Buradasınız

ÇOCUKLUĞUMUN İSTANBUL'UNU ÖZLÜYORUM [ABDURRAHİM AYAR]


Türkiye’nin İlk Atom Mühendisi Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre: Çocukluğumun İstanbul'unu Özlüyorum


Kaynak: Kartal Kentim Gazetesi, Kasım 2005, s. 19 – 20

Röportaj: Abdurrahim Ayar


O, Türkiye'nin ilk atom mühendisi; ülkemizde teorik fizik eğitiminin önünü açan bilim adamı. Ömrünün 30 yılı üniversite koridorlarında geçti; 40’ın üzerinde profesörün yetişmesinde büyük emeği oldu. Pozitif, sosyal ve dini ilimler konularında sayısız makale ve raporu bulunan Prof. Özemre halen üniversitelerimizde okutulan çok sayıda esere sahiptir. Bu ilmi eserlerinin yanısıra birçok kültür ve edebiyat eseri ile çeşitli eser tercümelerine de imza atmıştır. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. Özemre yazdığı bazı eserlerle çeşitli edebiyat ve sanat ödüllerinin de sahibi olmuştur. 1935 Üsküdar doğumlu, bir İstanbul Beyefendisi Ahmet Yüksel Özemre’yi, aşık olduğu Üsküdar’da, evinde ziyaret ettik. Hocamızla İstanbul’un enfes manzarasına sahip evinde İstanbul’un geçmişine bazen hüzünlü bazen neşeli bazen de şaşırtıcı yolculuklar yaptık.

A.A: Türkiye’nin ilk atom mühendisi, birçok ilmi müessesenin üyelik ve yöneticiliğini yapmış, en eski İstanbullulardan biri olarak eşsiz hatıralara tanıklık etmiş ilim adamı Ahmet Yüksel Özemre günümüz Türkiye’sini, İstanbul’unu hangi duygularla yaşamaktadır? Sevinç, hüzün, umut, endişe...?


A.Y.ö: Terakkinin ve değişimin önüne geçmek mümkün değil. Çocukluğumun Üsküdar’ında Attar Dükkânı denilen yerde millet toplandığında zamanın değiştiğinden, eski zamanlardan, elli yıl öncesinin Üsküdar’ının ve İstanbul’un güzelliğinden bahsederlerdi. Hatta Attar dükkânı sahibi Saim Efendi Amca, babama şöyle hitap etmişti: “Nurullah bey kardeşim, dünyada yaşanacak yer kalmadı; artık ölmek istiyorum.” Ben bu kadar karamsar değilim. Şüphesiz İstanbul çok değişti. Çok farklı insanlar gelip yerleşti. Çocukluğumun Üsküdar’ı 35-40 bin kişiydi. İnsanlar ismen olmasa bile birbirlerini tanır, birbirlerinin rütbesine göre muamele eder; muhakkak selâmlaşırlardı. İnsanlar arasında bir zerâfet, bir sehâvet, bir güzellik, bir edeb mevcuttu. 1970’lerin başından itibâren Anadolu’daki işsizlik sebebiyle insanlar İstanbul’a gelmeye başladı. Bu göçle gelenlerin buradaki hayata ayak uydurmaları mümkün olmadı.

A.A: O, eski İstanbul günlerine dair büyük bir hasret ve özlem içinde olduğunuzu söyleyebilir miyiz?


A.Y.ö: Evet, elbette çocukluk günlerime büyük bir nostalji ve hasretle bakıyorum. Çocukluk günlerimin kokuları, insanları yok; ve hattâ o günlerimin lodosu yok. Şimdi İstanbul’un, çocukluğumdaki balıkçıları yok. Kuşkonmaz camiinin önünde sabahları ve ikindi vakitleri iki büyük balıkçı kayığı Salih Reisin riyâsetinde voli çevirirdi. Ve her voli çevirmede birkaç ton balık çıkardı. Mevsimine göre her cins balık çıkardı. Genellikle:uskumru, istavrit, izmarit, sardalya, çinekop, kefal, levrek, mezgit, kaya balığı, palamut, barbunya, karagöz… Bu balıkların çekilmesi, bu balıkların gözlenmesi, çırpınan balıkların ayıklanması, bir kısmının balık hali’ne gönderilmesi geri kalanın mahallenin fakir fukarasına dağıtılması başlı başına bir temâşaydı. Bunlar yok artık. Bakın o günlere ait bir güzellikten bahsedeyim. Karacaahmet mezarlığında Miskinler Tekkesi vardır. Bu tekke, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden dönüşünde yolda askerlerine bulaşmış olan cüzzam hastalığını tedavi etmek ve cüzzamlıları enterne etmek amacıyla kurulan bir müessesedir. Orada sâdece cüzzamlılar kalırdı. İstanbul halkının dili, zerafet ve inceliğinden dolayı bu insanlara hasta ve cüzzamlı demeye varmaz bunlara miskinler denirdi. Miskinler Tekkesinin kapısında 7 adet fukara taşı varmış. Oradan her geçen o fukara taşlarına para bırakırmış. Para bırakıldıktan sonra orada bulunan gözleyici içeridekilere “Fukara taşına para bırakıldı; bırakanın bütün ölmüşlerinin ruhuna Fâtiha!” diye seslenirmiş. Bütün miskinler bu nida ile birlikte Fâtiha okurlarmış. Bu fukara taşları benim çocukluk yıllarıma kadar Üsküdar’da vardı. Yatsı namazına giden mahalle sâkinleri fukara taşının kovuğuna bir miktar para bırakırlardı. İhtiyaç sahibi fukara camiden en son çıkar, bu taşın kovuğuna ellerini daldırarak açgözlülük etmeksizin, ihtiyacı kadar bir miktar para alırdı. Ertesi günün ekmek parasını almak onlara yeterdi, öyle ki ertesi sabah hala bu taşlarda para olduğu görülürdü.


A.A: Hocam anlattıklarınızdan ve eserlerinizden, o günlerin İstanbul’una ait günlük hayattan sayısız hatıranız, gözleminiz olduğunu anlıyoruz. O günlerin İstanbul’undan neleri bizimle paylaşmak istersiniz?


A.Y.ö: İstanbullular birbirlerine hatır sorarken, genellikle “Afiyettesinizdir ya İnşÂAllāh efendim?” şeklinde bir ifade kullanırlardı. Sabahları “Sabah-ı şerifiniz hayırlı olsun!” denir, ayrılırken “Allāhaısmarladık, efendim” ifadesine de “Selâmetle, Efendim” şeklinde cevap verilirdi. Esnaf, sattığı malın bedelini muhakkak “Allāh bereket versin, Efendim!” duasıyla kabul eder, müşteri de:“Bereketinizi bulun Efendim!” duasıyla cevap verirdi. Yeni doğan çocuklara orta halliler bile hediye olarak bir altın lira hediye ederlerdi. Hasta ziyaretleri hastanın gönlünü alacak kadar uzun, hastayı rahatsız etmeyecek kadar kısa sürerdi. Müslüman ve gayr-i Müslim esnaf sabahleyin birbirini gözetler, siftah etmiş esnaf, gelen müşterisini “Efendim; ben siftah ettim, komşum henüz siftah etmedi. Ricâ etsem, ona gidebilir misiniz?” sözleriyle komşusuna yönlendirirdi. Müşteriyi aldatmak bir yana, esnaf, müşterisini fuzulî harcama konusunda uyarırdı. 50 kuruşluk karabiber almak isteyen müşteriye “bayatlayarak kokusunu kaybedeceği” açıklanarak “şimdilik 25 kuruşluk karabiber almasının daha isâbetli olacağı” hatırlatılırdı. Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın ambalajlandığı kağıdın aynısı terazinin ağırlık kefesine dara olarak konur, bu hassasiyetle birlikte tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi. Esnafın teraziyi dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda, ister kasapta, ister bakkalda, ister balıkçıda olsun ne tartılırsa tartılsın, tartılan tarafın kefesi daima ağır basardı. Tartılan tarafa bir miktar daha atılırdı. Esnaf haramdan korkar, bu sebeple “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye her zaman bir nebze fazla mal tartardı. Fırınların, manavların, kasapların, balıkçıların kendilerine mahsus fukarası vardı. Satılamamış olan ekmekler, çürümeğe henüz yüz tutmuş sebze ve meyve, arta kalan ürünler gün sonunda bu fukaraya tahsis edilirdi.


A.A: Hocam bahsettiğiniz bu medeniyet emâreleri “hoş bir sedâ” olarak kalmamalı elbette. Bu noktada yerel yönetimlere ne gibi görevler düşmektedir? Sosyal belediyecilik kavramı bu anlamda neleri ifade etmektedir?


A.Y.ö: Belediye, halkın, bulunduğu şehirde rahat yaşamasını sağlayan bir mekanizmadır. Halka dönük bir mekanizmadır. Belediyecilik burnu büyük bir mekanizma değildir. Belediye halkın refahı için çalışır. Eğer bütün çalışmalara rağmen halk bazı standartları yakalayamıyorsa belediye gizli ya da aşikar halka yardım eder. Bugün İstanbul’un çeşitli noktalarında kurulan iftar çadırları bunun bir örneğidir. öğrencilere verilen burslar, ihtiyaç sahiplerine dağıtılan erzak paketleri yine buna örneklerdir. Belediye yol demektir, çirkinliklerin izalesi demektir. Mezarlıkların bakımı demektir. Yeşil alanların arttırılması, ağaçların bakımı demektir. Belediyecilik halkın rahat bir şekilde gezinmesini temin etmek demektir. Halkın gezinirken yorulduğu zaman oturmasını sağlamak demektir. Halkın alışverişinde aldatılmamasını temin etmek demektir belediyecilik. Allāh tüm belediye başkanlarına ve belediye çalışanlarına kolaylık versin. Belediye Başkanı dolaşmayınca hiçbir şeyi göremez. Bu her beldede böyledir. Her beldenin bir gece yaşantısı vardır. O gece yaşantısında, olmaması gereken şeyler sırıtır. Bunu bir belediye başkanının bizzat görmesi, bizzat müdâhale etmesi lazım. Belediye Başkanı akşam saatleri itibâriyle evine çekilmesi icap etmeyen adamdır. Gerekirse polis aracıyla, gerekirse âdetâ kıyafet değiştirerek muhtelif yerleri gezmesi lazımdır. O zaman gündüz vakti göze görünmeyen, belediye zâbıtasının dikkatini çekmeyen bir sürü sakāleti, sıkıntıyı, kötülüğü görecek ve bir o kadar da güzel işleri görecektir. Güzel işler ona ilham verecek kötü işlerin de önüne geçmeye çalışacaktır. Belediye Başkanlığı çok ağır bir mesuliyettir. Allāh hepsinin çalışmalarını hâyırlı kılsın.


A.A: Ahmet Yüksel Özemre de “ah o eski ramazanlar” diyenlerden mi? Eski İstanbul’un ramazanlarını teneffüs etmiş biri olarak Ramazan ve oruç hatıralarınızdan, Ramazan-ı Şerifin ve orucun sırlarından bahseder misiniz?


A.Y.ö: Evet. İki şeyden dolayı eski ramazanlara hasret duyuyorum. Birincisi, 6 senedir rahatsızlıklarım dolayısıyla ramazanın tadını çıkaramıyorum. İkincisi, zamanla beraber ramazana bakış da değişti. Özellikle gazeteler ve bir takım sulu sepken kimseler ramazanı bir eğlence gibi telakki etmeye ve lanse etmeye, ramazanın imajını değiştirmeye başladılar. Bu beni üzüyor. Ramazanın kendine göre bir ağırbaşlılığı vardır. Şimdiki ramazanlarda şevk heyecan işin sadece temaşa tarafı. Ramazanın temaşa ile alâkası yok. Ramazan bir kendine dönüş, derûnuna dönüş, kendini sorgulayış ânıdır: 11 ayda ben ne yaptım, ne gibi günahlar işledim? İlâhî Yâ Rabbi, bunları bilerek bilmeyerek işledim; bu günahlarımı affet, onları ört. Sen Settarsın, Rahmansın, Rahimsin… Bu ay, “kendi vücudumdan zuhur etmiş olan bütün günahlara tövbe ediyorum” diyebilmek ayıdır. Ramazan sosyal dayanışmaya katkıda bulunan bir aydır. Ramazan boyunca zengin de, fakir de eş, dost ve ahbaplarının iftara gelmelerini sofralarının beti-bereketi sayarlardı. İftar sofraları yalnızca oruç tutan Müslümanlara değil herkese açık olurdu. Ramazan geldiği zaman bütün İstanbul konakları neşelenirdi. Tam iftar vaktinde sokaktan geçen birisi herhangi bir evin kapısını çalıp: “İftara Tanrı misafiri kabul eder miydiniz?” diye sorduğunda derhal sofranın baş köşesine alınırdı.


A.A: Efendim, Ramazan’dan bahis açılınca bayramlara gelir söz. Kuşkusuz rüyâ gibi bayramlar yaşadınız. Kentim Gazetesi okuyucularına bayramla ilgili neler söylemek istersiniz?


A.Y.ö: Ramazan bayramı benim için pek büyük bir sevinç kaynağı idi. Tıkabasa lokum, badem ezmesi, badem şekeri ve parlak kağıtlara sarılı çikolataları yemek imkânına kavuşur, bayram tebrikine gittiğimiz her evde gıcır gıcır Pyramid marka mendil içinde bayram bahşişleri cebime sıkıştırılırdı. Ramazan bayramlarında baştan ayağa yeni elbiseler giyerdik. Babam borç içinde dahi olsa muhakkak benden 10 yaş büyük ağabeyimi de beni de tepeden tırnağa kadar giydirip kuşatırdı. 70 gün sonra gelen Kurban Bayramı’nda ise yalnızca birer çift yeni ayakkabı alınırdı. Her şey yavaş yavaş erozyona uğruyor. Elbette eski bayramların havası bugün yok. İnsanlar şimdi bayramda İstanbul’u terk etmeye çalışıyor. Bayram eş, dost, akraba ziyâretidir. Bayramlarda çocuklar sevindirilir. Eskiden en fukara kişi dahi bayramda çocuğuna bir şey alırdı. Bayram eşin, dostun hatırlanması, çocukların sevindirilmesi içindir. Şimdi sadece telefonla yapılan bir “bayramın kutlu olsun” ifadesinden öteye bayram yaşanmıyor. Hacı Bekir’den 21 kilo lokum aldığımı hatırlıyorum. Her gittiğimiz yere bir kilo lokum alır giderdik. Babam her kurban bayramında “betimdir, bereketimdir” diyerek her bir aile ferdi için olmak üzere 5 tane kurban keserdi. Kapıyı çalan herkese muhakkak bir parça takdim edilirdi. Hiç kimse kapıdan boş çevrilmezdi.


A.A: ”ülkemiz bir kültürel kuşatma altında ve bu konuda bir komploya maruzdur. Örf ve adetlerimiz sistematik olarak yok edilmekte, mûsıkîmiz, sanatımız, tiyatromuz, edebiyatımız efsane kültürüne kurban edilmekte” diyorsunuz. Bu konudaki endişelerinizi biraz açar mısınız?


A.Y.ö: Eskiyi ihyâ etmek lâzım. Biz kulaklarına ezan okunarak dünyaya gözlerini açan insanlarız. Mûsıkî bizim canımız, ciğerimiz. Bizim çağımızda 10 yaşında çocuklar sabâ makamı nedir, hicaz nedir, acemaşîran nedir bilirlerdi. Biz böyle bir kültürle yetiştik. Ve bizim zamanımızda icrâ edilen hakiki Türk Sanat Mûsıkîsi eserlerinin nasıl icrâ edildiğini biliriz. Şimdi bir kilise oratoryosu gibi korolarla şarkılar söyleniyor. Şarkı söylemenin bir edebi vardı şimdi bu edeb kalmadı. Kimisi ben Mevlevî’yim diyor ve şarkı söylerken dönmeye başlıyor ki alâkası yok. Kimisi de palyaço kıyafetiyle, yüzünü gözünü boyayarak sahneye çıkıyor. Bugün 30 – 40 yaşında olanlar meyhane şarkıcılarının seslerini, nefeslerini sanat zannediyorlar. Biz dinlediğimiz zaman “bu kadında ne ses var ne nefes” diyoruz. Zâten bir çoğunun sesi, nefesi alkolden ve sigaradan harap olmuş. Notaya katiyyen uymayarak şarkı söylüyorlar. Uzatılacak yerlerde kısa, kısaltılacak yerlerde uzun okuyorlar. Bizim zamanımızda notanın dışına çıkmak demek isyan demekti. Bu sebeple zamanımızda takdirle dinlenebilecek çok az sayıda sanatçıya rastlayabiliyoruz. Elbette son zamanlarda bazı güzellikler yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Mesela ebrû sanatı. Ebrûzenlerin gayretleriyle bu sanat sayısız öğrenciye kavuşmakta. Ama maalesef burada da bir dünyevîleşme olduğunu görüyorum. Ebrû sanatı ulvî bir sanattır. 16. asırda bu sanat tekkelerde icrâ edilirmiş. Bir ebrûzen ebrû teknesinin önüne ancak gusül abdesti alarak otururmuş. Ve şöyle mânidar bir dua ile işine başlarmış: “İlâhî Yâ Rabbi, sen benim nefsimi biraz sonra bu tekneye atacağım boyaların verdiği cümbüşe kaptırma. Kendimi senin yerine koymama mâni ol. Hâlik ancak sensin. Yâ Settar, yâ Rahmân, yâ Rahîm, ya Hafîz beni muhafaza et. Bundan dolayı bende bir benlik uyanmasına mâni ol. Aksine bütün bu mükevvenat âleminde, senin bütün bu kesret alemindeki tecellilerin namütenahiliğini bu teknede bana göstermeyi ve bunun lezzetini vermeyi nasip et”. Dua sonunda okunan bir Fâtiha ile birlikte ‘Destur, Bismillāh’la işe başlanırdı.


Tasarım & Geliştirme | kerataif