Buradasınız

AHMED YÜKSEL ÖZEMRE RÖPORTAJI [ELİF KARA & ERDAL GÖKYILDIZ]

Ahmed Yüksel Özemre Röportajı

Târih: 23.04.2006
Röportaj Linki: http://www.uskudarim.org/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=42

Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 1935'te Üsküdar'da doğmuştur. 1954'de Galatasaray Lisesi'nden, 1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'nden ve 1958'de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden mezun olmuştur. 34 yaşında profesörlüğe yükselen Özemre, Türkiye'nin ilk Atom Mühendisidir. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü ve Matematiksel Fizik Anabilim Dalı Başkanlığından emekliye ayrılmıştır. Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürlüğü, İstanbul üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Bilim Kurulu üyeliği, TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Kurumu (TAEK) Başkanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Danışmanlığı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörlüğü gibi görevlerin yanı sıra, Türkiye'yi NATO Bilim Komitesi'nde, OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu'nda, CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Konseyi'nde ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde de yıllarca temsil etmiştir. 1998-2000 arasında Türkiye Elektrik Üretim Ve İletim A.Ş.'nin Genel Müdürü'nün “Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi” konusunda danışmanı olarak çalışmıştır.

Pozitif, sosyal ve dinî ilimler konularında 340'a kadar makãle ve raporu bulunan Prof. Özemre'nin hâlen üniversitelerde okutulan ve defâlarca yeniden basılmış olan eserleri mevcuttur.

Prof. Özemre, 1996 yılında: Türkiye Yazarlar Birliği tarafından: Üsküdar'da Bir Attâr Dükkân'ı isimli eseriyle hâtırat dalında ve 1998 yılında da Prof.Dr. Toshihiko İzutsu'dan çevirdiği İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar' başlıklı çevirisiyle, çeviri dalında “Yılın Sanatçısı” ödüllerine lâyık görülmüştür. Aynı  zamanda Üsküdar'a hizmetlerinden ötürü, Üsküdar Belediyesi: 2002 yılında Çengelköy'de inşâ ettirdiği bir kültür merkezine yazarın adını vermiştir... Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. Özemre evlidir; iki kızı ve bir de erkek torunu vardır.

Üsküdar'ın ülkemize sunduğu bir armağan olan, Türkiye'nin ilk atom mühendisi Ahmed Yüksel Özemre ile yaptığımız söyleşiyi  örnek teşkil etmesi ümidiyle Öncelikle tüm www.uskudarim.org üyelerine ve sitemizi ziyaret eden genç ruhlara armağan ediyoruz.

Hocam öncelikle  bize sohbet imkânı tanıdığınız ve  bizi misafir ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Lütfen kabul buyurunuz.

"Eskisi kadar güçlü kuvvetli değilim. Çok nadiren çok ısrar ederlerse bir toplantıya gidiyor, yine çok ısrar ederlerse birilerini kabul ediyorum. Vaktimin de azaldığını hissettiğimden devamlı kitap yazmaya, eser vermeye çalışıyorum. Elliden fazla kitap, dört yüze yakın makâle, sayısız ilmi rapor ve tercümeler; 12 cilt te'lif ders kitabı, 10 cilt çeviri, 22 cilt te'lif eser, 3 kitabın editörlüğü ve bu soruya sığdıramayacağımız ölçüde pek çok çalışma. Buna karşılık; devamlı kitap yazmaya, eser vermeye çalışıyorum" diyen bir Ahmed Yüksel Özemre...

Hocam bitmeyen bu azmin sebebi nedir?

72 senelik bu ömürde çok şey gördük, çok şey yaşadık evlâdım. Ümid ediyorum ki, bütün bunların başkalarına intikal ettirilmesinde, başkalarının bundan alacakları ibret dersi olacaktır. En son, Galatasarayı Mekteb-i Sultânî'sinde sekiz yılım' diye bir kitabı bitirdim. Benim bir kitabı bitirmem bir şeyi ifâde etmiyor. Mektepte bize verilen eğitim dolayısı ile öylesine titizim ki ve yazdığım eserinde akıcı bir üslûba sâhip olmasını öylesine istiyorum ki, bundan dolayı, en ufak bir makâlemi dahi, 20 – 25 defa baştan aşağıya tekrar tekrar okuyarak, gerekli düzeltmeleri yapmadan yayımlamam. Bu kitabı 43 defa okudum. Şimdi 44. okuyuşum. Hâlâ bir iki noktada hatırlayamadığım, hatırlamaya bıraktığım yerler var. Birkaç arkadaşıma da gönderdim. Hem onlardan reaksiyon almak hem de hatırlayamadığım yerlerde bana yardımları olur diye... Yâni biraz daha işi var kitabın.

Son kitabınıza ismini veren, mezunu olduğunuz Galatasaray Lisesi'nin sizi yaşamınızda ne türlü etkileri oldu?

Galatasaray Lisesi'nde gördüğümüz eğitim mükemmel bir eğitimdi. Galatasaray Lisesi, debisi son derece yüksek bir çağlayan gibidir. Altına hangi kabı koyarsanız koyun, gıdısına kadar doldurur. Ama bu kap ufaksa ancak onun hacmi kadar, bu kap büyükse de ancak onun hacmi kadar doldurur. Galatasaray Lisesi'nin verdiği eğitim talebenin hayatta başarılı olmasına yönelik bir eğitimdi. Şu ya da bu branşta uzman olmasına yönelik bir eğitim değildi. Ben Galatasarayı Lisesi'nde gerek Türk, gerekse Fransız hocalarımdan aldığım eğitimle soru sormayı ama isâbetli soru sormayı öğrendim. Sonra bu sorulara nâmusumla cevap aramayı öğrendim. Bu arayış esnâsında sâdece hakikati ama yalnızca hakikati aramayı öğrendim. Bu benim bütün hayatımdaki  prensibim oldu. Kuruluş amacı tüm Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman ve gayrimüslim çocuklara seçkin bir eğitim vermek olan  Mekteb-i Sultani'ye, 1868 yılında eğitim dilinin Fransızca olarak saptanmasıyla batı dünyasına açılan bir pencere haline gelerek çarpıcı bir dönüşüm geçirmiş ve bir anlamda  Osmanlı modernleşme hareketinin simgesi olmuştur.

Galatasaray Lisesi'nin bu farklılığını yaşayan biri olarak konuya siz nasıl bakıyorsunuz?

Galatasarayı Lisesi çok faklıdır. Galatasarayı Lisesi'nde o atmosferi teneffüs etmemiş, 8 ya da 12 senesini orada geçirmemiş olanlar bu işin püf noktasını bilmezler. Onun için hep Tevfik Fikret'i tutturmuşlardır. Tevfik Fikret'i hep tân ederler. Batıya açılan penceredir gibi bir sürü efsâneyi söylerler. Galatasaray Lisesi böyle değildir. Benim zamanında; ayrı bir medeniyetin, ayrı bir dinin, ayrı bir görgünün, ayrı bir lisanın, ayrı  edebiyatın, ayrı bir  örf ve âdetin mensup olan Fransız hocaları bize hiçbir zaman bunları empoze etmediler. Aksine kendi medeniyetlerini kendi yaşantılarını sıkı bir kritiğe tâbi tutular, öyle ki; biz de kendi kendimizi kritiğe tutalım. Biz otokritiği bu zevâttan öğrendik. Ve otokritiğin insanı nasıl yenileştirdiğini, nasıl gençleştirdiğini ve hatâları nasıl izâle ettiğini gördük. Binaenaleyh Galatasarayı Lisesi'nden çıkan hiçbir kimse körü körüne bir tradisyonun, bir ideolojinin peşinden gitmez, çoğumuz böyleyizdir. Tabîi içimizde istisnâlar var. İkincisi Galatasarayı Lisesi'nden çıkanların kısm-ı âzamında hiçbir zaman Fransız hayranlığı yoktur. Çünkü buradan çıkanlar sâdece Fransız medeniyetini değil, başka medeniyetlerin; Alman, İngiliz, Anglo Sakson, Avusturya Macaristan olduğunu da öğrenmişlerdir. Mesela çok enteresandır. Fransız Hükümeti Milli Eğitim Bakanlığı Galatasarayı Lisesi'ne her sene birkaç üniversite bursu verirdi. Ve bu burslarda Fransız müdür muavini tarafından dağıtılır, Türklerin buna bir dahli olmazdı. İşin enteresan tarafı ne kadar tanıdığım kimse varsa; bu bursları alıp ta Fransa'da tahsil etmiş olanlar, koyu birer Fransız muarızı olarak dönmüşlerdir.

Siz bu burstan yararlanmayı düşündünüz mü ya da yararlandınız mı?

Şimdi ben sınıf birincisi idim. dört şubenin ikincisi, kendi sınıfımın birincisi idim. Ben de bu burslardan bir tânesine tâlib oldum. Bursu dağıtacak olan Fransız felsefe hocamız, benim buna talip olduğumu anlayınca fena hâlde bozuldu, işi yokuşa sürdü. Hele bakalım derslerini bitir de, olgunluğunu kazanda gel dedi. Ben mükemmel bir şekilde derslerimi bitirdim geldim. “Ah Monşer, Fransız hükümeti bu sene burs tahsis etmedi” dedi. Gerçekten de  o sene kimseye burs verilmedi. Aradan seneler geçti. Bu benim içimde bir ukde oldu. Niye bana burs vermediler. Sonra anladım ki hocalar beni çok iyi tanıyorlardı. Benim kalıba giremeyeceğimi biliyorlardı. Son derece başıma buyruk, son derece tenkitçi ve ters olmasını bilen ve emir komuta zincirine girmesi mümkün olmayan bir adamdım. Sonra vicdan azâbı çektim. Keşke dedim ben hiç başvurmasaydım. Hiç değilse iki çocuk burs alırdı.Burs alanlar Fransız muarızı olarak geri dönüyorlardı. Herhangi bir kalıba girmesi mümkün olmayanlara da burs verilmiyordu.

Fransız hocaların bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Fransız hocalarımı ben daima minnetle ve rahmetle anarım. Çünkü hakikaten bize herhangi bir şey empoze etmediler. Tabîi kendi milletlerinin menfaatlerini korudular. Meselâ benim şu burs işimde olduğu gibi. Ama her işte bir hayır vardır. Cenâb-ı Peygamber'in bir hadisi şerifi var. “El hayru fî mâ vaka” yâni vuku bulanda hayır vardır. Ben bunu hayatımda çok gördüm. Neticede ben bu sefer Almanya'da fizik tahsil etmek istedim. Bunun için mâliyeye döviz tahsisi için müracaat ettim. Fakat o zamanlar mâliyeden böyle bir tahsisat almak neredeyse imkânsızdı. Çünkü Türkiye hakikaten çok sıkıntılı bir dönemde idi. 1954-1955 seneleri. Bana bu tahsisatı vermediler. Ben de gittim kuzu kuzu İstanbul üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'ne kayıt oldum. Galatasarayı Lisesi'nde iken zaten üniversite derslerinin yarısını bitirmiş olduğumdan  bir  Türkiye rekoru kırarak sekiz sömestırlık tahsili beş sömestırda  bitirdim. Geri kalan bir buçuk sömestırda ne yapayım diye düşünürken, karşıma bir burs imkanı çıktı. Gittim Fransa'da Atom Mühendisliği yaptım.

1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'nden ve 1958'de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden mezun oldunuz. Bu itibârla Türkiye'nin ilk Atom Mühendisiniz. Çok çeşitli görevlerde bulunduğunuzu biliyoruz. Benim sormak istediğim Doğu Karadeniz'de pek çok kimsenin çernobil kazası dolayısıyla aldıkları radyasyondan kanser olup öldükleri dönemde siz ve o sırada başında bulunduğunuz Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK)'in  kusurlu olduğu iddia edilmişti. Aradan bunca zaman geçti ama sizi suçlayanlarla ilgili neler söylemek istersiniz?

Hepsine de hakkımı helâl ettim. Çünkü  bilmiyorlar, bilmedikleri için de her önüne gelen her şeyi söylüyor. Hâlbuki  ben hasbelkader Türkiye'nin ilk atom mühendisiyim. 48 senedir atom mühendisiyim. Türkiye'nin atom macerası ile ilgili bütün olaylarında müdâhil oldum. Filvâki kimse beni dinlemedi. Zâten devlet adamları ilim adamlarını dinleyecek yapıda ve olgunlukta değiller. Şimdiye kadar devlet adamlarına onların istediği konularda 2.000 sayfadan fazla rapor yazmış olmama rağmen, devlet bu raporların bir kelimesine, bir cümlesine dahi itibar etmedi. Çernobil kazâsı dolayısı ile o zaman aleyhimde bir davâ açılmıştı. Fakat 1992 senesinde Süleyman Demirel ve Erdal İnönü koalisyonu esnâsında, rahmetli Özal'ı Çankaya'dan indirmek için  yaptıkları baskı netice vermeyince, benim Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı'ndan azledilmiş olmamı hatırlayıp, benim üzerime yüklenmeye başladılar. Bütün gazeteler aleyhimde haber yaptı. SHP, Türkiye'nin dört bir yanında yaklaşık 400 suç duyurusunda bulundu, her bir suç duyurusunda  benim 40 sene hapsimi ve 40 milyar lira para cezasına çarptırılmamı istedi. Ümit ettiler ki, ben böyle bir baskı altında Turgut Özal ve o zamanki hükümeti hakkında söylemeyeceğimi bırakmayacağım. Hâlbuki ben dürüst bir adamım ve şurası da muhakkak ki Turgut Özal, o zamanın hükümeti, benim üzerimde Çernobil kazasının Türkiye'deki etkilerini araştırma ve idare etmem hususunda en ufak bir baskıda bulunmadı. Zaten baskıda bulunsalar Turgut Bey çok iyi biliyordu ki, ben anında istifâ ederdim. O yüzden bana hiç karışmadılar, beni tamamen serbest bıraktılar.

Peki hocam Çernobil kazasının sorumluğu kime ait?

Her zaman söylediğim gibi çernobil kazâsının, bütün ilmi sorumluluğu o zaman Türkiye Atom Enerjisi Kurumu başında bulunan bana ve Kurum'a ait. Ama ekonomik ve siyasî sorumluluk bana ait değil. O hükümetin işi, ona ben karışmam. Biz sâdece hükümeti işin ilmî tarafından aydınlattık, onlarda işin siyasi tarafını kendi bildikleri gibi yaptılar. Aslında çok da başarılı oldular.

Çok yüksek görevlerde bulunmak sizi nasıl etkiledi?

Tabiî bunların bütünü benim görgümü bilgimi, görüş açımı çok genişletti. Her bir görevi de tevâzu ile kabul ettim. Ama her bir görevden ayrılmak gerektiği zaman da daima alnım ak, yüzüm pak, göğsüm dimdik çıktım. Hattâ azledildiğim görevlerden dahi böyle çıktım. Benden nefret eden insanlarda oldu, aldığım idâri kararlar dolayısı ile beni batırmak isteyenlerde oldu; Özellikle bu çernobil hâdisesi dolayısı ile...

Şimdi nükleer santral ihalesi gündemde. Basının ilgisi tekrar size yönelmiştir sanırım?

Bu ihtiyar yaşamımda bir hayli kimse başıma üşüşmüş durumda. Artık akıllandım. Ne radyolara ne televizyonlara çıkıyorum. Çünkü medyanın çok önemli bir kısmının halkı bilgilendirmek yerine kendi reytinglerini arttırmak için horoz dövüşü yaptırmayı tercih ettiklerini gördüm. Bu mevzuda karşıma beni sorgulayacak aklı başında hiçbir adam çıkarmıyorlar, ben de hepsini reddediyorum, gitmiyorum. Medyada aklı başında, çok durmuş oturmuş ve işin hakikatini arayan insanlar var. Onları  karşıma çıkarın dediğimde çıkarmıyorlar, ben de kabul etmiyorum.

Bir ilim adamı, bir sanatçı, bir Üsküdar âşığı ve neredeyse 2-3 kişilik yaşanmış bir hayat. Bir ömüre sığdırılmış bu kadar başarının sırrı nedir?

Cenâb-ı Hakk fakîre çok lûtufda bulundu. Ben 1953 senesinde Galatasaray Lisesi'nin 11. sınıfındayken yavaş yavaş uykumdan uzaklaşmaya başladım. İlk kalp krizini geçirdiğim 20 Temmuz 2000 tarihine kadar da ben, her gece  bir veya bir buçuk saat, bilemediniz iki saatlik uykuyla, bazen de 45 dakikalık uyku ile iktifâ ettim. Hiç uyumadan geçirdiğim pek çok gecem oldu. Hele çernobil kazasında ilk defa radyasyon Edirne ve civârına indiği zaman beş gün dört gece hiç gözümü kırpmadım. Sonra uzun müddet bunu düşündüm. Neden bende böyle bir şey oldu. Çünkü ben Özel bir gayret sarf etmiyordum. Doğal olarak da herkes bana bunu soruyordu. Birkaç kişinin yaptığı işi yapıyorsun, nasıl oluyor da uyumuyorsun?

Kahve mi içiyorsun, ilâç mı alıyorsun? Hayır hiç alâkası yok. Hiç ilâç kullanmam, baş ağrısı ilâcı dahi kullanmam. Üstelik de yatmadan evvel eskiden bir büyük fincan kahve içip öyle yatardım. Ben kafamı yastığa koyar koymaz on saniye içinde uyurum. Sâdece bir sene içinde bir ya da iki defa uyumak istesem de uyuyamam.

Peki uykuya karşı bu isteksizliğin kaynağı nedir?

16 yaşındayken bende büyük bir mistik cezbe zuhur etti. Bu mistik cezbe dolayısıyla ben sürekli oruç tutmaya başladım. Babamdan da destur alarak yedi gün yâni üç gün ramazan bayramı, dört günde kurban bayramı hâriç olmak üzere; senede 358 ya da 359 gün devamlı oruç tuttum. 3,5 sene böyle oruç tuttum. Sonra 2,5 sene de Savm-ı Davud yaptım, yâni bir gün tuttum, bir gün tutmadım. Hayatımda birdenbire bir değişiklik, uykuya karşı bir isteksizlik ve büyük bir mukavemet oldu. Herhâlde bu faktör benim uykusuzluğumu tevlîd etti, uykusuzluğuma rağmen de gücümü kuvvetimi korudu.

O zaman bu güç ve kuvvetle bütün bu başarılara imzâ attığınızı söyleyebilir miyiz?

53 taneden fazla kitap yazdım. 390 makâlem var. Bir sürü de raporum var. Bütün bunları üst üste koysanız hemen hemen bir insan boyuna erişir. Bunlar normal hayatta ve insanın nefsine uyarak; eğlence, sefâ ve sefahat âlemi geçirdiği bir hayatta olacak işler değil. Bunlar sıkı bir riyâzat hayatında olacak işler. Benim de  riyâzatım oruç tutmaktı ve nefsani eğilimlere prim vermemekti. Bunun sâyesinde bir hayli iş yapmış oldum. Hamdolsun!

Zamana yenik mi düşüyor insan? Herşey değişiyor mu zamanla?

Bundan 60 sene evvel, Üsküdar'ın meşhur attar dükkanında Saim efendi amca, babama, "Hafız efendi artık toprağın altına girmek istiyorum" demişti. Ben de vardım, kulağımla duydum. Babam dedi ki; "Saim efendi ne sıkıntın var?". "Hâfız efendi artık insanlar bir başka oldu, dünya bir başka oldu, dayanılmaz bir hâle geldi o kadar tefessüh etti ki" dedi. Hâlbuki ben bu 72 yaşımda bundan 60 sene evvelki Üsküdar'ın ve Üsküdar'ın insanlarının durumunu  hatırlayarak ne cennet gibi yerde yaşıyormuşuz diyorum. O zamanın tahassürü ile doluyum. Ama an hep o andır. Öyle tahmin ediyorum ki aradan 60 sene geçtikten sonra  benim bu hâlimi, Üsküdar'ın bu hâlini, devletin bu halini görenler; ah 60 sene evvelki zamana gidebilsek diyeceklerdir. O yüzden değişen bir şey yok. Mühim olan insanın kendi hayatı ile mahdud olan zaman dilimin Ötesine geçebilmesini bilmek. Geçtiğiniz takdir görüyorsunuz ki üzülecek bir şey yok. Cenâb-ı Hakk'ın nizâmı böyle, ezelî nizâm böyle.

Bir beldenin kimliğini, içinde yaşayanlar ve yaşatılanlar oluşturur. Üsküdar'ın dününü ve bu gününü bilen, gerçek bir Üsküdarlı olarak, bize bunu tarif eder misiniz? Üsküdarlı olmak ne demektir?

Üsküdarlı olmak evvelemîrde sahih olmaktır. Yâni ister mânen ister maddeten karşıdaki sizden bir şey beklemeden verebilmesini bilmektir. Benim çocukluğumda bütün Üsküdarlılar böyleydi. Bu sarayın Üsküdar'a vurduğu bir damgadır. Sehâvet damgasıdır. Yâni delisinden velisine kadar, edepsizinden belâlısına kadar bütün Üsküdarlılar sahihti. Burada çok külhanbeyi vardı ama hepsi edepliydi. Hepsi mahallenin namusunu korumaya gayret gösteren, ama kendilerine bir görev çıkartmayıp bunu baskı unsuru olarak kullanmayan edepli insanlardı. Herkesin birbirine karşı büyük bir edebi vardı. Herkes birbirini korur, saygı gösterirdi. Üsküdarlılık bu. Tek kelimeyle sehâvet şehriydi.

Üsküdar'a karşı duyduğunuz sorumluluk mu sizi, onu anlatmaya dolayısıyla kitap yazmaya yöneltti?

Sanıyorum 1993 senesiydi. Ramazan'da oturdum dedim ki; Üsküdar da  babamın 54 sene benim ise 53 sene müdavimi olduğum bir attâr dükkânı vardı. Bu attâr dükkânı akademi gibi bir yerdi. Burada artık son devirlerin şairleri, ressamları, sanatkarları ve meşâyihi gelir sohbet ederlerdi ufacık dükkânda. Ben de onları izlerdim. Şimdi bu dükkânın, bu dükkânın sâhiplerinin ve bu dükkâna gelmiş olan kimselerin benim şahsiyetime ve karakterime direkt ya da endirekt olarak tesirlerinin izlerini ben 40 yaşımdan sonra idrak etmeye başladım. Kendimi bu dükkana karşı  ve bu dükkandaki insanların hatırasına karşı sorumlu hissettiğim içim yazmaya başladım. Yazarken o kadar kendimden geçerdim ki top patlardı, hanım içerden bağırırdı; "Bey top patladı, iftar oldu. Şu attâr dükkânından çık gel de orucunu aç. İlk önce böyle başladım. Sonra Üsküdar için, benden kapsamlı yazı istediler uzun bir makâle yazdım. Sonra bu makâleyi, "Geçmiş Zaman Olur ki" kitabımda dercettim. Sonra Üsküdar'da geçirmiş olduğum çocukluk, ilk orta ve lise hayatımı kısaca anlattım. Sonra "Üsküdar Ah Üsküdar" adlı kitabımda, Üsküdar'ın hatırıma gelen her bir şeyini hâfızama rücû ederek yazdım. Üsküdar'ın okulları, çiçeği, kadını, meczûbu herşeyi var. Kendimi, şahsiyetimi şekillendiren bu beldeye karşı borçlu hissediyorum. Bunu anlatmanın da bir vecîbe olduğunu ve bunun bir ibret eseri olarak başka kuşaklara kalması gerektiği husûsunda katî bir kanaât sahibi olduğum için yazdım bu kitapları.

Hocam, Üsküdarlının beldesine karşı hissettiği bu aidiyet duygusunu neye bağlıyorsunuz?

İstanbul'un bir semti diğerine benzemez. Üsküdar da konumu, tarihî ortamı, İstanbul'un diğer semtlerine ulaşım kolaylıkları, eski sâkinlerinin Örf ve âdetleri, "İstanbul'un taşı toprağı altındır" efsânesinin câzibesiyle Anadolu'nun bağrından kopup gelenlerin ilk durağı olmak bakımından diğer semtlerden çok farklıdır. Üsküdar sarayın damgasını yiyen bir yerdir. 500 senedir sarayın damgası vardır burada. Saray; bütün nezaketini, zerâfetini,  sahâvetini, zevkini Üsküdar'a aşılamıştır. Üsküdar'a hepsini mi aşılamıştır. Hayır, ama Üsküdar'ın kaymak tabakasına aşılamıştır. Millet de o kaymak tabakasına baka baka buna alışmıştır. Yâni mimetizm yoluyla, birbirine baka baka insan birbirine benzer. Üsküdarlılarda da böyle olmuştur. Sonra Üsküdar mübarek bir beldedir. İstanbul'da, bulunan toplam 304 tekkenin 70'i Üsküdar'da bulunuyor. Fatih'de, Eyüp'de dahi bu kadar yok. Ayrıca burada çok büyük zevat yetişmiştir. Üsküdar'a damgasını vuran budur.

Hocam Üsküdar gibi kültür hazinesi olan bir beldenin yeteri kadar anlatılabildiğini düşünüyor musunuz?

Evlâdım Üsküdar'da çok şey yapılabilir. 1996 senesinde hocam Üsküdar için ne yapılabiliriz diyen, Belediye Eski Başkanı Yılmaz Bayat'a dedim ki, "Beyefendi kardeşim Üsküdar için yapacağınız en büyük hizmet, bir Üsküdar müzesi kurmanızdır". Bu fikir Yılmaz Bey'in kafasında bir müddet uykuda kaldı. Fakat Belediye Başkanlığının son 2-3 senesinde bunu kuvveden fiile çıkarmak için uğraştı. Bunun için Eski Mahkeme binâsını sâhiplerinden 250 milyar liraya satın aldı. Fakat o bina Üsküdar müzesi için yeterli değil. Üsküdar için çok büyük bir binaya, çok iyi dizayn edilecek bir binaya, ihtiyaç var. Maalesef bunun için de vakit geçmektedir. Eski insanlar çok az kalmıştır. Üsküdar'ın son dönemlerini hatırlayacak ve buna hem maddi hem mânevî katkıda bulunacak, yol gösterecek bir elin parmakları kadar insan bulamazsınız. Bunlardan bir tanesi Ahmet Düzgünman şimdi 90 yaşında, ben 72 yaşında, Neyzen Niyazi Sayın 78 yaşında, biz hayatımızın sonuna geliyoruz. Biz göçtükten sonra sâdece gerçek olmayan efsaneler kalacak. Bunun bir an önce yapılmasında fayda vardır. Üsküdar büyük bir kültür merkezidir. Üsküdar'ın son iki asrına baktığınız takdirde bir resim ekolünün, bir ebrû ekolünün, bir  mûsıkî ekolünün ve bir de Kur'an tilâvet ekolünün  tesis etmiş olduğunu görürsünüz. Bu dört ekolün de Üsküdar müzesinde açılıp Örnekleri ile yer alması lazım. Belediye bu hususta biraz gevşek davranıyor gibime geliyor. Halbuki ilk yapılacak iş öncelikle komisyon kurulmasıdır. Komisyon kurulsa belirli yetkileri olsa belediyeye çok katkısı olur.

Üsküdar Kültür Müzesi haricinde Üsküdar için yapılmasını istediğiniz başka projeniz var mı?

Benim projelerimden biri de Üsküdar ansiklopedisi yapılmasını istiyorum. Üsküdar'ın meşhurları, kimler yetişmiş Üsküdar'dan: Şeyhülislamlar, kaptan-ı deryâlar, ressamlar, sanatkârlar, edipler, şâirler, mutasavvıflar... Geç kalınmıştır. Bu işe kendisini verip çalışacak kişiler lâzım. Bu iş maddi ve mânevî olarak desteklenmeli.

Üsküdar'a karşı duyulan bu muhabbetin özleme dönüştüğü hiç oluyor mu hocam?

Evlâdım ben Galatasarayı Lisesi'nin yetiştirici sınıfında iken, 1.300 metre karşıda, Ortaköy'de iken bile  özlüyordum Üsküdar'ı. Bir gözüm hep Üsküdar'da oluyor.

 

Bize karşı gösterdiğiniz ilgiye gerçekten müteşekkiriz. Bu nezaketin temelini aşılayan ailenizden bahseder misiniz bize?

Annemin baba tarafı Konya'dan. Bunlar Konya Beylerbeyi ile beraber, Kanunî'nin Belgrat seferine katılıp Yugoslavya'ya giden bir tımar sahibi. Annemin anne tarafı, 470 sene evvel orada Grad şehrini zaptediyor, kendi müfrezesiyle. Saray Bosna'da annemin anne tarafı Gıradaşçeviç diye bilinir. Annemin baba tarafı da Begoviç diye bilinir. Bizim rahmetli Aliye İzzet Begoviç, Saray Bosna cumhurbaşkanı, ile uzak akrabalığımız var. Hâlâ bizim orada akrabalarımız var. Gerek annemin anne tarafı gerekse baba tarafı hep asker ve tüccar. Mesela annemin dedesi İbrahim Begoviç'in, 21 köyü varmış Saray Bosna'da. Balkan harbinde ancak oradan 3 teneke altın kaçırabilmiş, her şeyi orada kalmış. Buraya gelmiş. Karamürsel'de bir şirket kurmuş, Adapazarı'ndan 1.500 dönüm arazi almış, Adapazarı belediye başkanı olmuş, 1902-1904 arasında çark deresini ıslah etmiş ve çark deresinin suyunu evlere içme suyu olarak veren sistemi ıslah etmiş. 1913 senesinde de  Adapazarı'nda ilk Türk şahsi bankasını kurmuş. Yedi  arkadaşı ile birlikte kurduğu bu banka, bu gün, Türk Ticaret Bankası'nın nüvesidir. Adapazarı'nda Türk Ticaret Bankası'nın ana merkezine girdiğiniz zaman benim dedemle beraber yedi arkadaşının  resmini de görürüsünüz. Anne tarafım böyle. Baba tarafına gelince, baba tarafımın 280 sene evveline kadar biliyorum. Araştırmadım, zaten merak da etmedim. Baba tarafım hepsi Enderun'dan yetişmişler, babama kadar. Hepsi saray mensubu. Kimisi sarayın hassa alayın kumandanı olmuş, kimisi çuhadar Başı olmuş. Benim dedemin dedesi II. Mahmut'un çuhadar başısı olmuş. Kendisi Aziz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı'nın  haziresinde medfun.

Sizden başka ailenizden önemli mevkilere gelen kimseler var mı?

İlme heves eden sanırım bütün bu aile içinde tek adam benim. Sonra benim en büyük kuzenim, teyzemin  kızının oğlu da ilme heves etti. O da şimdi profesör. Mehmet Semih Dedeoğlu. Aynı zamanda Galatasaray basketbol takımında da oynadı. Milli basketbol takımımızda da Türkiye'yi uzun zaman temsil etti.  Hâli hazırda İstanbul üniversitesi Mühendislik Fakültesi'nde profesÖrdür. Bundan başka sülâlede ilme heves etmişte belirli bir mevkiye gelmiş pek kimse yok.

Atletizme ilgi duyduğunuzu ve bu alandaki rekorlarınız biliyoruz. Nasıl başladınız atletizme?

Galatasarayı Lisesi'nde iken atletizmde bayağı iyi dereceler yapmaya başladım. Bunun üzerine resmen müsabakalara iştirak etmek için bir kulübe kayıtlı olup lisans çıkarmak istedim. Galatasaray kulübüne gittim. Ben o zaman 1,78 boyunda 72 kilo idim. Bana "Evlâdım sen çok tıfılsın büyü de gel'" dediler. Ben de gittim Beşiktaş kulübüne kayıt oldum. 5 sene atletizm yaptım. Kardeşlik havası içinde çok mesut oldum. Ayrıca bizim lisenin atletizm takımın kaptanı Abdülkadir Günyaz, şimdi çok iyi bir sanat adamıdır. Ve bir zamanlar Beşiktaş Kulübü'nün başkanlığını yapan rahmetli Mehmet üstünkaya da sınıf arkadaşımdı. Onu da oraya ben kaydettirdimdi.

Okul yönetimi buna tepki göstermedi mi?

Derslerim çok iyi olduğu için ve ters tabiâtlı olduğum için bana bir şey diyemediler. Yoksa idâre insanın canını okurdu. Üniversiteye geçince atletizm hayatım da bitti.

Galatasaray'da kırdığınız rekorlar hâlâ kırılmadı sanırım?

Yüksek atlama rekorum hâlâ kırılmadı. 1953'te kapalı salon 166 cm ve açık alanda 170 cm ile kırdığım rekorlar hâlâ kırılmadı.

Peki futbola ilginiz var mı? Takım tutuyor musunuz?

Takım tutmam. Ben bir fanatik değilim. Her işim akli ve günün şartlarını uygun olarak yaparım. Bu prensip sahibi olmadığımı göstermez. Şimdiki futbol danışıklı dövüş. Hatta ben niye insanlar kulüp başkanı olmak için çok uğraşır diye sorduğumda, çok ilginç bir yanıtlar aldım. Para için yapılan spor hoşuma gitmiyor.

Güzelliği hâfızamızdan asla silinmeyecek olan bu keyifli sohbete son verirken affınıza sığınarak acaba hocamız için yapabileceğimiz bir şeyler var mı diye sormak isteriz?

Bizim gayemiz kimseye yük olmamaktır. Ömr-ü hayatımda çantamı hiç bir talebeme, asistanıma, doçentime taşıtmadım. Paltomu katiyen hanımıma tutturmam. Hayatımda sadece, şimdi benim yerime kalan, Prof. Şehsuvar Zebitay iki defa pardesömü zar zor tutmuştur. Biz kimseye yük olmak istemeyiz. Onun için diyoruz ki bir dahaki sefer geldiğiniz zaman eliniz boş gönlünüz dolu geliniz.

Tasarım & Geliştirme | kerataif