Buradasınız
HADÎSLERİN SIHHATİ MESELESİ
(SOHBET)
HADÎSLERİN SIHHATİ MESELESİ
(Necmettin Şâhinler'in sohbet pîşekârlığında 19 Şubat 2005'de başbaşa yapılan sohbet)
Necmettin Şahinler - Efendim; Umran dergisinde yayınlanmış olan "Taklidî Îmândan Tahkîkî Îmâna Geçişin Dramı" başlıklı yazınızda da açıkça göstermiş olduğunuz üzere aklın isâbetle ve dirâyetle kullanılması hakkındaki Kur'ân âyetlerinin önemini kavramış olan bir kimsenin "Hadîslerin Sıhhati Meselesi"ndeki tutumunun eleştirel olmaktan başka imkânı yoktur. Her mü'min kesin olarak: 1) Allāh'a, 2) bizzât vahiyle müsellem "Lâ rayba fîh" olan Kur'ân'a ve Kur'ân'ın te'yid ettiği 3) Peygamber'e ve 4) Peygamber'in ahlâkının yüceliğine îmân etmekten sorumludur. Bunlar, islâmî îmânın "olmazsa olmaz" şartlarıdır. Birilerinin, bu şartlara eş statü yakıştırmak yoluyla bunlardan başka şeylere de ve özellikle de bütün hadîs rivâyetlerine de körü körüne îmân etmemizin farz olduğunu taleb etmeleri en azından yakışıksız ve anlamsızdır; hele bu hadîs rivâyetlerinde Cenâb-ı Peygamber Efendimizin ahlâkına bühtân olabilecek bâzı rivâyetler de yer almışsa. Ben böyle bir edeb dışı tutumdan da, Peygamberi gücendirecek bir rivâyeti gerçek kabûl etmekten de, bu rivâyete uymaktan da Cenâb-ı Hakk'a sığınırım.
Ahmed Yüksel Özemre - Bu çok yerinde, zühd ve takvâ üzere bir tutum Necmettin'ciğim. Pekiyi bütün hadîs rivâyetlerine körü körüne îmân etmemizin farz olduğunun taleb edilmesi neden hem yakışıksız hem de muhâldir?
Necmettin Şahinler - Hadîs rivâyetlerinin, Cenâb-ı Peygamber'ın yasaklamasına rağmen yazıya dökülmüş olduğu bir olgudur. Hiç kuşkusuz, Cenâb-ı Peygamber ilâhî kökenli Kur'ân ile aynı kefeye konulması tehlikesini peşinen sezdiğindendir ki bu kabil bir beşerî metnin ortaya çıkmasını önlemek için böyle bir yasak koymuştur. Ayrıca hadîs rivâyetlerinin Kur'ân gibi her türlü kuşkudan arınmış olmaları da mümkün olmadığı gibi her türlü kuşkudan arınmış olduklarına îman edilmesi gerektiği husûsunda da ne Kur'ânî ve ne de nebevî bir emir vardır. Böyle olunca da hadîs rivâyetlerinin hepsinin de sahîh olduğuna îman etmek zorunluluğu yoktur. Kur'ân'ın koruyucusu bizzât Allāh'dır. Ama hadîs rivâyetlerinin koruyucusu Allāh değil, bütün bu hadîs rivâyetlerine îman etmenin şart olduğunu savunan kimselerdir. Hadîs rivâyetlerinin bâzısına inanmak da, kuşkulu oldukları husûsunda vicdânî kanaatin oluştuğu hadîs rivâyetlerini reddetmek de insanı aslā dinden çıkarmaz. Bununla beraber, hadîs rivâyetlerine îman etmenin şart olduğunu savunanlar bu rivâyetlere gene de Kur'ân'a îmân eder gibi, eleştiri ve kuşku kabûl etmeyen bir imân filtresi ardından bakabilirler. Bu onların tercihidir.
Ahmed Yüksel Özemre - Pekiyi. Bu şüphe bütün hadîs rivâyetlerinin hepsinin de bir anda çöpe atılmasını yâni hepsinin de bir ilke olarak reddini gerektirir mi?
Necmettin Şahinler - Ne münâsebet! Ben bütün hadîs rivâyetlerini tümüyle reddedenlere de şaşıyorum. Onlar da bütün hadîs rivâyetlerinin gerçeği yansıttığını kabûl etmemizi isteyenler kadar, ve hattâ daha da fazla, aklını isâbet ve dirâyetle kullanamayan, kritik düşünceden de (sizin deyiminizle) temkîn de teennîden de yoksun kişiler. Hadîs külliyâtları içinde Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'in ahlâkına uygun nice rivâyetler vardır ki, bunların gerçekten de Cenâb-ı Peygamber'den çıkıp çıkmadığına bakmaksızın insan, (tıpkı sizin de yapmakta olduğunuz gibi) ahlâkî bir hayat tarzına katkıda bulunan hikmetli sözler olarak bunlarla pekālâ amel eder; bunları kendine ilke olarak da kabûl eder.
Ahmed Yüksel Özemre - Bravo Necmettin'ciğim! Durumu pek güzel izâh ettin. O zaman demek ki bütün hadîs rivâyetleri arasında menşeleri ve râvîleri hakkındaki bütün şüphelere rağmen elinin tersiyle reddedemeyeceğin ve pragmatik bir amaçla dahî olsa istifâde edebileceğin hadîsler de var demek ki.
Necmettin Şahinler - Tabiî Efendim.
Ahmed Yüksel Özemre - O zaman bu istifâde edilebilir hadîsleri seçip de kendine mâl edebilmen, bunlarla bir hayat tarzı olarak amel edebilmen için elinde bir takım seçim kriterleri olmalı.
Necmettin Şahinler - Haklısınız Efendim; hiç kuşkusuz bir takım kriterler olmalı.
Ahmed Yüksel Özemre - Pekiyi; kendilerini "Hadîs İlmi"nde mütebahhir zanneden zevât ne diyorlar bu konuda?
Necmettin Şahinler - Efendim; onların hadîs rivâyetlerinin sıhhati hakkındaki kriterleri bunları rivâyet edenlerin adâletleri hakkındaki rivâyetlerle ilgili hüsnüzanlarıyla sınırlı. Bu kişiler râvîlerin âdil oluşları hakkındaki rivâyetlerin bu râvîlerin hadîs rivâyetlerini geçerli ve kuvvetli kıldıklarını vehmediyorlar. Yâni râvilerin iyi ahlâkları kadar âdil ve îtimad edilebilir oluşları hakkındaki rivâyetler, rivâyet ettikleri hadîs rivâyetlerinin sıhhatinin garantisi oluyor…
Ahmed Yüksel Özemre - Ne o? Neden birden durakladın?
Necmettin Şahinler - Efendim; bu rivâyetlerin başka rivâyetlerle kuvvetlendirilmesi bana birdenbire, ve şimdiye kadar fark etmediğim kadar tuhaf ve de temelsiz göründü.
Ahmed Yüksel Özemre - Yok canım; sana öyle geliyor. Birdenbire teşhis ettiğin o tuhaflık yalnızca sende ve bir de fakirde var, gālibâ. Asırlardanberi bu ümmet'in sahâbesi, fakihleri, muhaddisleri, ulemâsı ve sulehâsı tarafından rivâyet edilmiş oldukları rivâyet edilen bu hadîs rivâyetlerini rivâyet edenlerin rivâyet edilen adâletlerinden hiç şüphe edilebilir mi? Bu zevât hiç hatâlı olur mu? Onlar olsa olsa "lâyuhtî" ve herhâlde Kur'ân gibi (hâşâ sümme hâşâ) "Lâ rayba fih"dirler. Bu kadar insan hatâlı olamaz. Onlar herhâlde Hazret-i Allāh gibi lâyuhtî ve lâ yüs'el kişilerdir ki bu rivâyetler de Mütebahhirîn-i İlm-i Ehâdis tarafından iddia edildiği gibi sapına kadar sahîh olsun.
Necmettin Şahinler - Aman Efendim; bunun şakası dahî acı!
Ahmed Yüksel Özemre – Aynen dediğin gibidir Necmettin'ciğim; ama Mütebahhirîn-i İlm-i Ehâdîs senin böyle inanmanı şart koşuyor, hattâ bunu farz kılmak husûsunda bir de kendinde bir yetki vehmediyor. Bunun farziyeti konusunda bir îmânın yoksa da seni reformculukla, sathîlikle, ihtisas sâhibi olmamakla ve hattâ daha da ileri giderek mülhidlikle, dinsizlikle ithâm ediyorlar ve seninle selâmı sabahı da kesiyorlar. Ne yazık ki geçmişte bu gibi durumlarla da karşılaşmıştım.
Necmettin Şahinler - Efendim; bu kimselere karşı sizin tepkiniz nedir? Bir de bir rivâyetin sıhhâtine başka bir rivâyet nasıl kesin bir delîl olur ki?
Ahmed Yüksel Özemre – Necmettin'ciğim, fakîrin bu zevâta karşı tepkim çok basittir. Onların hepsi de benim din kardeşlerim. Hepsine tekevvün eden haklarımı 70.000 kere helâl eder, ve haklarında da hayrlar dilerim. Benim bir şeyi herkese cebren kabûl ettirmek gibi bir dâvâm da, bir misyonum da yok. Bildiğimi açıklar, tebliğ ederim; kabûl eden eder. Diğer taraftan ikinci soruna cevâben derim ki "Mantık" açısından da "Epistemoloji" açısından da bir rivâyetin sıhhâtine başka bir rivâyet kesin olarak delîl olamaz, ancak sübjektif olarak delîl addedilebilir. Bunun da epistemolojik bir değeri yoktur. Ama, bak sana yakın târihimizden bir misâl vereyim de bir rivâyetin sıhhatine bir başka rivâyetin nasıl tartışmasız delîl olarak addedilebildiğini iyi anla! "Lâik" kelimesi ilk kez 20 Nisan 1340 (1924) gün ve 491 sayılı bizim Teşkilât-ı Esâsiye Kānûnu'muzun 5 Şubat 1937 târih ve 3115 sayılı kānûnun 1. Maddesi ile değiştirilmiş olan "Türkiye Devleti, cumhûriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir" şeklindeki 2. Maddesi'nde ortaya çıkmıştır. Bu bir tarihî olgudur. Bu olgu o târihden bugüne kadar bütün resmî ağızlar ve okul kitaplar tarafından "Türkiye'nin din ve devlet işlerini biribirinden ayırmış lâik bir devlet olduğu" şeklinde, bu ve bundan sonraki Anayasa'larımıza da rücû' edilerek, rivâyet edilmiştir. Gerçekte Türkiye'de din ve devletin biribirden ayrı olduğu, biribirlerinin işlerine karışmadıkları bir durum var mıdır? İşte bir rivâyetin sıhhâtine bir başka rivâyet delîl sayılacak olursa durum biraz önce senin de birdenbire teşhis etmiş olduğun gibi en azından tuhaf ve de temelsiz olur. Hadîs rivâyetlerinin sıhhati meselesi başka müteselsil rivâyetlere, yâni düpedüz dedikoduya,terk edilemeyecek kadar önemli bir metodoloji meselesidir, bir fehâmet meselesidir, bir idrâk meselesidir, bir temyiz meselesidir. Nasıl ki ilkokul 3. sınıfta dört aritmetik işlemini bilen bir kimseden Tansör Analizi'ndeki Christoffel sembollerinin anlamını fehmetmesini bekleyemezsen, kritik düşünceden yoksun olan kimselerden de hadîs rivâyetlerinin sıhhati meselesinde o kemikleşmiş îtikadlarının dışına çıkmalarını ve yeni bir bakış açısını, yeni bir metodolojiyi fehm ve hazmetmelerini bekleyemezsin.
Necmettin Şahinler - Efendim; bu gerçekten de çok girift bir meseleymiş.
Ahmed Yüksel Özemre - Hayır Necmettin'ciğim hayır! O kadar da karışık bir mesele değil. Mesele, aslında, Mütebahhirîn-i İlm-i Ehâdis'in kendilerini mûteber hadîs kitaplarındaki hadîs rivâyetlerini sahîh olarak kabûl etmeyi âdetâ namaz kılmak gibi dinin farz olan bir rüknü imiş gibi addetmelerindeki sübjektif saplantılarından neşet etmektedir. Bununla berâber bu zevâtın Peygamber zevcesi olan Hz. Ayşe'den, hakkında, "Sözüne itimâd edilmez bir adam" diye bir eleştiri rivâyeti bulunan Ebû Hüreyre'yi âdil ve rivâyetlerini de sahîh olarak kabûl etmelerindeki çelişkiyi de anlamak zordur. Hanefî, Şâfî, Mâlikî ve Hanbelî çevrelerinde niye Ebû Hüreyre menşe'li binlerce hadîs rivâyeti vardır da Hz Peygamber'in en yakını olan Hz Alî'den yalnızca birkaç on adet hadîs rivâyeti vardır? Bütün bunların hadîs rivâyetlerini de râvîlerinin bir kısmını da muhâtaralı kılmakta olduğu âşikârdır.
Necmettin Şahinler - Bu dört mezhebi niçin üstüne bastıra bastıra belirtmek gereğini duydunuz Efendim? Daha farklı hadîs okulları da mı var?
Ahmed Yüksel Özemre - Tabiî. Hz Peygamber'in sülâlesinde İmâm Câfer-i Sâdık'a bağlanan koskoca bir Şiî hadîs ekolü de vardır ama Sünnî'ler bu ekole i'tibâr etmez, i'tibâr edenleri de âdetâ aforoz ederler.
Necmettin Şahinler - Efendim; sözünü etmiş olduğumuz seçim kriterlerine dönsek.
Ahmed Yüksel Özemre - Necmettin'ciğim yüzlerce kişinin yüzbinlerce hadîs uydurmuş oldukları bir vâkıadır. Bunların bir bölümünün hadîsçiler tarafından ayıklanabilmiş olmasıyla bugün elimizdeki hadîs külliyâtları meydana gelmiştir. Bugün dahî, tecrübeyle sâbittir ki, hadîs uydurup altına hadîsçilerin mûteber addettikleri râvî silsilelerinden birini eklemek sûretiyle hadîsçileri kandırmak mümkündür. Ben bu durumdan muzdaribim ve hadîs rivâyetlerinin sıhhatini, sübjektif bir şekilde, râvilerin bir başka rivâyetle rivâyet edilen adâletlerine teslim edilmesini de gerçekçi değil, "kendi kendini aldatmaca" buluyorum. Bu yüzden de elimizdeki hadîs külliyâtlarındaki rivâyetlerin daha objektif kıstaslarla bir kere daha gözden geçirilip gerekli elemelerin yapılmasına taraftârım. Bununla ilgili olarak da, 2001 yılının sonunda, eksiksiz (exhaustif) olmadığını ve mutlakā daha başka objektif kriterlerle de tamamlanması gerektiğini düşündüğüm 6 objektif seçim kriteri vaz ettim. Bunları önce Pınar Yayınları'nda çıkan Din, İlim, Medeniyet (Düşünceler) başlıklı kitabımda "Hadîslerin Sıhhati Meselesine Objektif Bir Metodoloji çerçevesinde Bakış" başlıklı bölümde ve daha sonra da "Umran" dergisinin Haziran 2004 târihli 118. sayısında "Taklidî îmândan Tahkikî îmâna Geçişin Dramı" başlıklı makālemde açıkladım. Bu her iki yazıyı da ayrıca www.ozemre.com sitesinde yayınlamış bulunuyorum.
Buna göre:
- Hadîs rivâyeti metninin Kur'ân'a muhâlif bir muhtevâsı olmamalıdır.
- Hadîs rivâyeti metni anakronik unsurlar ihtivâ etmemelidir.
- Hadîs rivâyeti metni Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân tarafından övülmüş olan yüce ahlâkına muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.
- Hadîs rivâyeti metni fizikî olarak Allāh'ın mîzân üzere koruduğu kevnî düzene muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.
- Hadîs rivâyeti metni müşâhedeye, ilme ve sağduyuya muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.
- Hadîs rivâyeti metni çözümü olmayan meseleler vaz etmiş olmamalıdır.
Bu durumu söz konusu kitabımda müşahhas misâllerle de açıkladımdı. Dolayısıyla ben bu şartlara aykırı olan hadîs rivâyetlerini Cenâb-ı Peygamber'e izâfe edemem. Aksi bir tutum O'na bir tân ve de bühtân olurdu. Bundan dolayıdır ki hangi hadîs rivâyeti metni:
- Kur'ân'a muhâlif ise, ya da
- Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân tarafından övülmüş olan yüce ahlâkına muhâlif unsurlar ihtivâ ediyor ise, ya da
- Anakronik (zamanın akış yönüne aykırı) unsurlar ihtivâ ediyor ise, ya da
- Fizikî olarak Allāh'ın mîzân üzere koruduğu kevnî düzene muhâlif unsurlar ihtivâ ediyor ise, ya da
- Müşâhedeye, sübût etmiş olan ilme ve sağduyuya muhâlif unsurlar ihtivâ ediyor ise, ya da
- çözümü olmayan meseleler vaz ediyor ise
ben: 1) bu metni vicdânî huzur ve kanaat-i kâmileyle derhâl reddederim; 2) bu rivâyet metniyle aslā amel etmem; 3) bu rivâyet metnini değeri olan bir bilgi olarak kabûl etmem, ve 4) bu rivâyet metnini Cenâb-ı Resûl'e aslā izâfe etmem; çünkü bu izâfet bende Cenâb-ı Peygamber ile ilgili olarak çocukluğumdanberi teessüs etmiş olan "edeb"e göre, o mâsum Resûl'e bir "iftirâ" olurdu.
Râvilerinin kim ya da kimler olduğu nasıl rivâyet ve de iddia edilirse edilsin, bu kusurlu rivâyet metinlerini zırva diye tavsif etmekten de aslā çekinmem. Ve bu zırvaların şu ya da bu şekilde zorâki te'vîlinin de: 1) iz'anla ve ilimle alâkası olmayan fuzûlî bir "kendi kendini aldatmaca" ve bir "kitabına uydurma" aczi ve gayretkeşliği, ve de 2) bir başka zırva olduğuna inanırım.
Bu tutumun, çoğu kere muannid bir biçimde çarpıtılarak îmâ ve izâfe edilmeye çalışıldığı gibi, 1) "Sünnet"i ya da "hadîslerin tümünü" red ile de, 2) "Arapça'ya vâkıf olmamak" ile de, 3) "ihtisâs" ile de, 4) "ilmî kifâyetsizlik" ile de, 5) "avamlık" ile de, 6) "uçukluk" ile de, 7) dinde reform(!?) yapma hevesi ile de, 8) makālelerimde bulunmayan ama benim adıma sarf ve izâfe edilmiş olan spekülâsyonlar ve kelâmlar ile de; ve bunun ötesinde, 9) dinî bir sapıklık ile de bir hiç alâkası yoktur; yalnızca ve yalnızca Cenâb-ı Peygamber'e hörmet ve muhabbetle ilgisi vardır, vesselâm!
Yıllardır özenle seçmiş olduğum ve hayatıma yön vermiş ve vermekte olan 1500 kadar hadîsi de göstermelik kolleksiyon olarak kitapların içinde saklamamakta, vicdânî huzur ve kanaat-i kâmileyle, Elhamdülillāh bunların direktifleri doğrultusunda her an amel ve de cihâd etmekteyim. Benim Peygamber ile ilgili olan edebim işte budur. Bu edeb Peygamber'e, O'nun Kur'ân ile müsellem olan adâletine ve ahlâkına hiçbir gölge düşürmemeye öncelik tanıyan bir muhabbetin, bir fehâmetin, bir idrâkin ve de bir temyizin eseridir. Bunu anlayan anlar. Anlamayan ise "hadîs rivâyetleri"nin zırva olanlarını O'na izâfe etmekten çekinmez ve bunları O'nun adâletinden de böylelikle üstün tutar. Bu tutum, senin de dediğin gibi, onun şahsî tercihidir. Bize de "Allāh böylelerine temyiz ve hidâyet versin!" demekten başka bir şey düşmez.
Necmettin Şahinler - Efendim; sizin 1500 kadar hadîsle amel ve cihâd etmenizi bu hadîslerin dışında kalanlarını tümüyle reddetmekte olduğunuz şeklinde anlayanlar da oldu değil mi?
Ahmed Yüksel Özemre - Evet maalesef bu yanlışa düşenler oldu. Hadîs rivâyetleri ya Peygamber'in bir öğütünü, ya bir hâdise karşısındaki tutumunu yansıtmakta ya da amele taallûk etmeyen bilgiler vermektedirler. Ben Kütüb-i Sitte'deki ve ayrıca meselâ Suyûtî'nin ve diğer muhaddislerin külliyâtlarındaki onbinlerce rivâyet arasından amele taallûk eden, gönlüme, ahlâkıma mûnis gelen ve yukarıdaki kriterlerle de çelişmeyen 1500 kadar hadîs rivâyetiyle amel ve de cihâd etmekteyim. Bu durumun geri kalan rivâyetlerin tümünü reddetmiş olmakla ne ilgisi olabilir ki? Geri kalanlar içinde amele taallûk etmeyenlerden bir bölük rivâyeti de reddetmem için bir sebep bulamadım. Ne yazıktır ki bu kabil münâzara ve münâkaşalarda, (Allāh umûrlarını hayra tebdil etsin!) muarızlarım ortaya koymuş olduğum metodoloji hakkında tek bir kelime bile söyleyemezlerken ya dinden çıkmışlığıma kāil oluyorlar ya da düpedüz hakārete varan îmâlarda bulunuyorlar.
Necmettin Şahinler - Efendim; bunu ben de gözledim. Siz "objektif olduğunu savunduğunuz yeni bir hadîs rivâyetlerini ayıklama metodolojisi" ortaya koydunuz ama bu konuya sizi eleştirmiş olanların hiçbiri yanaşmadı da üstü kapalı bir biçimde sizi, 30 yıllık incelemenize rağmen, hep bu konuda bir şey bilmediğinizi söylemeye çalıştı. Bunu neye yoruyorsunuz?
Ahmed Yüksel Özemre - Bunu kişilerin "İlmî, yâni objektif metot nedir?" bilmemelerine ve ilmî metottan doğal olarak çekingenlik duymalarına yoruyorum. Yüksek İslâm Enstitüleri ve daha sonra da İlâhiyat Fakülteleri hakkındaki 45 yıllık yakın müşâhedelerim ve temaslarım beni, bu gibi yerlerde uygulanmış ve de uygulanmakta olan tedrîsâtın öğrencilerde kritik düşünmenin gelişmesini engelleyen bir vechesi olduğu husûsunda üzücü bir tesbite götürdü. Bu müesseselerin önemli bir bölümünde kuru kuruya îmânın profesör olmak için bile yeterli olması gerektiği şeklinde tezâhürlere ve reaksiyonlara rastladım. Kezâ meselâ aynı bir fakültede fıkıhçılar, kelâmcılar, felsefeciler ve tasavvufçular arasında biribirlerini tekfire varacak derecede aşırı davranışlar ve hizibleşmeler tesbit ettim. Bunlardan öğrencilerin de etkilendiklerini ve, ilim şâkirdi gibi değil de, belirli hiziplerin üyeleri imiş gibi davranış ve düşünce şekilleri iktisâb ettiklerini müşâhede ettim. Bu durumlarda kişilerde kendini dinin ya da Ehl-i Sünnet vel Cemaat doktrininin koruyucusu olarak görmek ve göstermek öncelik kazanmaktadır. Bu sağlıklı bir tutum olmadığı gibi üniversiteye yakışan bir tutum da değildir. Doğrusu benim elimde imkân olsaydı İlâhiyat Fakülteleri öğrencilerine ilk iki yıl yalnızca Matematik, Fizik, Kimya, Astronomi, Biyoloji ve Jeoloji dersleri okutur; onları bu ilimlerdeki metodolojilerle tanıştırır ve ancak ondan sonra dört yıl da ilâhiyât okuturdum. Bizdeki İlâhiyat Fakülteleri maalesef, yalnızca, Yüksek İslâm Enstitüleri'nin doğal uzantılarıymış gibi "İslâmî İlâhiyat Fakülteleri" olarak algılana ve uygulanagelmişlerdir. Bence Yüksek İslâm Enstitüleri'nin kaldırılması hatâdır. Bunların görevi ve işlevi başkadır; üniversiter bir İlâhiyât Fakültesi'ninki ise bambaşkadır. Bizdeki İlâhiyat Fakülteleri öğretim üyeleri arasında başka dinlerin ilâhiyâtını objektif bir bakış açısıyla araştıranlar da; bunları fenomenolojik metotla tetkik edenler de; Arapça'dan başka Farsça, Sanskritçe, çince, Japonca, Lâtince, İbrânîce, Arâmîce lisanlarından bir ya da birkaçını bilenler de parmakla gösterilecek kadar azdır. Bu bakımdan, genel olarak, Almanya'daki ve Amerika'daki İlâhiyat Fakülteleri ile bizimkiler arasında konuya bakış ve yaklaşış açıları, zihniyet, bilgi birikimi ve metodoloji bakımından, bizdekilerin aleyhine, kıyaslanamayacak kadar büyük farklar vardır. Bundan dolayıdır ki bizdeki İlâhiyat Fakülteleri işlevlerini etkin bir biçimde icrâ etmemekte, hep aynı konular üzerinde bir nevi geviş getirmektedirler. Ayrıca ülkemizde yanılmıyorsam 20 kadar İlâhiyât Fakültesi bulunmaktadır. Bu sayının "İlâhiyat"ın kıymetini düşürecek vüs'atte bir "enflâsyon"a yol açmış olduğunu da düşünüyorum.
Necmettin Şahinler - Bu durumda ne yapılabilir Efendim?
Ahmed Yüksel Özemre - Bu durumda önce, duygusallaşmadan serinkanlılıkla, üniversiter zihniyet çerçevesi içinde kalarak objektif bir durum tesbiti yapmak ve İlâhiyat Fakülteleri'mizin hedeflerini dünyâ standartlarına uygun bir biçimde yeniden tesbit etmek ve bunu sağlamak üzere zorunlu olan tedbirleri de almak gerekir. Ancak, gerçekçi olmak gerekirse, bu konuda İlâhiyat Fakülteleri'nin objektif bir otokritik yapabilmelerini de, Yüksek öğretim Kurulu'nun ya da hükûmetin söz konusu ettiğim bu müsbet ve gerekli adımları atmalarını da, bugünün konjonktürü içinde, ben maalesef mümkün görememekteyim.
Necmettin Şahinler - Ne diyelim Efendim; Allāh hepsinin işlerini hayra dönüştürsün!
Ahmed Yüksel Özemre - âmin Necmettin'ciğim, âmin!
* * *