Buradasınız
İSLÂM FELSEFEYİ REDDEDER Mİ?
İSLÂM FELSEFEYİ REDDEDER Mİ?
(MORAL FM'de 18 Ocak 1995 târihinde Cemâl Uşşak'ın pîşekârlığında
yapılmış olan sohbet)
C.U.: -
Muhterem Hocam; belirli çevrelerde Felsefe'ye karşı, bâzan nefret ve
bâzan da tekfire varan, aşırı bir hassasiyet müşâhade ediliyor. İsterseniz bugünkü sohbetimizi Felsefe'nin ne
olduğu ve ne olmadığı, İslâm açısından Felsefe'nin câiz olup olmadığı sorularına
tahsis edelim.
A.Y.Ö.: - Hayhay,
Cemâl'ciğim; çok isâbetli olur.
C.U.: - Bize önce Felsefe'nin mâhiyetini
açıklar mısınız?
A.Y.Ö.: - Sofos kelimesi Eski
Yunancada bilge anlamındadır.
Arapça ve Osmanlıca'daki karşılığı ise hakîm'dir. Bu kelime sofia yâni hikmet
kelimesinden türetilmiştir. Sofos, Eski
Yunan'da: "eşyânın tabîatı ve mâhiyetinin ne olduğu ile uğraşan" bir kimseyi
ifâde etmek üzere kullanılırdı. Ünlü
lâtin edîbi ve devlet adamı Marcus Tullius Cicero'nun (M.Ö. 106 - 43) Tusculanes başlıklı eserinde
naklettiği bir rivâyete göre, felsefe kelimesinin türetildiği filo-sofos
kelimesini M.Ö. V. yüzyılda ilk önce ünlü matematikçi Pitagoras ortaya
atmış. Kendisine sofos yâni
hakîm bir zât olup olmadığı sorulduğunda Pitagoras: "Ben sofos
(bilge/hakîm) değilim. Yalnızca
filo-sofos'um; yâni bilgeliğin bir dostu (filos'u)'yum; asla ona
mâlik ve onun sâhibi değilim" dediği rivâyet olunmaktadır. Eski Yunancadaki bu bileşik kelime Lâtinceye,
oradan da küçük telâffuz farklarıyla Avrupa dillerine ve Arapçaya geçmiş
bulunmaktadır.
dostu olmak yalnızca Hikmet hakkında bilgi sâhibi olmayı değil, fakat aynı
zamanda bir de özel bir tavır sâhibi olmayı gerektirmektedir; Hikmet hakkında bilgi kazanmak mümkündür ama
Hikmetin kendisine sâhip olmak, onu (çalışıp çabalayarak) kazanmak (iktisâb
etmek) mümkün görünmemektedir.
çalışıp çabalayarak elde edilemeyeceğine delâlet eden bu olgu, Kur'ân'da da: "O
(Allāh) Hikmetin sâhibidir" (LXII/3) ve "Allāh Hikmeti dilediğine verir. Kime Hikmet verilmişse (ona) gerçekten de
çokça hayır verilmiştir. Bunu da ancak
akıllarını dirâyetle ve isâbetle kullananlar (ûlü-l elbâb) anlar" (II/269)
âyetleriyle de te'yid edilmektedir. Bu
son âyet ise Hikmet'in kesbî (yâni çalışıp çabalamayla kazanılan) değil vehbî
(yâni Allāh tarafından verilen) olduğunun islâmî delilidir.
C.U.: - Hocam; Hikmet'in dostu olmanın, yâni filo-sofos ya da bugün telâffuz
edildiği gibi filozof/felyesof olmanın yalnızca Hikmet hakkında bilgi sâhibi
olmayı değil bir de özel bir tavır gerektirdiğini söylediniz. Acaba filozoflar bu özel tavrı
koruyabilmişler midir?
A.Y.ö.: - Felsefe'nin XVIII. yüzyılın
sonlarına doğru, Batı âleminde, bu tavır yönü gitgide silikleşmiş ve bilgi yönü
ağır basmaya başlamıştır. O târihlerde
Felsefe şu üç başlık altında toplanıyordu:
1) konusu Tabîat'ın incelenmesi olan ve fizik, kimya, biyoloji, astronomi
gibi bilimleri kapsayan "Tabîat Felsefesi"; 2) insanı, çevresiyle olan ilişkilerini ve
kaderini konu alan Ahlâk Felsefesi;
3) Allāh, rûh, nefis ve benzerleri gibi fizik-ötesi (metafizik) kavramları açıklamağa çalışan
Metafizik.
C.U.: - Bu sınıflandırma Felsefe'de hâlâ
geçerli midir?
A.Y.ö.: - Hayır; bu sınıflandırma zamanla
gelişmiştir. XIX. yüzyılda "Tabîat
Felsefesi", deneye ve deney sonuçlarının matematiksel kalıplara dökülmesine
dayanan pozitif bilim'e dönüşerek felsefenin dışında kalmıştır. Bununla
birlikte özellikle anglosakson ülkelerde bilim yerine "Tabîat Felsefesi"
denilmesi geleneği hâlâ korunmakta ve bilimden doktora yapanlara da "bilim
doktoru" değil "felsefe doktoru" unvânı verilmektedir. Ahlâk Felsefesi ise:
Ahlâk ve Mantık gibi biri
insanın hareket ve davranışlarının, diğeri ise düşünme ve bilgi kazanma
yollarının kurallarını araştırıp tesbit eden iki konuya ayrılmıştır. Kezâ, beyinle ilgili
olayları tahlil edip araştıran ve gitgide deneysel yanı da ağır basmaya başlayan
Psikoloji diye bağımsız bir dal ortaya çıkmıştır. Metafizik ise,
kendine özgü sorunlara belirli bir doktrine bağlanmadan bir cevap bulamadığı
için, sürekli bir tartışma zemini oluşturmağa devam etmiş, ve hattâ David
Hume (1711-1776) ve Auguste Comte (1798-1857) gibi filozoflar (daha sonra XX.
yüzyılda pozitivist ve yeni-pozitivist filozofların da yapacakları gibi)
metafiziği şiddetle eleştirmişler ve felsefeyi metafizikten arındırmak
istemişlerdir.
C.U.: - Pekiyi Hocam; Felsefe'nin bu
durumda tam bir tanımını verebilir misiniz?
A.Y.ö.: - Bugün felsefeyi, oybirliğiyle
herkesin kabûl edeceği bir tanıma bağlayarak kesin bir biçimde tanımlamak mümkün
değildir. Felsefenin ne olup ne olmadığı hakkında bir fikir sâhibi olabilmek ise
ancak felsefenin bugün uğraşmakta olduğu konular hakkında yeterince sağlam bir
bilgi sâhibi olmakla mümkündür. çağdaş
felsefe insan zekâsının düşünmek, fikir üretmek için yararlandığı bütün
imkânları kullanarak, en geniş anlamıyla, bir düşünce üretimi sanatıdır. Bu
düşünce üretimi asla rastgele bir üretim değildir. Bu:
1) deneye, 2)
gözleme, 3)
akıl-yürütmeye, ve 4) bunlardan: A) birbirleriyle uyuşan, B) akla uygun (rasyonel) ve C) anlamlı
sonuçlar çıkarılmasını sağlayan kendine özgü belirli bir yol-yordama
(metodolojiye) dayanan "bir fikir üretim tarzı"dır. Bundan dolayı da her
şeyin felsefesinden söz edilebilmekte, hattâ her bir şey için bir ayrı felsefe
üretilebilmektedir. Bu arada ilk akla
gelenler: bilim felsefesi, hukuk
felsefesi, devlet felsefesi, siyâset felsefesi, sanat felsefesi, teknoloji
felsefesi... ve benzerleridir. Meselâ
hukuk felsefesi söz konusu edildiğinde, herbiri birer özgün ictihâd ve istihrâc
metodolojisi ortaya koymuş olan: İmâm Ebû Hanîfe, İmâm Şafiî, İmâm Mâlik, İmâm
Ahmed ibn Hanbel, İmâm Câfer Sâdık ... gibi mezhep imamlarını İslâm âlemi'ndeki
en büyük hukuk filozofları olarak kabûl etmek gerekir. Kezâ İmâm Eş'arî ile İmâm Mâtüridî de
metafizikçi filozoflar tanımına girerler.
Ayrıca şu noktaya da dikkati çekmek
gerekir ki filozof (ya da feylesof, felsefeci) kavramı yüzyıllar boyunca
farklı ve çoğu kere de felsefe mesleğine aykırı düşen anlamlar
yüklenmiştir. Filozof, aslında, Hikmet'e
yönelik dengeli bir tavrı sergileyen bir kimse olarak algılanmakta iken meselâ
Ortaçağ'da simyâ ilmi ile uğraşanlara yâni metalleri altına dönüştürmeğe
çalışanlara da filozof denilmiştir. Kezâ
XVIII. yüzyılda yazılarıyla, eserleriyle cemiyetteki aksaklıkları dile getiren
ve özellikle Katolik âlemi'ndeki taassuba karşı çıkan Voltaire, Rousseau,
Diderot, D'Alembert gibi yazarlara; XIX. yüzyılda Viktor Hugo gibi şâirlere; ve
XX. yüzyılda da Shrî Aurobindo gibi yogilere, Gurdjieff gibi madrabazlara, Lenin
ve Troçki gibi ihtilâlcilere de, hak etmedikleri hâlde ve kelimenin içeriğine
bütünüyle aykırı bir biçimde, hep filozof etiketi yapıştırılmıştır.
C.U.: - İslâm âleminde Felsefe'nin gâyesi
acaba ne türlü telâkki edilmiştir?
A.Y.ö.: - Felsefenin gâyesi müslüman
filozoflar tarafından çok farklı olarak ifâde edilmiştir:
- El-Kindî (yaklaşık: 801-866): "Felsefe, insanın
gücünün yettiği ölçüde, küllî ve ebedî şeylerin hakikatlarını, mâhiyetlerini
ve sebeplerini bilmektir".
-
Fârâbî (870-950): "Felsefe ... varlıkların var
olmaları bakımından bilinmesidir".
- İbn Sînâ (980-1037): "Felsefenin gâyesi, nesnelerin
hakikatlarına bir insanın vâkıf olabileceği kadar vâkıf olmaktır".
- İbn el-Arabî (1153-1240): "... Hikmet, insanın gücü
nisbetinde Allāh'a benzemektir... İnsan elbette ki mâbûd (İlâh) olamaz fakat
O'nun sıfatları ile sıfatlanabilir".
- İsmâil Ankaravî (?-1631): "... Hikmet (felsefe)
sözünde ve yaptıklarında isâbetli olmaktır... Hakîm (filozof) o kimseye derler
ki her şeye hakkını verir ve zamanı gelmeden bir şeyi aceleye getirmez".
Bu tanımların ilk üçünün felsefenin
bilgi yönünü ön plâna çıkarmasına karşılık İbn el-Arabî ile İsmâil Ankaravî'nin
tanımları felsefenin tavır yönünü ön plânda tutmaktadırlar.
C.U.: - İslâm'da felsefî faaliyetler ne
zaman başlamıştır, Hocam?
A.Y.ö.: - Halîfe Me'mûn IX. yüzyılda Eski
Yunanca, Lâtince ve İbrânîce'den büyük bir çeviri faaliyeti başlatmıştır.
Böylece müslümanlar Eski çağın eserleriyle ilk defa karşılaşmışlar, "Tefsir" ve
"Usûl-i Hadis" ilimlerinin dışında da ilimler olabileceğini öğrenmişlerdir.
Müslümanlar Aristoteles'in ve Plâton'un felsefelerini çok iyi incelemiş ve
bunlar hakkında orijinal yorumlar vermişlerdir.
Bir bölük müslüman filozof ise kendi kendilerine sordukları sorulara
Kur'ân ve Hadisler çerçevesinde çözüm bulamayınca bazen dinî akîdelere aykırı
gelen fikirler de ileri sürmüşler ve bu yüzden de diğer müslüman âlimlerin haklı
eleştirilerine mâruz kalmışlardır. Dehrî, maddîyyûn gibi isimlerle de anılan bu
düşünürler daha sonraları aşağılayıcı (pejoratif) bir anlam kazandırılmış olan
felyesof kelimesiyle anılmağa başlamışlardır.
C.U.: - Pekiyi bu felyesofları İslâm
âleminde eleştirenler de zuhur etmiş midir?
A.Y.ö.: - Gâyet tabiî bunları eleştiren
pekçok kimse çıkmıştır ama İslâm âlemi'nde felyesofları acımazca eleştiren
kimse: 1) fikrî hasletleri, 2) eleştiriyi gerçeği aramak üzere başarıyla
kullanabilmesi, 3) sonuca erişmek için uyguladığı metodoloji, 4) analiz ve sentez yetenekleri yönünden
bakıldığında, kendisi de aslında çok büyük bir filozof olan Gazâlî'dir. Gazâlî
filozofları acımasızca eleştirmiş, bunların bir bölümünü küfürle suçlamış ve
filozof kelimesini daima pejoratif (yâni kötüleyici) anlamda ve hattâ küfürle
eşanlamlı kullanmıştır ama, ne garip bir tecellidir ki, kendisinin kitapları de
Endülüs'de felsefî unsurlar ihtivâ ettiği gerekçesiyle şehir
meydanlarında mutaassıb kimseler tarafından yaktırılmıştır.
İslâm âlemi'nde felsefeye hor gözle
bakmak, Gazâlî'nin ilmî şöhreti ve şahsiyetinin de katkısıyla, maalesef, hemen
hemen egemen bir tavır olmuştur. Gazâlî'den sonra da felsefenin: 1) gâyesini, 2)
mâhiyetini, 3) târihini ve târihî gelişmesini, 4) diğer bilimler üzerindeki
etkilerini, 5) tavırlarını, 6) olumlu ve olumsuz yanlarını, ve 7) bugünkü durumunu (yâni el attığı yeni
konularını) bilmeden felsefenin İslâm'a aykırı olduğunu ilân eden, hele
bütün felyesofların "rastgele görüşleri olan îmansız kimseler, kâfirler"
olduğunu iddia eden ilimden ve tetkikden nasibsiz, nakli ilim zanneden
bağnaz ve câhil bir fırka zuhur etmiştir.
Bu fırkanın Felsefe hakkındaki bilgi
ve görüşleri Gazalî'de stop etmiştir. Ve
bu zümre XII. yüzyıldan bugüne kadar Felsefe'nin gelişmesi hakkında en ufak bir
bilgiye sâhip olmamayı bir fazîlet addeden bir taassub içindedir. Bu konudaki cehâletini bugün bile sanki bir
mârifetmiş gibi bazı gazetelerin orta sayfasında sergilemeğe devam etmekte, Felsefe'yi ve felsefe ile meşgûl olanları
kâfir olup dinden çıkmış olmakla suçlamaktadır.
C.U.: - Pekiyi ama felsefe gerçekten de
İslâm'a aykırı mıdır? Ve filozoflar
gerçekten de "rastgele görüşleri olan îmansız kimseler, kâfirler" midir?
A.Y.ö.: -
Cemâl'ciğim; bu soruya tatminkâr bir cevap verebilmek için felsefenin bugünkü
konumunun ne olduğu çok iyi bilinmelidir. Bugün temel bilimler dediğimiz
matematik, fizik, kimya, astronomi ve biyoloji bağımsız dallar olarak artık
felsefenin kapsamı dışındadırlar.
Bununla beraber bilimlerdeki temel kavramların oluşmasını incelemek
felsefenin bir kolu olan psikolojinin konusuna; fiziksel realiteyi tasvîr
bakımından bu temel kavramların sınırlarını ve geçerliliklerini tesbit etmek ve
bu realiteye ulaşmak için yararlanılan metodolojinin isâbetliliğini incelemek de
gene felsefenin bir başka kolu olan epistemolojinin konusuna
girmektedir.
çağdaş felsefenin temel konuları,
kabaca: 1) Mantık, 2) Metafizik, 3) Psikoloji, 4) Bilgi Teorisi, 5) Epistemoloji, 6) Ahlâk,
7) Estetik ve 8) Felsefe
Târihi başlıkları altında toplanmaktadır.
Bu konuda ufak farklarla başka sınıflandırmalar da ileri sürülebilir.
Bugün artık filozof ya da felsefeci
diye, bu konuların birinde ya da birkaçında: 1) uzmanlaşmış olan ve 2) isâbetli
de olsa isâbetsiz de olsa, fikir üretebilen kimselere denilmektedir. Ancak, bir kimsenin filozof kelimesinin
gerçek anlamı olan "Hikmetin dostu" sıfatına lâyık olabilmesi için yalnızca
Gerçeğe erişmeyi hedef alan bir tavır içinde olması gerekir. Bu da kendi fikirlerini en iyi şekilde
eleştirebilmeyi ve yanlışlarından derhâl geri dönebilmeyi mümkün kılan bir
"nefsine hâkim olma" yeteneği gerektirir. Aksi hâlde bu kelimenin temelindeki anlama
uygun bir filozof değil yalnızca bir safsatacı ya da inatçı bir ideolog ve hattâ
bir demagog olur.
Felsefenin Mantık, Bilgi Teorisi,
Epistemoloji ve Felsefe Târihi gibi konuları, bunların metafiziğine
girilmediği takdirde, âdetâ pozitif bilimler gibi pek sübjektif yanı
bulunmayan ve dinî imânla çatışması ve çelişkisi de olmayan konularıdır. Yalnızca gözlem ve deneylerle
sınırlandırıldığında, aynı şey Psikoloji için de söylenebilir.
Fakat Metafizik de, Ahlâk da,
Estetik de bu kategoriye girmemektedir.
çünkü bunlar, üzerine inşa edildikleri temel aksiyomlarının
izafîliği dolayısıyla bizatihî izafî konulardır. Bundan ötürü de bu konular ilim hüviyetinden
çok, kendi içlerinde tutarlı olabilen ama herkesin istisnâsız kabûl etmediği
birer doktrin hüviyetine bürünmektedirler. İslâm Estetiği, İslâm Ahlâkı, İslâm
Metafiziği olabildiği gibi pekâlâ Hıristiyan Metafiziği, Lâik Ahlâk, Budizm
Ahlâkı, Greko-romen Estetiği, Rönesans Estetiği .... doktrinlerinden de söz
konusu edilebilmektedir.
İşte islâm filozofları için en
tehlikeli konular, ayaklarının kayacağı kaygan zeminler hep bu Metafizik, Ahlâk
ve Estetik konularıdır. Bugün
müslüman bir filozofun küfre ve hatâya düşmeksizin Metafizik'de, Ahlâk'da ve
Estetik'de faaliyet gösterebilmesi ancak ve ancak: 1) Kur'ân ile Sünnetin kesin sınırlarının
çerçevesi içinde kalması ve 2) aklını
Bunların üstünde görerek değil, aksine, aklını Bunların hizmetine vermesiyle
mümkündür.
Buna riâyet edenler için Metafizik,
Ahlâk ve Estetik konularında fikir üretmenin (yâni felsefe yapmanın) ne mahzûru
olabilir ki? Felsefenin Târihi, Mantık,
Bilgi Teorisi, Epistemoloji gibi konularının ise, bu konuların metafiziğine
girilmedikçe, küfre yol açmağa müsait olmadığına zâten dikkati çekmiştim. Ama bu konuların ille de metafiziğine
girilirse bu takdirde de Kur'ân'a ve Sünnet'e riayet edilmesi hâlinde müslüman
filozof küfürden korunmuş olacaktır.
C.U.: - Hocam Hikmet'in yâni Sofos'un
Kur'ân'da da zikredilmekte olduğuna temas etmiştiniz. Buna bir açıklık getirir misiniz?
A.Y.ö.: - Eğer iyi tesbit edebilmiş isem,
Kur'ân'da, Eski Yunancadaki "Sofos"un karşılığı olan "Hikmet" kelimesi 17 ve
"Hakîm" (yâni Hikmet sâhibi) kelimesi ise 92 kere geçmektedir.
Herşeyden önce: "Allāh Azîz ve
Hakîmdir (yâni Hikmetin sâhibidir)" (LXIII/1 ve 3). Rab Hikmetlerinden (dilediğini)
vahyeder" (XVII/39). "Allāh
Hikmeti dilediğine verir; ve kime Hikmet verilmişse, (ona) gerçekten de çokça
hayr verilmiştir. Bunu da ancak aklını
isâbet ve dirâyetle kullanabilen kimseler (ûlü-l elbâb) anlar" (II/269). Peygamberlere Kitab ve Hikmeti veren de O'dur
(III/81; IV/54 ve 113; XXXI/12; V/110),
Hazret-i Dâvûd'a hükümdarlık ile Hikmet'i veren de O'dur (II/251;
XXXVIII/20). O peygamberler de insanları
Rabb'ın yoluna Hikmetle dâvet etmek (XVI/125) ve bu Kitap ile Hikmeti insanlara
öğretmekle yükümlüdürler (II/129 ve 151;
III/48 ve164). Peygamber
insanlara Hikmet getirir (XLIII/63).
İnsanlar ise, öğüt alsınlar diye kendilerine indirilmiş olan Kitap ile
Hikmeti hatırlamalıdırlar (II/231; XXXIII/34).
İnsanlara onları kötülükten koruyup vaz geçirecek nice önemli haberler
gelmiştir; bu büyük bir Hikmet'tir.
Fakat (bundan yüz çevirene) bu uyarılar fayda vermez (LIV/4-5).
Bütün bu âyetlerden: 1) Hikmet'in aslî sâhibinin Hazret-i Allāh
(c.c.) olduğu, 2) Hikmetlerinden dilediğini vahyettiği, 3) Hikmet'in kazanılan bir şey değil Allāh
tarafından verilen vehbî bir şey olduğu,
4) Hikmet dolayısıyla zuhur eden hayırların ancak aklını isâbetle ve
dirâyetle kullanabilenler (ûlü-l elbâb) tarafından idrâk edilebildiği sonuçları
çıkmaktadır.
Kur'ân'da bu kadar yüksek bir
mevkide bulunduğu bildirilen Hikmet kendisine vahyedilmemiş ve verilmemiş olsa
bile Hikmet'i sevmek ve O'nun dostu olmak dahi (yâni Eski Yunancasıyla
"Filo-sofos" olmak dahi) insan için müstesnâ bir fazîlettir. Bu bakımdan Hikmet'e yönelen ve kendilerini
gerçekten de Hikmet'in Dostu (filo-sofos) olarak kabûl edenleri sırf filozof
kelimesi dolayısıyla ve hiç bir ayırım yapmadan, temyiz etmeden tekfir etmek
(küfürle suçlamak) şüphesiz ki İslâm ahlâkına uygun değildir. İnsanlara adâlet
ve ihsanla muamale etmelerini emreden (VII/29, XVI/90, LV/9, LVII/25) Allāh'ın (c.c.) indinde de makbûl olması
mümkün değildir.
C.U.: - Evet Hocam; her filozofu "rastgele
görüşleri olan îmansız, kâfir kimse" diye nitelendirmek hiç de adâletli bir
tutum değil.
A.Y.ö.: - Bir kere, eğer filozoflar iddia
edildiği gibi gerçekten de "rastgele görüşleri olan îmansız kâfir kimseler" ise,
rızıklarını Türkiye üniversitelerinde felsefe okutarak kazanan ve içlerinde İmâm
Hatip Okulları ile İlâhiyât Fakülteleri mezunları da bulunan filozof öğretim
üyelerinin hepsinin de, bu kabil bir iddianın istisnâ tanımayan hükmüyle,
îmansız kâfir kimseler olması gerekirdi.
Hâlbuki durum hiç de öyle değildir.
O hâlde böyle bir iddianın gerçeği yansıtması mümkün değildir.
Böyle bir iddia sâhibi, önce,
kendinde bir kimseye "îmansız" damgasını vurmak yetkisi var mıdır, onu
sormalıdır Gazâlî'nin mahdut sayıdaki
filozofa yakıştırdığı "kâfir" damgasını, kör bir şekilde bütün filozoflara
teşmil etmek hangi haklı sebebe dayanır
Bu sebep bu kabil bir iddiada bulunanın bizzat kendi tanıklığına mı
dayanmaktadır, yoksa bir başkasının rivâyeti midir?
Bu sebebin, iddia sâhibinin bizzat
kendi tanıklığına dayanması muhâldir.
Zirâ böyle bir iddia sâhibinin gelip geçmiş bütün filozofları tanımış ve
kitaplarını da teker teker okumuş olması mümkün değildir ki filozofların
tümünün de kâfir (ya da îmansız) olduğu hakkında kötü zanna değil de
tahkike (incelemeye) dayanan kesin ve istisnâsız bir hükme varabilsin. Şu hâlde iddia sâhibi, en azından, bir
başkasının ifâdesine dayanmaktadır. Bu başka kimse eğer Gazâlî ise, kendisinin
ölümünden sonra gelen filozofların tümünün de kâfir olacağını tahkîken
bilemeyeceğinden, iddia sâhibinin, Gazâlî'nin sözüne dayanarak, filozofların
tümünü istisnâsız tekfir etmesi yalnızca boş bir dedikodu ve kötü zanna dayanan
ağır bir nâkısadır. Yok eğer iddia
sâhibi kendisiyle çağdaş olan bir kimsenin tanıklığına dayanıyorsa, bu kimsenin
de tıpkı kendisi gibi, gelip geçmiş yüzbinlerce, milyonlarca filozofu tanımış ve
kitaplarını da teker teker okumuş olması mümkün değildir ki filozofların tümünün
de kâfir olduğu hakkında kötü zanna değil de tahkîke dayanan kesin ve istisnâsız
bir hükme varabilsin.
İşte şimdi biz de Felsefe'nin Mantık
bahsinden yararlanarak bir sonuca varmış bulunuyoruz. Bundan dolayı bize de rastgele fikirleri olan
kâfir, imânsız kimse denebilir mi?
C.U.: - Aman estağfirullāh, Hocam; bu
fırkanın Cenâb-ı Peygamber (s.a.)'nın hüsn-i zanna ait:
- Hüsn-i zan güzel kulluktur.
- Bir adamın amelleri ve fiilleri üzerine bir şey hükmetmekte
acele etmeyiniz, işinin sonunu bekleyiniz.
- Bir işin sonunu sabırla beklemek ibâdettir.
- Hüsn-i zan ibâdetin başlıcalarındandır.
şeklindeki hadislerinden haberdâr
olmaması gerçekten de esef vericidir.
Şimdi Hocam, konuyu toparlayıp bir kere de özetlemek lûtfunda bulunur
musunuz?
A.Y.ö.: - Memnûniyetle Cemâl'ciğim. Filozof kelimesi Hikmetin Dostu (ya da
Hikmeti Seven) anlamındaki Eski Yunanca bileşik "filo-sofos" kelimesinden
türetilmiştir. Felsefe ise, başlangıçta,
âlemi idrâk etmede bir tavra ve bir hayat tarzına verilen bir isim iken
sonraları başka anlamlar da yüklenmiş, ve bilgi yanı tavır yanından daha ağır
basmağa başlamış olan bir mesleğe dönüşmüştür.
Kur'ân'da Hikmet Allāh'ın (c.c.) dilediğine ve genellikle de
peygamberlere vahyettiği bir vedîa olarak zikredilmektedir. Şu hâlde Hikmet kazanılan (kesbî)
değil, Allāh (c.c.) tarafından verilen (vehbî) bir bilgi ve tavırdır.
Târih boyunca filozof kelimesi
felsefe ile hiç ilgisi bulunmayan kimselere de atfedilmiştir. İslâm âleminde ise filozofların bir bölümü
îtikad ile bağdaşmayan fikirler ileri sürmüş olduklarından kolayca tekfir
edilmişler ve buradan da gelmiş geçmiş ve gelecek bütün filozofların "rastgele
düşünceleri olan, îmansız ve kâfir" kimseler oldukları zannı bunu temyiz ve
tahkikden âciz, câhil bir fırka tarafından yayıla-gelmiştir.
Bugünkü anlamıyla felsefe, her biri
birer uzmanlık alanı olan ve her biri de kendine özgü bir metodolojiyle tahkîm
edilmiş bilim mertebesinde pekçok konuya ayrılmaktadır. Bunlar arasında (aklı
Kur'â ile Hadislerin hizmetine vermek ve bu çerçeveyi aşmamak kaydı ile)
Metafizik, Ahlâk ve Estetik konularında felsefe yapmanın islâmî açıdan hiç bir
mahzuru yoktur. Felsefenin diğer
konuları ise, metafiziklerine girilmediği takdirde ya da girilirse gene söz
konusu çerçeve içinde kalmak şartı ile, îtikadî konularla zâten çelişki içinde
olabilecek bir yapıya sâhip değildirler. Bu hususlara uyulduğunda felsefe İslâm'a
aykırı değildir.
Bugün pekçok müslüman ve müttekî
bilim adamı rızıklarını felsefe dolayısıyla temin etmektedir. Sırf Gazalî
XII. yüzyılda kendinden önce gelen filozofları beğenmedi diye bunların tümüne
"rastgele düşünceleri olan îmansız, kâfir" kimseler diye damga vurmak islâmî
ahlâka da, islâmî adâlete de, islâmî ihsâna da uymayan nâkıs bir tutum ve kuru
bir iftirâdır.
C.U.: - Hocam; Felsefe'nin hangi şartlarda
İslâm'a aykırı olmadığı hakkındaki bu açıklamalarınızın pekçok yanlış kanaatin
mesnetsizliğini ortaya koyduğu kanaatindeyim.
Size çok teşekkür ediyorum.
*
* *