıkta Tanrı'nın bu üç görünüşünün tasvir edilmesi ve bu tasvirlere, tapınma (ibâdet) mertebesinde aşırı saygı gösterilmesi eğilimleri Hıristiyanlık âlemini zaman zaman sarsmıştır. Hattâ bunların taraftarları ve karşıtları arasında kanlı çatışmalara kadar varan yaygın ve uzun süreli nifâklara sebep olmuştur. Bu konuda M.S. 730-787 ve 815-843 arasında bütün Hıristiyan âlemini sarsan ikonakırıcılık akımlarını hatırlamak yeterlidir. Bu meselenin geçirdiği tarihî safhalardan sonra durum şudur ki Hıristiyanlıkta Tanrı'nın üç zât hâlindeki tecellîlerini resm ve tasvir etmek de, bunlara ve Kilise Azîzleri'nin tasvirlerine aşırı saygı göstermek de, gerek dünyevî gerekse uhrevî talepler için bu tasvirlerden medet ummak da 11 Mart 843 târihinde Ayasofya'da toplanan Konsil kararlarından sonra Papalığın artık müsâmaha ettiği ve günümüze kadar da egemenliğini korumuş olan bir pratik olmuştur.

Pratikte "Baba-Oğul-Rûhülkuds"ün ya da Kilise azîzlerinin tasvirlerine aşırı saygı göstermek ve onlardan medet ummak gerek Mûsevîlik gerekse İslâm açısından puta tapınmakdan başka bir şey değildir.

- Tevrat'da olsun Kur'ân'da olsun şirk yâni Allāh'a eş koşmak en büyük günah olarak ilân edilmiş ve insanlar buna karşı pekçok kere uyarılmıştır. Sizce insanı şirke yâni Allāh'a eş koşmaya sevk eden nedir, Hocam?

- Mûsevîlik'de ve İslâm'da da mücerred ve müteal Bir ve Tek İlâh'a îman aslında kolaydır. Ama şurası da göz ardı edilmemelidir ki beşerin nefsi, kendine mahsûs doğal sapkınlığı içinde, gene de bunu bir tasvîre bağlamanın zaptedilmez câzibesinden kurtulamamaktadır. Kötülüğü emreden nefis (Nefs-i Emmâre) beşeri: 1) hevâ ve hevesine tapındıracak yâni bunların dikte ettiklerinden daha üstün bir emir ve 2) kendinden de daha üstün bir emir mecii tanımayacak kadar soysuzlaştırabilir. Bu durumda beşerin nefsi bizzât kendi putu, idôlü olur. Beşer kendi kendini her şeye kaadir; her türlü emrin, hatânın, sualin, tavsiyenin ve müşâverenin üstünde addetmeğe başlar. Bu ise beşerin kendini gene kendi nezdinde putlaştırması marazından başka bir şey değildir.

Bu maraz kendisiyle birlikte adâletsizliği, müsâmahasızlığı, nefreti, hırsı, cehâleti, kibri ve gadrı de peşinden sürükler. Bu durumda, beşerin kendisini te'lih ettiğinden ya da putlaştırdığından, yâni ilâhlaştırdığından söz edilir.

Beşer günlük hayatta başkalarını da putlaştırır; isteye dileye onların emirlerinden üstün emir tanımaz. Bunun belirgin bir örneği bazı annelerin çocuklarını putlaştırması, isâbetli ve âdil olsun ya da olmasın, onların her emrine kuzu gibi boyun eğmesidir.

Bir başka örnek de totaliter devletlerdeki Devlet Başkanlarıdır. Bunlar kendilerini idôl olarak görmemiş ve bu yönde bir icbarda bulunmamış olsalar bile rejimlerinin sürüp gitmesi için çoğu kere de kendilerinden başka kişiler tarafından çatılan ideolojiler bunları birer ilâh (idôl) olarak takdim etmekte ve adlarına, saygı göstermeyi zorunlu tutan ikonalar üretmektedir.

Çağdaş toplumda, kendilerini idôl olarak gören ya da idôlleştirilmiş şahsiyetlerin ise topluma hep Medya aracılığıyla pompalanıp icbâr edilmekte olduğu da gözden ırak tutulmamalıdır. Medya bu gibi marazî tiplerin kimi zaman sûret-i hakdan görünerek eleştirisini yapmak, kimi zaman da düpedüz bunlara tapınmayı teşvik etmek sûretiyle topluma sapık etik normlar da icbar etmeğe kalkışmaktadır.

C.U.: - Hocam konunun açıklığı için bazı misâller verebilir misiniz?

A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; sohbetimizin başında sen zâten birkaç misâlle bir girizgâh yapmıştın. Gerçekten de Basın'ın belirli bir kesimine göre stadyumlarımız "futbol ilâhları" ile, sahnelerimiz de "gençlik ilâhları" ile doludur. İlâh olduklarının sürekli tekrarının idrâklerinde icrâ ettiği Pavlov refleksiyle kendilerini gerçekten de matah bir şey zannetmeğe başlayanlar, nefislerinin her türlü hatâdan berî (yâni Hz. Allāh gibi lâyuhtî) ve kendilerine yaptıklarından ötürü hiç bir sual tevcih edilemez (yâni Hz. Allāh gibi lâyüs'el) oldukları vehmiyle pekçok fuh şîyâtı (yâni resmen suç olan şeyleri bile bile herkesin gözleri önünde, ısrarla ve mükerreren icrâ etme densizliğini) irtikâb etmektedirler.

Böylece kimileri vaz geçilmez erkek olduklarının inancıyla zinâlarını gururla ve gene Basın'ın belirli bir kesiminin şakşaklarıyla sergilemekte; kimileri yaptıkları kaçakçılığın, ulaşmış oldukları ilâhlık statüsü dolayısıyla nasıl olsa es geçilip cezâsız kalacağına inanmakta; kimileri "dev yazar" oldukları vehmiyle ülkenin bütünlüğü, birliği ve ahlâkına saldırmayı fazîlet addetmekte; kimileri de politikada solu birleştirecek kudrete sâhip tek kişi olduklarını... ilh vehmetmektedir.

Sonuç hepsi için aynıdır. Hepsi de kısa sürede yalnızca âciz ve Basın'ın belirli bir bölümünün şişirme balonları olduklarını, kendilerine izâfe edilen kudretlerin ise birer serapdan öteye gitmediğini acı acı idrâk etmektedirler.

Böyle bir ortamda, doğal olarak, idôl olmağa özenen ve kendilerinin gerçekten de lâyuhtî ve lâyüs'el olduklarını bütün Türkiye'ye kabûl ettirmek isteyen politikacılar da pıtırak gibi bitmektedir. Yakın târihlerde, "Ben Allāh'dan başka kimseye hesap vermem" ve "Şu kadar yüz milyarı verdimse verdim!" efelikleri Basın'da yankılanmış olan politikacılarımız ve benzerleri de, modaya uyarak, kendilerini idôlleştirme marazına kaptırmış görünmüyorlar mı?

Kezâ aynı maraza kendini kaptırarak Sosyete'nin idôlu hâline gelen, çağdaş(!) ve de ilerici(!) yorumcularımız da yok mu?

Sanayi ve ticâret âlemimizde de, arasıra, kendilerini idôl gibi görmek ve göstermek isteyen, ve çiğ hareketleriyle sırıtan bazı zevât zuhur etmektedir. Fakat bu âlemin kendine mahsus kuralları bu gibilerin fikriyat ve davranışlarını, kendileri isteseler de istemeseler de, zarûrî bir kalıba sokmakta ve fikriyat ve davranışlarında zaman içinde zuhur eden çelişkilerini de kısa sürede umûma teşhir edivermektedir.

Nefis terbiyesi görmemiş kimseler için idôlleşme câzibtir; ama aklı dumûra uğratan büyük tuzaktır. Birisini idôlleştirme de, kişinin kendisini idôl gibi görmesi de İslâmiyette şirkdir; bunlar, beşeri Allāh'dan uzak tutmak isteyen ve Şeytanın makarrı olan nefsin oyunlarıdır. Bu münâsebetle Hz. Peygamber bir savaş dönüşünde Ashâb'ına: "Küçük cihâddan en büyük cihâda döndünüz; bu en büyük cihâd kulun nefsine karşı savaşıdır" demiştir. Bir başka hadîsde de: "Senin en kuvvetli düşmanın içindeki nefsindir" denilmektedir. Şu hâlde idôlleştirme marazının tedâvisi, daha önceki sohbetlerimizde de mükerreren vurgulamış olduğumuz gibi, ancak ve ancak kişinin nefsine karşı açacağı cihâd aracılığıyla gerçekleşebilecektir.

C.U.: - Hocam; isterseniz bir de İslâm öncesi Câhiliyye devrine dönüp o zamanki arapların önemli bir bölümünün tapındıkları putlardan söz edelim.

A.Y.Ö.: - Hayhay, Cemâl'ciğim. Bilindiği gibi İslâm öncesi dönemde Arabistan Yarımadası halkının önemli bir bölümü bu yörede zuhur etmiş olan Peygamberlerin tebliğlerini de şerîatlarını da hemen hemen bütünüyle unutmuş gözüküyorlardı. Arapların çoğunluğu çevrelerinin cinlerle dolu olduğuna, bunların hem hayra ve hem de şerre yönelik işler yapabildiklerine inanıyorlardı. Cinler insanlara çok nâdir hallerde görünen ama insanlar üzerinde icrâ edebilecekleri kötülüklerden de sakınılması gereken kudretli bir türdü. Ateşten (ya da alevden) yaratılmışlardı. Onların da kendilerine mahsus bir hayâtları, aileleri, düzenleri vardı. Ortalama 2000 ilâ 4000 yıl arasında değişmekte olan ömürleri insan ömrüne oranla çok uzun olduğundan, insanlar, yerleşmiş oldukları bölgede yaşayan cinlerle ve özellikle de bunların emîrleriyle çok iyi ilişkilerde bulunmalarının gerektiğine inanıyorlardı. Cinlerin en çok mesken edindikleri bölgeler ise ormanlar ya da münferit ulu ağaçlar, mağaralar, pınar başları, durgun su birikintilerinin yanı, kayalıklar ve kezâ (burası çok önemli!) insanların cinlere mesken olsun diye özel sûrette hazırladıkları ya da seçtikleri şeylerdi ki bunlara da sanem (çoğulu: esnâm) yâni put deniliyordu.

C.U.: - Bu putlar nasıl şeylerdi Hocam?

A.Y.Ö.: - Bu putlar yontulmuş ya da yontulmamış kayalardan, kıymetli mâdenlerden ve taşlardan olabildiği gibi tahtadan da ve daha başka maddelerden de hazırlanabiliyorlardı. Meselâ Benî Hanîfe kabîlesi putunu undan, hurmadan ve sütten îmâl etmişti. Bu kabîle bir kıtlık döneminde bu putu yemek zorunda kalmıştı. Bunu izleyen dönemde de Arabistan'da: "Araplar arasında Benî Hanîfe kadar putundan yararlanan kimse olmadı" şeklinde mizahî bir darbımesel pek revaç bulmuştu.

C.U.: - Pekiyi Araplar için bu cinlerin mâhiyeti neydi?

A.Y.Ö.: - Aslında Araplar Kur'ân'ın da beyân ettiği vechile yaratıcı (Hâlik) ve koruyucu (Hafîz) olan yüce Allāh'ın varlığına da inanmakta ve putlarının içinde mekân tuttuklarına inandıkları cinleri de O'nun kızları olarak tanımaktaydılar. Câhiliyye devri araplarının Allāh'ı tanımalarına rağmen şirkden de bir türlü kurtulamadıklarını Kur'ân'ın şu âyetleri ne kadar veciz bir şekilde beyân etmektedir:

  • Hayır, onlar hep evvelkilerin dedikleri gibi demekteler. Dediler ki: "Öldükten sonra toz-toprak ve kemik olduktan sonra mı diriltileceğiz? Andolsun ki bu bize de, daha önce atalarımıza da vaad edilmişti; ama bu öncekilerin masallarından başka bir şey değil". De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin, Yeryüzü de orada bulunanlar da kimindir?". Diyecekler ki: "Bunlar Allāh'ındır". De ki: "Yedi kat göğün Rabbi de, pek yüce olan Arş'ın Rabbi de kimdir?". Diyecekler ki: "Bunlar da Allāh'ındır". De ki: O hâlde niye hâlâ çekinmiyorsunuz?". De ki: "Eğer biliyorsanız söyleyin; her şeyin saltanatını da tasarrufunu da elinde tutan kimdir?". Diyecekler ki: "Bunlar da Allāh'ındır". De ki: "Pekiyi ama sizleri hâlâ niye boş şeyler teshir etmekte?". Hayır, biz onlara gerçeği verdik ama onlar muhakkak ki yalan söylemekteler. Allāh hiç kimseyi evlât ittihaz etmez ve onunla birlikte bir başka ilâh daha yoktur; olsaydı her ilâh kendi halkettiğini benimseyip alır gider ve bir kısmı da öbürlerinden üstün olurdu. Muhakkak ki Allāh bunların Kendi'sine yakıştırdıkları vasıflardan münezzehtir. O gizliyi de bilir, apaçık görüneni de ve O, Kendi'sine atfedilen şeriklerden yücedir (XXIII/82-92).
  • Andolsun ki onlara: "Gökten yağmuru kim yağdırır da onunla, ölümden sonra Arzı kim diriltir" diye sorsan mutlaka "Allāh" derler ama bunların çoğu hiç akıl etmez (XXIX/63).
  • Gemiye bindiler miydi yalnız O'nu tanıyarak ihlâsla Allāh'ı çağırırlar da onları kurtarıp karaya çıkardığımızda da hemen şirke dalarlar (XXIX/65).


Müşrik Araplar, ayrıca, Hz. İbrâhim (a.s.)'ın zamanındanberi nasılsa bir âdet olarak koruyageldikleri Hac'da Allāh'ın adına telbiye de ediyorlar yâni "Lebbeyk, Allāhümme lebbeyk" diye bağırıyorlardı (bak."Hişam bin Kelbî: Kitâb-ül Esnâm"). Ancak Peygamberlerin tebliğlerini ve şeriatlarını unutmuş oldukları için: 1) Allāh'a nasıl tapmak gerektiğini de, 2) cinlere itibar etmemek gerektiğini de, 3) Allāh ile kendi aralarına bu kabil aracılar koyup da selâmeti onlardan beklemenin muhâl ve bâtıl olduğunu da idrâk edemiyorlar ve bu hususda akıllarını işletemiyorlardı.

C.U.: - Câhiliye çağı araplarının cinleri kollamak üzere geliştirdikleri bu pratik düpedüz bir putperestliğe acabâ nasıl dönüşmüş, Hocam?

A.Y.Ö.: - Câhiliye çağı arapları, başlangıçta, putlarında ikaamet ettiğine inandıkları cini tatmin etmek için puta ta'zîmde bulunurlardı. Fakat daha sonraları gelen nesillerin, babalarının ve atalarının putlara karşı gösterdikleri ta'zîmin kaynağındaki motivasyonu unutmuşlar; atalarını kuru kuruya taklîd etmişler; ve sonunda da, cinleri tümüyle unutarak, putların bizâtihî kudret sâhibi birer ilâh olduklarına inanmağa ve zarûret hallerinde Allāh'a ya da daha önce yaptıkları gibi Allāh'ın kızları zannettikleri cinlere ilticâ edecek yerde bu putların maddî varlıklarına iltica etmeğe, bunlardan yardım ummağa ve selâmeti onlardan beklemeğe başlamışlardır. İşte bu açıdan Câhiliyye Çağında, Hanîf olanlar hâriç olmak üzere, bütün araplar böylesine bir şirk içindeydiler. Burada, dinler târihi ve dinler sosyolojisi açısından, en önemli husus: arapların atalarının putlara izhar ettikleri ta'zîmi bir vâsıta olarak değil de bir gāye olarak algılamalarına sebep olan taklîd yolunu seçmiş olmalarıdır.

C.U.: - Câhiliyye çağı araplarının bu tutumları kısaca nasıl özetlenebilir?

A.Y.Ö.: - Câhiliyye Çağı Arapları Allāh'a inanmakta; ama ayrı birer ilâh gözüyle baktıkları cinlerle de iyi geçinmek gerektiğini ve bunun için onları tatmin etmek ve onlara ta'zîmde kusur etmemek gerektiğini de düşünmekteydiler. Allāh'ın onlardan ulu olduğunu, sığınmayı ve selâmeti onlardan arayacak yerde Allāh'a sığınmak gerektiğini idrâk edememekteydiler.

Câhiliyye Çağı araplarının ömürleri: 1) "kendilerinden önce gelenleri körükörüne taklîd ederek" kuvvet ve kudretinden çekindikleri ve putlarında meskûn birer ilâh gibi gördükleri cinleri 2) "zikr ve ta'zîm edip" 3) onları "lâyüs'el ve azîz telâkki etmekle", böylece de Allāh'ı sık sık unutmakla geçmekteydi; bu tutumları ise, gitgide, putlarını 4) "keremde, ilimde, tedbirde, kudrette, tasurrufda, vesâyette, vekâlette, nusrette (yardımda), izzette ve lûtufta" Allāh'ın lâyüs'el şerikleri (yâni bu konularda Allāh ile aynı yetkiyi paylaşan ilâh ya da ilâheler olarak) görmelerine yol açmaktaydı.

C.U.: - Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber Efendimizin bu kabil şirke karşı tutumu nedir?

A.Y.Ö.: - Kur'ân-ı Kerîm inananları şirk pisliğinden arınıp tevhîd nûruyla müzeyyen olmaya dâvet eden bir tebliğdir. Hz. Muhammed (s.a.)'in cihâdı da işte bu kabil şirke ve müşriklere karşıdır. Şu hâlde insanın da, Hz. Peygamber misâli, açık ve gizli şirke cihâd açması farzdır.

C.U.: - Pekiyi Hocam; tekrar Câhiliye çağı araplarına dönecek olursak, bunları şirke sevkeden sebepleri tahlil etmek mümkün müdür?

A.Y.Ö.: - Evet Cemâl'ciğim. Câhiliye çağı araplarını şirke sevkeden sebepleri teşhis ve tesbit etmek mümkündür. Zâten böyle bir tesbit şirke karşı açılması gereken cihâd için de gereklidir. Bu sebeplerden ilki korku, ikincisi menfaat, üçüncüsü vehme dayanan ta'zîm, dördüncüsü ise körükörüne taklîdi yeğleyen akıl tembelliği'dir. Araplar önce cinlerden korkmuş, onlarla iyi geçinmenin menfaatlari icâbı olduğunu düşünmüş ve bunun için de onları ta'zîm etmeleri gerektiğini vehmetmişlerdir. Akıllarını dirâyetle ve isâbetle kullanmak husûsundaki tembellikleri de, atalarından kendilerine intikal etmiş olan bilgilerin ve âdetlerin isâbetliliğini tartışmaktan kaçınmalarına ve atalarını körükörüne taklîd etmenin bir fazîlet olduğunu vehmeden bir konformizme sıkı sıkıya yapışmalarına yol açmıştır.

Hz. Peygamber'in Mekke müşriklerine putlarının güçsüzlüklerini idrâk etmeleri için misâller getirdiği vakit bunların gene de atalarının âdetlerini taklîd etmekte direnmiş olmaları, bu konularda tefekkür etmekten nasıl kaçındıklarına ve akıllarını nasıl hadım etmiş olduklarına ışık tutan ve ibretle tesbit edilmesi gereken bir olgudur.

Bu sebeplerin hepsinin kaynağı ise Câhiliyye Çağı Araplarının temyiz yoksunluğu'dur. Temyiz ise, yalnızca, aklını dirâyetle ve isâbetle kullanma yeteneğine sâhip kimselerde (yâni Kur'ân lisânıyla: ûlü-l elbâb'da) bulunur. Bir kimsenin hâfızası ne kadar geniş, mantığı ne kadar muhkem olursa olsun eğer aklını dirâyetle ve isâbetle kullanamıyorsa, yâni temyizi yoksa, her hükmünün, her muhâkemesinin isâbetsiz olması ihtimâli fevkalâde yüksek olur.

  • Eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle dirâyetle kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı: cinlerin şerrinden korktukları vakit Allāh'ın gazâbının daha korkutucu olduğunu temyiz ederek Allāh'a tevekkül etmeleri gerektiğini idrâk etmiş olurlardı.
  • Eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı: Allāh'ın kızları olarak telâkki ettikleri cinlerden umdukları menfaatle kıyas kabûl etmeyecek kadar büyük lûtfun Allāh'dan gelmesi gerektiğini idrâk ve temyiz etmiş olurlardı.
  • Eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı: cinlere ve dolayısıyla bunlarla meskûn olduklarını zannettikleri, kendi îmâlâtları olan putlara gösterdikleri ta'zim yerine varlığını bildikleri Allāh'a ibâdet edilmesi gerektiğini idrâk ve temyiz etmiş olurlardı.
  • Eğer Mekke müşrikleri akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilen temyiz sâhibi kimseler olmuş olsalardı: atalarını körükörüne taklîd etmenin insanı aşağılatan sefâletine aslā düşmemiş, taklîdin menşe'ini araştırarak taklîdin aslında kendilerini yavaş yavaş Allāh'dan nasıl da uzaklaştırmış olduğunu idrâk etmiş olurlardı.


C.U.: - Hocam; bugünkü sohbetiniz için size çok teşekkür ediyoruz. İsterseniz bu sohbetin tabiî uzantısı olarak gelecek sohbetimizde de İslâm âleminde Câhiliye çağı örneğinde olduğu gibi açık ya da gizli şirklerin yaşanmış ve yaşanmakta olup olmadığını gözden geçirelim. Ne dersiniz?

A.Y.Ö.: - Vallāhi Cemâl'ciğim; böyle bir sohbet, yanlış anlaşılabilme tehlikesine rağmen, fevkalâde isâbetli olurdu. Doğrusu, ben buna varım.



* * *
Tasarım & Geliştirme | kerataif