Buradasınız

İLİMLERİN İSLÂM ÂLEMİNDEKİ SERÜVENİ

İLİMLERİN İSLÂM ÂLEMİNDEKİ SERÜVENİ


(30 Kasım 1994 târihinde MORAL FM'de Cemâl Uşşak'ın pîşekârlığında yapılan sohbet)

C.U.: - Muhterem Hocam; pozitif ilimlerin oluşmasının temelinde yatan olgular nelerdir? İlimlerin ortaya çıkmasına aracı olan asgarî müşterekler var mıdır? Bugünkü sohbetimize de isterseniz bunlarla başlayalım.

A.Y.Ö.: - Hayhay Cemâl'ciğim; hemen ifâde edeyim ki çeşitli bilimsel disiplinlerin temelleri insanoğlunun binlerce yıl süresince biriktirdiği gözlemlere ve bilgilere dayanır. Bilgi birikimi her zaman bir ilim oluşturmaz ama bir bilimin oluşması için çoğu kere gerekli olan tabanı teşkil eder. Târih boyunca pekçok topluluk: 1) kendine özgü bir dil, 2) bir dizi sembollerden oluşan sessiz bir iletişim aracı, yâni bir yazı, 3) bâzen bir sayı sistemi, ve nihâyet 4) bilimsel bir bilgi yumağı geliştirmiştir.



C.U.: - Bu hususda bazı örnekler verebilir misiniz, Efendim?

A.Y.Ö.: - Tabiî. Meselâ Sümer'de ve Bâbil'de altmışlık bir sayılama sisteminin kullanıldığını biliyoruz. Bugün bile zaman ölçümünde 60 saniyeyi 1 dakika, 60 dakikayı 1 saat olarak kabûl ederek hâlâ bu sistemi kullanmaktayız. Kayda geçmiş ilk astronomi bilgilerini ve bunlardan yararlanmayı da gene Sümerlilerde görüyoruz. Bugün kullanmakta olduğumuz takvimin kökeni de Eski Mısır'a dayanır. Bu takvim 365 gün ihtivâ etmekte ve her dört yılda bir, bir gün ilâvesiyle 366 gün olmaktaydı. Buna karşılık uzunluk ve ağırlık ölçümlerinde ondalık sistemin yaygın bir biçimde kullanılması XIX. yüzyılın başından itibâren mümkün olmuştur.

Geometrinin temellerine ilişkin ilk bilgi birikimi ve uygulamaların ise Eski Mısır'da vuku bulmuş olduğuna dair pekçok veri vardır. Nil'in periyodik kabarmalarında sular altında kalan arâzilerin sınırlarını sular çekildikten sonra yeniden tesbit edilerek mülkiyet hakkının korunması bu ülkede çok önemli hukukî bir problemdi. Bununla ilgili tapu ve kadastro işlemlerinin gerekliliği, ister istemez, insanlığın geometrik düşünce ile ünsiyetini arttırmıştır.

C.U.: - Hocam, tabiî ki bunlar yalnızca bilgi birikimi ve pratik bir takım reçetelere yol açan teşebbüsler olarak idrâk edilebilecek olgular. Pekiyi ama, acaba, gerçekten de pozitif ilim diyebileceğimiz disiplinler ne zaman ve nasıl bir bakış açısının eseri olarak zuhur etmiştir?

A.Y.Ö.: - Grekler gelinceye kadar insanlık gözlem ve deneme-yanılma yoluyla, yalnızca, pratik olarak yararlanabileceği bilgi biriktirmiş fakat bugünkü epistemolojik kıstaslar çerçevesinde ilim üretememiştir. M.Ö. VI. yüzyıldan itibâren Greklerin sâyesinde insanoğlunun "âleme bakış açısı"nda radikal bir değişiklik olmuştur. Ticâret ve politikadan başlayarak hayatın her vechesinde mantığa dayalı bir akıl yürütmenin kudretini idrâk eden Grekler bu sâyede Kâinat'ın yapısını ve yataklık ettiği olayların nasıl meydana geldiğini anlamayı ve açıklamayı, yâni bir yandan 1) bu olaylar, diğer yandan da 2) bu olayları meydana getiren unsurlar arasındaki ilişkileri ve bu ilişkilerde değişmeden kalan kuralları keşfetmeyi hedef almışlardır. İşte bu tutum bilgiden ilime giden sürecin: hem 1) başlangıcı ve hem de 2) yönlendirici motivasyonu olmuştur.

Matematiğin yol-yordamı (metodolojisi) Pitagoras (M.Ö. VI. yy) ve Euklidis (M.Ö. 315-255) tarafından geliştirilerek tesbit edilmiştir. Matematiksel düşüncenin tabîat olaylarına uygulanması ise olağanüstü gelişmelere yol açmıştır. Meselâ Eratostenis, geometrik mülâhazalar sâyesinde, Yeryüzü'nün çevresinin 39.400 km olduğunu daha M.Ö. II. yüzyılda ölçmeyi başarmıştır. Bu ise bugün çok modern ve hassas imkânlarla yapılan değerlendirmeden yaklaşık %1,5 kadar daha düşük bir değerdir.

Bunu izleyen dönemde matematiğin, ölçüme dayanan (yâni pozitif) diğer bütün ilimlerin ve dolayısıyla da her türlü tekniğin temeli olduğu idrâk edilmiştir. Bütün pozitif ilimleri hükmü altında tuttuğu için Matematik bir yandan "ilimlerin sultânı", fakat aynı zamanda bütün pozitif ilimlerin gelişmesine hizmet ettiği için de "ilimlerin hizmetkârı" konumundadır. Romalıların su kemerleri ve su isâle hatları gibi bayındırlık hizmetlerinde sergiledikleri ve bugün herkesi şaşırtan ustalık ve hassasiyet bu yapıları matematikden yararlanarak ve matematik kesinliğe riayet ederek yapmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

C.U.: - İnsanlık târihinde Müslümanların ilimlere, ilimlerin gelişmesine katkıları olmuş mudur?

A.Y.Ö.: - Hiç olmaz olur mu? Kendini âlemin merkezinde zanneden ve kendisinden başka medeniyetleri de bilmezlikten gelen Batı, bugün bile, Rönesansı Avrupa'da ve de XV. yüzyılda başlamış gibi telâkki etmektedır. Oysa Rönesansı iki döneme ayırmak gerekir. Bunların ilki, Abbâsî Halifesi Me'mûn'un (786-833) grekçeden ve süryâniceden arapçaya çevirttiği eserlerin İslâm Aleminde yayılmasıyla Bağdat'da ve IX. yüzyılda başlamış olan "Erken Rönesans Dönemi" diye adlandırmak istediğim dönemdir. Avrupa'da ortaya çıkan ve ilim yanından çok sanat ve mühendislik yanı ağır basan Rönesans dönemine ise ancak "Geç Rönesans Dönemi" adı verilebilir.

Erken Rönesans Dönemi'nde, İslâm Aleminde, felsefe ve özellikle metafizik ile hukuk büyük gelişmeye mazhar olmuş; ayrıca matematikte, fizikte, astronomide, kimyada ve tıbda yeni sonuçlar elde edilmiş; bu son dört dal, kendilerine has metodolojilerinin gelişmesiyle, sistemleşerek bağımsız ilim statüsüne kavuşmuşlardır. Bu gelişim, İslâm âleminde, Beytülhikme denilen gerçek anlamda bilim akademilerinin, Şemsiyye denilen rasathânelerin ve Medrese denilen üniversitelerin yaygın bir biçimde kurulmalarını sağlamıştır.


C.U.: - Hocam; bu dönemdeki Medrese'leri gerçekten de üniversite olarak kabûl edebilir miyiz?

A.Y.Ö.: - Gayet tabiî! Her ne kadar, batılı kaynaklar üniversitelerin menşei olarak Roma İmparatorluğunda kurulmuş olan ilk hukuk okulunu gösterirlerse de üniversite olabilmek için birkaç disiplinin birden aynı bir çatı altında okutulması gerekir. Bunu ilk sağlayan ise İslâm âleminin medreseleri olmuştur.

İslâm üniversiteleri, özellikle XII. ve XIII. yüzyılda, Avrupa'dan pekçok öğrenci çekmiştir. Bu tarihlerde bu üniversitelerde felsefe, matematik, tıb, fizik, astronomi, kimya gibi ilimler temsil ve tedris edilmekteydi. Tuleytule (Toledo) ve Kurtuba (Cordoba) üniversiteleri o dönemden sonra Avrupa'da kurulan bütün üniversitelere model olmuşlardı. 1231 yılında imparator II. Frederik'in bir fermânıyla Sicilya'da kurulmuş olan "Salerno Tıb Okulu" da, başta tıb olmak üzere, İslâm âleminde gelişen ilimlerin Avrupa'ya aktarılmasında ilk basamak rolünü oynamıştır.

C.U.: - Pekiyi, Hıristiyan Avrupa'da üniversiteler yaygınlaşınca bunlar da tıpkı "Salerno Tıb Okulu" gibi hep İslâm âlemi'nde gelişen ilmî düşüncenin mi aktarıcısı oldular?

A.Y.Ö.: - Evet; bir bakıma öyle olmuştur. Avrupa kendi üniversitelerine kavuştuktan sonra yaklaşık üç yüzyıl boyunca eski grek bilginlerinin eserlerini, müslüman ilim adamlarının bunlara getirdiği yorumları ve ilimlere kazandırdığı yeni sonuçları hazmetmekle uğraşmıştır. XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibâren ise özellikle Kopernik, Kepler ve Galileo'nun eserlerinin verdiği dürtüyle pozitif ilimlerin gelişimi Avrupa'da büyük bir ivme kazanmıştır. Bu ivme günden güne artarak bugünlere erişilmiştir.

C.U.: - O zaman, İslâm âleminde ilimlerin gelişmesinin XIV. yüzyıldan itibâren duraksamaya başlamasına karşılık Hıristiyanlık âleminde ilimlerin büyük bir ivmeyle gelişmeğe başlamasının sizce sebebi nedir?

A.Y.Ö.: - Bir yandan Avrupa mozaiğini oluşturan küçüklü büyüklü ülkelerin arasındai siyâsî bir rekabet mevcuddu. Diğer yandan da kentleşmenin ortaya koyduğu zarûretlerin halli gerekiyordu. Ve nihâyet, bol yağışlı sert bir iklimin arz ettiği doğal âfetler de, avrupalıları, karşılaştıkları meseleleri çözmek üzere özellikle matemetik ve mekanik gibi ilimlerden etkin ve verimli bir biçimde yararlanmağa yöneltmiştir. Bu motivasyonlardan genellikle mahrum olan rahat ve sâkin müslüman topluluklarına oranla, mühendisliğin her kolu Avrupa'da daha XIV. yüzyıldan itibâren hızla gelişmeğe ve toplumun refah düzeyi de bundan nasibini almağa başlamıştır.

C.U.: - Muhterem Hocam; o zaman İslâm âleminde ilimlerin gelişmesinin durmasını ne gibi sebeplere bağlıyorsunuz?

A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; önce istersen İslâm âleminde ilimlerin Dünya kültür târihini ne denli etkilemiş olduğunu kısaca bir gözden geçirelim. İslâm âleminde ilimlerin en parlak dönemi M.S. 750 - 1100 yılları arasında olmuştur. Ben, bu konuda, bu yüzyılın başının meşhur ilim târihçisi George Sarton'un "İlim Târihi" isimli 5 cildlik âbidevî eserine başvurmak istiyorum.

Sarton ilimlerin gelişim târihinin nîrengi noktalarını, her "yarım yüzyıllık kısmî çağa" merkezî bir şahsiyet tekaabül ettirerek tesbit ve tasnif etmiştir. Buna göre Sarton, meselâ M.Ö.450-400 yılları arasındaki çağa Plâton (Eflâtun) Çağı demekte ve bunu Aristotelis'in, Euklidis'in, Arhimidis'inkiler ve diğerleri izlemektedir. M.S. 600-700 arasındaki iki çağın tamamına Çin Çağı demek daha doğru olur; çünkü Sarton'un sınıflandırmasına göre bu çağın her 50 yıllık dönemine iki çinli tekabül etmektedir. Bunu izleyen 350 yıl boyunca ise, yâni M.S. 750-1.100 arasında her 50 yıllık çağı, Sarton'a göre sırasıyla: Câbir, Harizmî, Râzî, Mes'ûdî, Vefâ, Beyrûnî ile İbni Sinâ, İbn-ül Haysem ile Ömer Hayyâm aydınlatmaktadır. 350 yıl sürmüş olan bu parlak çağ ise Dünyâ ilim târihinde İslâm Çağı olarak anılmaktadır.

George Sarton'un sınıflandırmasında avrupalı ilk isimler ancak M.S. 1100 yılından sonra ortaya çıkmaktadır. Bunlar, sırasıyla, Cremona'lı Girardo ve Roger Bacon'dır. Sarton bu târihden sonraki devrelerde de, daha iki yüzyıl kadar, avrupalı ilim adamlarıyla birlikte İbn Rüşd'ü, Nâsırüddin Tûsî'yi ve kan dolaşımını ingiliz Harvey'den üç yüzyıl önce ortaya koymuş olan İbnünnefis'i zikretmektedir.

XIV. yüzyılın ortasından itibâren İslâm âleminde ilim, pek ârızî birkaç parlamanın dışında, körelmeğe başlamıştır. Bunlar Semerkand'da Uluğ Beyin sarayında XV. yüzyılın ilk yarısında, İstanbul'da Fatih Sultan Mehmed'in sarayında XV. yüzyılın ikinci yarısında ve Delhi'de Türk-Moğol imparatorunun sarayında XVIII. yüzyılda vuku bulmuş olan kısa süreli parlamalardır.

Bakınız; Briffault, Making of Humanity isimli eserinde: "... İlim diye isimlendirdiğimiz olay Avrupa'ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçüm metotlarının sonucu olarak doğmuştur. İlim İslâm medeniyetinin Dünyâ'ya en önemli armağanıdır" demektedir. George Sarton ise: "Ortaçağın temel fakat bir o kadar da az bilinen başarısı, deney rûhunun uyandırılmasıdır ki bu, her şeyden önce, XII. yüzyıla kadar Müslümanların sâyesinde olmuştur" demektedir. Buna rağmen, İslâm'ın geliştirip yücelttiği ilim acaba İslâm ülkelerinde XII. yüzyıldan başlayarak niçin gerilemiştir? Bunun, bana göre, zahirî olarak üç ve bâtınî olarak da bir sebebi vardır.

C.U.: - Hocam; İslâm âleminde ilimlerin gerilemesi için ileri sürülen sebeblerin bu türlü bir sınıflandırmaya tâbî tutmanız çok ilgi çekici. Lûtfen bu zahirî ve bâtınî sebepleri, açıklar mısınız?

A.Y.Ö.: - İslâm âleminde ilimlerin gerilemesinin zahirî sebeplerinin ilki Moğol istilâsı ve katliamı sonucu Bağdat'ın talan edilmesi ve Abbasî Halifeliğinin çökmesidir. Bu felâket ânî gelmiş, fakat İslâm âleminde ilmin gerilemesi üzerindeki olumsuz katkıları uzun vâdede ortaya çıkmıştır.

Moğol istilâsı yalnız Abbâsî Devleti'ni değil fakat ilim adamlarını koruyan pek çok hamiyetli sultânın mülkünü de târumar etmiş; ilim merkezlerinin kapanmasına, ilim adamlarının göçüne ve geçim sıkıntısı çekmelerine sebep olmuştur. Benzer sonuçlar Emevî Devleti'nin çöküşüne sebep olan Hıristiyan istilâsı ve katliamı dolayısıyla İspanya'da da yaşanmıştır.

İslâm âleminde ilimlerin gelişmesi hep yüksek mevkiler işgâl eden kimselerin himâyesi sâyesinde gerçekleşmiştir. Moğol istilâsı sonucu hem hamiyetli emirler azalmış, hem de bunların bir kısmı âlimlere, kütüphânelere, rasathânelere yatırım yapacak yerde şâir ve sanatkârları himâye etmenin daha az masraflı ve nefislerini daha sık tatmin eden bir tedbir olacağının farkına varmışlardır. Nitekim emir için ayda yılda bir yazılan bir methiyenin karşılığı olarak ödenen para bir kütüphânenin muhâfazası için sarfedilmesi gereken meblâğın yanında fevkalâde küçüktü.

Ayrıca istilâlar sonucu ortaya çıkan pek çok hukukî durumun halli için de çok sayıda hukukçuya duyulan ihtiyaç müslümanları artık bir kazanç aracı olmakdan çıkmış olan pozitif ilimler yerine fıkıh öğrenmeye yöneltmiştir.

Fâtih, Osmanlılarda, ilmin pratik değerini anlayan ilk pâdişahtır. Nitekim Fâtih Bizans'ı ele geçirmenin harp araçlarındaki teknolojik yeniliklere bağlı olduğunu berrak bir biçimde idrâk etmişti. Bunun için ilim adamlarına büyük i'tibâr etmiştir. O kadar i'tibâr etmiştir ki meşhur matematikçi Ali Kuşcî'yi İstanbul'a dâvet ettiği zaman Osmanlı mülkünden içeri adımını attığı andan itibâren İstanbul'a kadar her adımına bir altın lira ödemiştir.

Fakat bu i'tibâr "ilmiyye sınıfı"nın (yâni din adamlarının) III. Murat zamanına kadar sürecek olan kıskançlığına ve entrikalarına yol açmıştır. III. Murat zamanında Galata sırtlarında Dünya'nın en büyük rasathânesini inşâ etmekte olan astronom Takiyüddin'in Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemsüddin efendi ile olan ihtilâfı, Şeyhülislâmın: "Rasat yapmak uğursuzluk getirir; ve göğün sırlarına nüfuz etmeğe küstah bir biçimde cüret edilmesinin tehlikesi de sonu da mâlûm ve muhakkaktır. Hiç bir devlet yoktur ki orada gök rasat edilmeye başlanmış olsun da o devlet mâmur iken harâb olmamış, devletin yapısı da depremli bir şekilde değişikliğe uğramamış olsun!" meâlinde bir fetvâ vermiş olduğu rivâyet edilir.

Bu fetvânın tahrikiyle Pâdişah rasathânenin tahribini emreden bir hatt-ı humâyunu Kaptan-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa'ya verir. Takiyüddin'in rasathânesi H. 987 yılı Zilhicce ayının 4. günü olan perşembe günü (21 Ocak 1980) tahrib edilir. Bu da Osmanlı Devletinde ve dolayısıyla da bu devletin o sıralarda temsil etmekte olduğu tüm İslâm âleminde temel bilimlerin XVIII. asrın sonuna kadar tam iki yüzyıl boyunca rağbetten düşmesinin ve hattâ unutulmasının zahirî ikinci sebebidir.

Fâtih'den sonra devletin kudreti, istikrârı ve coğrafî durumu dolayısıyla osmanlı toplumu yüzyıllar boyunca ictimaî, beşerî ve tabiî âfetlerden masûn kalmış olduğundan ilim ve teknolojinin gerekliliğini kendisine hissettirip idrâk ettirecek hiç bir sebeple karşılaşmış değildir; bu yönde hiç bir motivasyonu da olmamıştır. Osmanlıların ilimlerde geri kalmasının sebebi çok kudretli ve kudretini de daha çok bilek kuvvetiyle koruyan bir devlet kurmuş olmalarında yatmaktadır.

C.U.: - Yâni Hocam; Avrupa'da ilmin ilerleyebilmiş olmasının sebeplerinden biri olarak bu kıt'adaki devletlerin Osmanlılardan farklı bir devlet yapısına ve farklı bir jeopolitik konuma sâhip olmalarını mı gösteriyorsunuz?

A.Y.Ö.: - Evet Cemâl'ciğim; aynen öyle. Gerçekten de birbirleriyle siyâsî çekişme içinde olan küçük dukalıklar ve prenslikler mozayiği durumundaki İtalya ve Almanya'nın, soğukla sürekli boğuşan İskandinav ülkelerinin, bir yandan deniz ile öte yandan da işgalci Fransa ve İspanya ile savaşan Hollanda'nın, kezâ iç ve dış savaşların sürekli olarak uyanık tuttuğu Fransa'nın gerek siyâsî gerekse beşerî hayatlarını sürdürebilmek için alınması gerekli olan tedbirlerin önce teknolojiye ve onun da pozitif ilimlere dayandığını daha Geç Rönesans Dönemi'nin başındanberi teşhis ve tesbit etmiş olmaları Batı'nın ilim ve teknolojiyi geliştirmeyi çok hayâtî bir vazife olarak telâkki etmesine ve bu yönde asla ödün vermeyeceği köklü bir geleneğin oluşmasına ve korunmasına yol açmıştır.

C.U.: - Pekiyi, İslâm âleminde ilimlerin gerilemesine yol açan üçüncü zahirî sebep nedir?

A.Y.Ö.: - İslâm âleminde ilimlerin gerilemesine vesile olan üçüncü sebep ise ânî değil yavaş yavaş oluşmuştur. Bunun olumsuz sonuçları da sinsi bir biçimde gelişmiştir. Bu üçüncü zahirî sebep İslâm âleminde zuhur etmiş olan sünnî mezheblerle ilgili olarak gelişen bir îtikad ile ilgilidir.

Metodolojileri ve sistemlerinin dayandığı hadîsler dolayısıyla birbirlerinden farklı dört ayrı fıkıh görüşünün, sonradan, imâmları sayılan ve kendilerinden sonra gelenler tarafından geliştirilmiş olan dört ayrı mezhebin kurucusu olarak addedilen İmâm Ebû Hanîfe, İmâm Muhammed Şafiî, İmâm Mâlik bin Enes ve İmâm Ahmed bin Hanbel (r.a.) âlim, fâzıl, müttekî ve müdebbir zâtlardı. Bunlar açtıkları fıkıh yollarında kendilerinin taklîd edilmelerini de asla uygun görmemişlerdir. Kur'ân'da akılla ve aklı dirâyet ve isâbetle kullanmak husûsuyla ilgili olan: II/172, XII/2, XIV/52, XX/54 ve 128, XXXVIII/29 ve 51, XXXXIX/17-18 ve 21, XLIII/2, XLIV/58 ve LVII/17 âyetleri vardır. Bu âyetler tümüyle göz önünde tutulduğunda bunların muhtevâsından: "Aklını kullanmanın her reşîd müslüman için farz olduğu" sonucu istihrac edilmektedir. Hz. Peygamber (S.A.)'in, birkaç örnek vermek gerekirse:

  • "Doğru yolu akıllıdan öğrenin; sözüne isyân etmeyin; sonra nâdim olursunuz" (Süyûtî: Câmi-al Sagîr, 1. cild, s.33).
  • "Cebrâil'e insanlarda ululuğun, önderliğin neyle olduğunu sordum. Akılla dedi" (Abdurraûf Al Munâvî: Künûz Al Hakaayık Fî Hadîsi Hayr Al Halâyık).
  • "Akılıca hareket etmek her iki âlemde de işlerin en ulusudur" (A. Al Munâvî: a.g.e.).


şeklindeki konuyla ilgili birçok hadîsi; ve Hz. Ali (r.a.)'nın da:

  • "En akıllı insan, öğütleri dinlemekten vaz geçmeyen insandır".
  • "En ahmak insan, kendini herkesten akıllı sanandır".
  • "İhtiraslarını aklına üstün tutan rezil olacaktır".
  • "İki şey var ki asla sonuna erişilmez: İlim ve Akıl".
  • "İlim tükenmez hazine, akıl eskimek bilmez elbisedir".
  • "Yoksulun zenginliği göz tokluğu, akıllının zenginliği de ilmidir".
  • "Her şey akla muhtaçtır; akıl da eğitime".
  • "Akıl, ilim ve tecrübelerle gelişen zihnî bir istidattır".
  • "Akıl ve îman ikiz kardeşlerdir ki Allāh, birini öteki olmadan kabul etmez".


Cemâl'ciğim; akıl insanı temyize, temyiz ise temkine, temkin îtidâle, îtidâl hüsn-i zanna, ve hüsn-i zan da beşerî münâsebetlerde yumuşaklığa, edebe ve sulha sevkeder. Oysa vehim su-i zanna, su-i zan tefrikaya ve nifâka, nifâk ise fesada yol açar. Bütün bu beyyineler, hikmetli sözler ve gözlemler karşısında insanın ittikā endişesiyle dahi olsa bile "aklını kullanmak farzı"ndan kaçamıyacağı anlaşılmaktadır.

Söz konusu imâmlar da işte bu âyetlere, hadîslere ve hikmetli sözlere uygun olarak, daima: 1) istihrac ve ictihad hürriyetini, 2) tefekkür ve akıl yürütmenin fazîletini savunmuşlardır. Bu mubârek zevâtın şu beyânlarından ne kadar ibret alınsa azdır (bk. Hüseyin Kadri: 20. Asırda İslâmiyet; Pınar Yay., İstanbul 1992, sayfa: 99):

  • "Benim sözüm Kur'ân'a ve Resûlullāh'ın Sünnetine uygun olursa alırsınız, muhâlif olursa atarsınız" (İmâm Ebû Hanîfe).
  • "Delilimi bilmeyen adama benim sözümle fetva vermek haramdır!" (İmâm Ebû Hanîfe).
  • Benim her dediğimi taklîd etme! Kendin tefekkür edip delillerime bak; zira dinde başkasına güvenmek caiz değildir" (İmâm Şafiî).
  • "Benim sözlerimdeki hatâlara, tenkid edilecek yerlerine bakınız! Zira dinde Resûlullāh'ın sözünden başkası (pekâlâ) red ve tenkid edilebilir" (İmâm Mâlik).
  • "Din işlerinize kendiniz bakınız; zîrâ taklîd zemmedilmiştir. Taklîd, gözü olan adamları gözsüz eder" (İmâm Ahmed bin Hanbel).


Bununla beraber sünnî mezheblerle ilgili olarak Mezhebiyyûn Fırkası'nın itikadı diye isimlendireceğim ve hicrî V. yüzyıldan itibâren kuvvetli bir akım olarak İslâm âleminde zuhur etmiş ve günümüze kadar gelmiş olan orijinal bir îtikad sisteminde her nedense mezheb İmâmlarının bu sözlerine hiç itibâr edilmemiş olduğu gözlenmektedir. Buna göre:

  • İmâmlar din adına yapılması gereken bütün ictihadları yapmış, çözülmedik mesele bırakmamışlardır. Böylece dinde eksik hiç bir şey yoktur.
  • Dinde eksik kalmamış olduğundan ötürü artık ictihada kalkışmak da gereksiz, isâbetsiz, tehlikeli ve insanı mezhebinden çıkarıcıdır. Kur'ân'ın tercümesini ve hadîs kitaplarını okumak câiz değildir. Hele bunlardan hareketle hüküm çıkarmak tümüyle haramdır. Dolayısıyla din ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. İnsana düşen yalnızca ve yalnızca bir sünnî mezheb İmâmını taklîd etmekten ibârettir.
  • Aynı bir meselenin halli konusunda İmâmların ictihadlarında icmâ olmasa bile (yâni ictihadlarının sonuçları biribirlerinden farklı olsa bile), bu ictihad farklılığı yalnızca rahmet'tir ve İmâmlar da bütün ictihadlarında hem isâbetli ve hem de hatâsızdırlar (yâni hâşâ Allāh gibi lâyuhtî'dirler!).
  • İmâmlar hatâ yapmadıklarından ve hiç bir fânînin erişemeyeceği çok üstün hasletlere sâhip olduklarından dolayı mezheplerinin garantisidirler.


İslâm dinine sonradan eklenen ve tahkîk yerine taklîdi yeğleyen bu yeni âmentü(!) vicdâna ve akla koyduğu yasaklar ile mezheb imamlarını lâyuhtî ve dolayısıyla da Hazret-i Peygamber'den daha üstün tutmalarından ötürü İslâm âleminde ilimlerin gelişmesine engel olan, müslüman topluluklarını ilimlerden tecrid edip koparan üçüncü zahirî sebebi teşkil etmektedir. Bu âmentünün sâlikleri "ilimde üretken değil, iletken olmayı" tavsiye etmektedirler. Bu ise ilimde yeni keşifler yapacak, insanın bilgi ve görgüsünün ufuklarını genişletip onu tefekküre yöneltecek yerde kalıplaşmış ve terakkisi mümkün olmayan bir bilgi birikimini papağan gibi akılsızca ve şuursuzca tekrarlamak ve bunun da en büyük fazilet olduğuna inanmak demektir.

C.U.: - İslâm âleminde ilimlerin gerilemesinin bâtınî sebebini de çok merak ediyorum, Hocam.

A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim, güzel Kardeşim; Kur'ân'da insanlar arasındaki hukukî ilişkileri düzenleyen yaklaşık 250 kadar âyet bulunmaktadır. Buna karşılık Kur'ân'ın hemen hemen sekizde biri demek olan 750 kadar âyet de inananları: 1) tabiatı araştırmaya, 2) düşünmeye, 3) aklı en iyi şekilde (isâbetle ve dirâyetle) kullanmaya, ve 4) ilmî çalışmaları toplum hayatının bir parçası hâline getirmeye teşvik etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber'in ilim, âlim, ilim tahsili ve bunların faziletlerini beyân eden 200 kadar hadîsi vardır. Bütün bunlar Cenâb-ı HAK'kın ve O'nun sevgili Peygamber'inin indinde insanların ilme sarılmalarının ne denli bir öneme sâhip olduğuna işâret etmektedir.

Kur'ân ins ve cinne hidâyet olsun diye inmiştir. Hz. Peygamber'in hadîsleri de aynı gâyeye yöneliktir. Bundan ötürü her kim olursa olsun bilinçle ya da bilmeden Kur'ân'ın bir âyetinin ya da Hz. Peygamber'in bir hadîsinin muhtevâsına uygun hareket ederse, o bununla ilgili olarak muhakkak büyük bir hayra erişir. Ve gene kim olursa olsun Kur'ân'ın bir âyetinin ya da Hz. Peygamber'in bir hadîsinin muhtevâsına uygun hareket etmez ise, o bununla ilgili olan hayra asla kavuşamaz. İşte bu yüzdendir ki ilimle, akılla, düşünce ile, tabîatı araştırmakla ilgili Kur'ân âyetlerine ve hadîslere uymamak İslâm âleminde ilimlerin gerilemesinin bâtınî sebebini teşkil etmektedir.

İşte bunun içindir ki müslümanlar ne zaman Kur'ân'ın ilimle ilgili âyetlerine ve Hz. Peygamber'in de aynı konudaki hadîslerine canla başla sarılmış ve bunların gereğini yerine getirmişlerse parlak medeniyetlere erişmişler; ve ne zaman bunları unutmuş da akıllarını hadım ederek taklîd çengeline asmışlarsa medeniyetleri duraklama ya da çöküntü safhasına girmiş; ve başka ümmetlerin de şu ya da bu şekilde tâbii durumuna düşmüşlerdir.

Bugün Batı âlemi, müslüman olmamasına rağmen, bu kabil âyetlerin ve hadîslerin rûhuna uygun hareket ettiği içindir ki ilimde ve teknolojik alanda üstünlüğü ele geçirmiştir. Ve Batı âlemi bunlara riâyet ettiği sürece de bu üstünlüğü elinden bırakmıyacaktır. Yâni bugün Batı toplumunun refah ve itibarı ve medeniyetinin yüceliği Batı'nın, bilincine varmış olmasa bile, Kur'ân'ın söz konusu âyetlerinin ve Hz. Peygamber'in hadîslerinin rûhuna uygun hareket etmesinden ötürüdür. Ve bunda biz Müslümanlar için alınacak pekçok ibret vardır.

C.U.: - Muhterem Hocam; merak ettiğim bir husus daha var. Eğer lûtfedip bunu da aydınlığa kavuşturursanız çok memnûn olacağım. Osmanlı İmparatorluğunda ilmî faaliyetin söz konusu ettiğiniz zâhirî ve bâtınî sebeplerden ötürü dumûra uğramış olduğu muhakkak. Fakat acaba hiç bir teknolojik gelişmenin vuku bulmamış olduğu da söylenebilir mi?

A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; bu çok yerinde bir soru. Aslında XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nda, en azından, olağanüstü önemli üç teknolojik gelişme olmuştur. Fakat ne yazık ki bunların arz ettikleri teknolojik ve stratejik önem aslā idrâk edilmemiştir. Bunlara, daha çok, merakı tahrik eden eğlenceler nazarıyla bakılmıştır.

Bunlardan biri Evliyâ Çelebi'nin (1611-1682) meşhur "Seyâhatnâme"sinde hikâye ettiği gibi Hezarfen Ahmet Çelebî'nin kendi imâlâtı olan iki kanat aracılığıyla Galata Kulesinin tepesinden hareketle Üsküdar'daki Doğancılar mevkiine kadar uçması olayıdır. Hezarfen Ahmet Çelebî böylece yaklaşık üç kilometrelik bir uzaklığı uçarak katetmiştir. Olay IV. Murad'ın gözleri önünde cereyan etmiş; Pâdişah, Hezarfen Ahmet Çelebî'yi ödüllendirmekle birlikte "bilkuvve tehlikeli bir adam olduğu" inancıyla kendisini Cezâyir'e sürmüştür.

Başka ve farklı bir uçuş olayı gene Seyâhatnâme'de anlatılmaktadır. Bu sefer Lagarî Hasan Çelebî, IV. Murad'ın bir kızının doğumu dolayısıyla yapılan şenliklerde, 50 kilo kadar "barut mâcunu" ile ateşlenen yedi kollu bir fişeğe bağlı olarak göğe yükselmiş; fişek maksimum yüksekliğe eriştiğinde de, tıpkı Hezarfen Ahmet Çelebî gibi, paraşüt niyetine kullandığı yapay iki kanatla süzülerek olayı seyreden Pâdişahın huzûruna inmiş ve ona göğün 4. katındaki Hazreti İsâ'dan selâm getirmiş olduğunu arz ederek Sultanla şakalaşmıştır. Sultan her nedense Lagarî Hasan Çelebî'yi "bilkuvve tehlikeli bir adam" olarak görmemiş ve onu Sipâhi Ocağı'na alarak ödüllendirmiştir.

Sözünü edeceğim üçüncü ve bir başka fevkalâde olay da Tersâne Emîri İbrâhim Efendi'nin III. Ahmet'in çocuklarının 3 Aralık 1717 târihinde yapılan sünnet düğünü için imâl etmiş olduğu timsah şeklindeki ilk denizaltıdır. Bu denizaltı su altına dalabiliyor ve su yüzüne çıktığı zaman da açtığı büyük ağzı içinden müzisyenler ortaya çıkarak çalgılar çalıyorlardı.

Ne yazıktır ki bu üç teknolojik gelişmenin askerî bakımdan arz ettiği stratejik önem hiç kimse tarafından kavranmamış; ve bunlara tuhaf birer eğlence gözüyle bakılmıştır.

C:U.: - Hocam; hem bizlerin, hem de siyâsî bir irâde olmaksızın ilmin ve teknolojinin gelişemeyeceğini artık anlamaları gereken siyâsîlerimizin bu tesbitlerinizden çıkarmaları gereken pekçok hissesi ve almaları gereken pek çok dersi olduğuna ben de inanıyorum. Size de bu aydınlatıcı sohbetinizden dolayı çok teşekkür ediyorum.

A.Y.Ö.: - Cemâl'ciğim; ben de Moral FM'in katkısıyla gerçekleşen bu sohbetlerin, akıl sâhibi herkesin bu konularda bir nebze olsun tefekkür etmesine vesile teşkil etmesini Cenâb-ı Hak'dan hâlisâne niyâz ediyorum.


* * *
Tasarım & Geliştirme | kerataif