Buradasınız
ENERJİDE BAĞIMSIZLIK HAYAL DEĞİL [NURİYE AKMAN]
Kaynak: Zaman Gazetesi 19.03.2007 târihli nüshası
[Türkiye'nin nükleer enerji serüveni -2] Prof. Özemre, Türkiye'nin ilk atom mühendisi. Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi'nde önce araştırıcı, sonra müdür, İstanbul Teknik Üniversitesi Nükleer Enerji Enstitüsü öğretim üyesi, TAEK İlmî İstişâre Heyeti ve sonra Danışma Kurulu üyesi, 3 kere Atom Enerjisi Komisyonu üyesi, TAEK başkanı, Akkuyu ihâlesinde enerji bakanı danışmanı ve sonra TEAŞ genel müdür danışmanı olarak 49 yıllık bir hizmet süresi var. "Ah Şu Atomdan Neler Çektim" ve "Çernobil Komplosu" adlı kitapları bu yılların ilgi çekici anılarıyla dolu.
* 4.500 megawattlık bir santralın mâliyeti yaklaşık 8-10 milyar $ deniyor. Böylesine ciddi bir yatırım tamamen devlet eliyle mi yapılmalı, yoksa özel sektörü de işin içine katmalı mı?
- Söz konusu, gazetelerde hükûmete atfen dedikodusu yapılmış olan her biri 1.500 megawatt-elektrik (MWe) gücündeki 3 üniteden oluşan bir nükleer santraldır. 1.500 MWe dediniz miydi adres bellidir: Bu, Akkuyu ihâlesinde Framatome-Siemens ortaklığının, âmiyâne tâbiriyle, bize gagalamaya çalışmış olduğu ve o zamanlarda yalnızca kâğıt üzerinde mevcûd olan, lisansı bile bulunmayan santral projesidir. Eğer hükûmet Fransa ve Almanya'ya rüşvet vermiş olmak için bunda ısrar ederse vay ki ne vay Türkiye'nin hâline! Son olarak bu tip bir santral için Finlandiya ile bir anlaşma sağlanmış olup bunun en erken 2010 yılında hizmete gireceği umulmaktadır. Bir kez daha belirtmekte yarar var: Türkiye en azından 5 yıl hiç zırıltı çıkarmadan çalışmış, nükleer güvenliği kanıtlanmış olan santrallara itibâr etmelidir. Ayrıca hiçbir ülkenin ilk nükleer santralının 950 MWe gücünden yüksek olmamış olduğundaki temkin ve hikmet de iyi idrâk edilmelidir. Bu santralların işletilmesi, genellikle, bu amaç için kurulmuş olan anonim şirketler tarafından deruhte edilmektedir. Bu, âtıl bürokrasiye bağlı devlete oranla daha dinamik bir işletim tarzıdır; bunun yasal çerçevesi ve sorumlulukları iyi belirlenirse Türkiye için de isâbetli bir seçim olacaktır.
* Tamam, enerjide dışa bağımlıyız ve kaynakları çeşitlendirmemiz gerek. Fakat uranyum zenginleştirmesini yapamayacağımıza ve santralın yakıtını dışarıdan alacağımıza göre bağımsızlık ham bir hayal değil mi?
- Hayır, bu ham bir hayal değildir! Türkiye'nin "tesâdüfen" tespit edilmiş 10 bin ton uranyum ve 380 bin ton da toryum rezervi vardır. Toryum açısından dünyâda ikinci ülkeyiz. Türkiye, yüzeyden ve derinliğine taranırsa bu rezervler daha da artacaktır. Özkaynaklarımızı kullanabileceğimiz "doğal uranyum-ağırsu" temelli teknoloji seçilirse toryum da devreye sokulabilir. Toryum rezervimiz, bize en az 400 yıl elektrik enerjisi sağlanmasına aracı olabilir. Bu santral ihâlesinde, tıpkı son ihâlede olduğu gibi, yapımcının santralın en az iki yıllık nükleer yakıt ihtiyacını karşılamasının talep edilmesi isâbetli olur. "Doğal uranyum-ağırsu"ya dayalı teknoloji seçilecek olursa doğal uranyumlu nükleer yakıt fabrikası ile ağırsu üretim tesisi de iki yıl içinde kurulabilir. Doğal uranyumdan atom bombası yapmak mümkün olmadığından, uluslararası politika açısından, buna karşı çıkacak kimse de olmaz.
* Birkaç hafta içinde, nükleer santral kurulmasına ve işletilmesine ilişkin bir yasa TBMM'den çıkacak. Bu hukukî düzenleme yeterli olacak mı?
- ülkemizin nükleer enerji ile ilgili yasa, tüzük, yönetmelik, genelge, yönerge, kılavuz, ulusal işbirliği protokolleri gibi resmî mevzuatı hakkında bilgi TAEK'in www.taek.gov.tr adresindeki sitesinden elde edilebilir. Bunlara ek olarak ve ülkemiz her ne kadar Nükleer Silâhların Yayılmasını önleme Anlaşması'nı ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile de Nükleer Güvenlik Anlaşması'nı imzâlamışsa da Türkiye'de nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının siyâsî, ekonomik ve uluslararası işbirliği bakımından sınırlarını çizen ayrı bir yasanın çıkarılması da isâbetli olacaktır. Bu yasa çıktıktan sonradır ki bir yandan TAEK, öte yandan da Enerji Bakanlığı kendi sorumluluklarıyla ilgili gerekli tüzük ve yönetmelikleri çıkarmalıdırlar.
* Bazı kesimler, nükleer santralların güvenli, çevre dostu ve ürettikleri elektriğin ucuz olduğuna dair iddiaları kuşkuyla karşılıyor. Tamamen haksız oldukları söylenebilir mi?
- Bir nükleer enerji santralının "Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini"ne uygun inşâ edilmiş olması "güvenli" olması için gerekli şarttır; ama yeterli şart değildir. Three Miles Island santralı da bu doktrine uygun inşâ edilmişti; ama gene de insan hatâsının sebep olduğu bir kazâya kurban gitti. O hâlde insan faktörünü de gözden ırak tutmamak gerekir. Söz konusu doktrine uygun inşâ edilen nükleer santralların "çevre dostu" oldukları olgusunu ise kimse reddedemez. Bunlar kömür, petrol ve doğalgaz santralları gibi havaya kül, karbondioksit, azot oksit ya da sülfür oksit salgılamazlar; yâni sera olayına ve asit yağmurlarına katkıları sıfırdır. Nükleer santrallarda üretilen elektriğin mâliyeti diğer santrallarda üretileninki ile rekabet edebilir düzeydedir. Akkuyu ihâlesindeki en ucuz mâliyete sâhip olduğunu bilfiil hesaplamış olduğumuz santral, kilovatsaat başına 0,0466 $ ya da 4,66 cents ile AECL'in teklifi idi. Peş peşe kurulan nükleer santrallar ne kadar standartlaştırılırsa elektriğin mâliyeti de o kadar düşer; meselâ bu mâliyet Fransa'da 2 cents'e kadar düşebilmektedir.
* Daha önce röportaj yaptığım emekli Büyükelçi Ömer Ersun, 1979 Three Miles Island ve 1986 çernobil kazâlarından sonra ciddî hiçbir kazâ olmadığını ve teknolojideki son gelişmelerden sonra bir daha kazâ olmayacağını söylemişti. Bu temenni midir, gerçek mi?
- Sayın Büyükelçi'nin beyânında büyük gerçeklik payı vardır. Three Miles Island ve çernobil kazâlarından sonra "Batı Anlamında Nükleer Güvenlik Doktrini"ne uygun nükleer santral tasarımında insan hatâsını da minimal kılacak gelişmeler gerçekleştirilmiştir. Ama dünyâda hiçbir olay sıfır rizikolu değildir. Önemli olan bu rizikoyu olabildiğince aşağıya çekmektir. Nükleer kazâların çevreye zararları açısından vaz edilen "Uluslararası Nükleer Olaylar ölçeği" 7 tehlike kademesi içermektedir. 1986'daki çernobil nükleer santral kazâsı 7., 1957'deki Windscale nükleer santral kazâsı ile 1979'daki Three Miles Island nükleer santral kazâsı 5. kademeden kazâlardır. 1986'dan sonra vuku bulan tek nükleer santral kazâsı ise 25 Temmuz 2006'da İsveç'in Forsmark nükleer santralında iki jeneratörün devreye girememesi sonucu, santralın içinde, dışarıya sızmayan radyasyon yayılması şeklinde gelişen kazâdır ve 2. kademeden olay olarak değerlendirilmiştir.
* Güvenlikte sorumluluğun ne kadarı yapımcı firmada, ne kadar işletici devlettedir? Türkiye, hangi tür kriterleri koyacağını biliyor mu?
- Akkuyu ihâlesinde yükleniciden reaktör operatörü yetiştirmek üzere en az 200 elemanın 2 yıl yurtiçinde teklif edilen santralın simülâtörü üzerinde eğitildikten sonra 2 yıl da teklif edilen santralın benzerlerinde bilfiil iş başında deneyim kazanmaları talep edilmekteydi. Bu konuda en tatminkâr teklifi gene AECL, 255 kişiyi eğitmeyi taahhüt ederek vermişti. Santral işletmeye alındıktan sonra dahî yüklenici, reaktör operatörlerinin çalışmasını kontrol edecek kendi işletme nezâretçilerini 2 yıl boyunca görevli ve sorumlu olarak santralda çalıştıracaktı. Santralın hizmete girmesinden 2 yıl sonra ise sorumluluk tümüyle tarafımıza geçmiş olacaktı.
* Nükleer santraldan çıkan nükleer atıklar baş ağrıtacak netâmeli bir mesele. Türkiye bu meseleyi nasıl bir çözüme kavuşturmayı düşünüyor?
- Bu meselenin çözümü, nükleer atıklara hangi gözle bakıldığına bağlıdır. Kullanılmış yakıt elemanlarında oluşan plütonyum izotoplarını değerlendirmek isterseniz çözüm yolu başka; bunları "nükleer çöp" olarak kabûl ederseniz çözüm yolu bambaşkadır. Hemen şunu ekleyeyim ki kullanılmış nükleer yakıtlarda biriken plütonyum izotopları atom bombası imâlinde gerekli olan Pu-238 izotopundan farklıdır. Bu plütonyum, bu hâliyle satıp para kazanmak veya MOX tipi nükleer yakıt üretmek sûretiyle değerlendirilebilir. Teknolojik düzeyimiz MOX tipi yakıt üretmemize izin vermez. Kullanılmış nükleer yakıtların içindeki plütonyumu satmanın ise mahzuru çoktur. Önce bu plütonyumun geri kazanılması için kullanılmış yakıtların dünyâdaki birkaç plütonyum geri kazanım tesisine taşınması gerekir. Bu ise hem çevre hem de uluslararası politika açısından çok rizikoludur. Fransa'daki bir nükleer santralın kullanılmış yakıtlarının birkaç yüz kilometre uzaklıkta Almanya'daki böyle bir tesise taşınması bile aylarca protestolara, yolların kesilmesine ve şiddet eylemlerine sebep olmaktadır. Türkiye'deki kullanılmış yakıtın Avrupa'daki bir plütonyum geri kazanım tesisine karayoluyla gönderilmesi en az 5 ülkeden geçen bir güzergâh gerektirir. Bu kadar rizikolu bir operasyona, ilgili ülkelerin hiçbiri izin vermez. Bu sebeplerden ötürü Türkiye, santrallarından çıkan kullanılmış nükleer yakıtlarında birikmiş olan plütonyumu kullanımı mümkün olmayan nükleer çöp olarak kabûl etmek zorundadır.
* Peki bu 'nükleer çöp'ten nasıl kurtulunur?
- İşte zurnanın zırt dediği nokta buradadır: Yüksek radyoaktiviteye sâhip olan bu nükleer çöpten kurtulunmaz! Ama bu nükleer çöp çevreye zarar vermeyecek şekilde kontrol altına alınabilir. Bunun basit ya da sofistike usûlleri vardır. En sofistike olanı kullanılmış yakıt elemanlarını vitrifiye ettikten yâni sıvılaştırılmış cam içine hapsettikten sonra paslanmaz çelik kaplar içinde toprağın suyun erişmediği derinliğinde, tercihen bir granit katmanında ya da terk edilmiş bir kayatuzu ocağında kurulan depolarda muhâfaza etmektir. Bu, pahalı bir yöntemdir. Dünyâda bu tipten, deneysel amaçla kullanılan, yalnız birkaç küçük örnek vardır. Genellikle bu gibi yüksek radyoaktiviteli atıklar aynı hazırlık sürecinden sonra toprağın üstünde depolanmaktadır. Akkuyu ihâlesi şartnâmesinde, reaktörü koruyan koruma kabuğunun içinde, nükleer santralın ömrü olan 40 yıl boyunca çıkacak kullanılmış yakıt elemanlarını barındıracak büyüklükte bir özel soğutma havuzunun bulunması öngörülmüştü. AECL ve Westinghouse bu şarta uymuş; ama Framatome-Siemens ortaklığı ancak 10 yıl kapasiteli bir havuz teklif etmişti. Amaç, nükleer santral ömrünü doldurup da demonte edildikten sonra bu havuzda biriktirilmiş olan kullanılmış yakıtların koruma kabuğunun oluşturduğu bir çeşit mezarda hapsedilmesiyle çevreye radyasyon yayılmasının önüne geçmekti. Görüldüğü gibi bu, hem güvenli hem de ucuz bir yöntemdir. Yeni nükleer santral ihâlesine de bunu sağlayacak bir şart konulmalı, daha sofistike yöntemlerden kaçınılmalıdır.
* Akkuyu nükleer santral siti ile son açıklamalara göre Sinop'ta kurulması düşünülen santralın sitini mukayese edebilir misiniz? Sizce hangisi daha avantajlı?
- Akkuyu nükleer santral sitinin 4 yıl boyunca: 3.300 metre derinliğe kadar inilip numûne almak sûretiyle zemin mukavemeti, florası, faunası, rüzgârların, deniz suyunun tuzluluğunun, akıntı yönlerinin mevsimsel değişimleri; bölgenin 150 kilometre yarıçaplı alan içindeki sismik faaliyetleri tespit edilerek incelenmiştir. Denizyoluyla gelecek santral aksâmını tahliye etmek üzere bir liman ve bir rıhtım inşâ edilmiştir. TAEK de bu siti "nükleer santral siti" olarak lisanslamış, bu lisans UAEA tarafından da onaylanmıştır. Yâni çok ciddî ayrıntılı incelemeler sonunda tespit edilmiş olan Akkuyu nükleer santral siti fizikî olarak da hukukî olarak da hazırdır ve en az 6 nükleer reaktör ihtivâ edebilecektir. Sinop'ta nükleer santral siti olarak düşünülen alanın ise bu iş için isâbetli bir seçim olup olmadığına benzer incelemelerden sonra ancak 3 ya da 4 yıl sonra karar verilebilecektir. Bu işin kısa zamanda bitirilmesi ise işin yalapşap yapılmış olduğu şüphesine yol açacaktır. Akkuyu nükleer siti 5. derece, Sinop'taki nükleer sit namzedi ise 4. derece deprem bölgesinde yer almaktadır. 5. dereceden bir deprem bölgesi deprem açısından en az rizikolu bölge demektir. Bu bölgedeki depremlerin ivmesi 0,1g'den küçüktür. Akkuyu ihâle şartnâmesi ise nükleer santralın 0,25g ivmesine ya da başka bir deyimle Richter ölçeğine göre 8 büyüklüğündeki bir depreme karşı dayanıklı olmasını zorunlu kılmaktaydı.