Buradasınız

VAHİY-AKIL İLİŞKİSİ

VAHİY - AKIL İLİŞKİSİ1
Prof. Dr. Ahmed Yüksel ÖZEMRE

 

Kur'ân Açısından Vahiy

Akl'ın ve Vahy'in mâhiyetleri hakkında kesin (yakîn) ve objektif bir bilgi edinmeye yönelik bir gayretin herkesi tatmin edebilecek sonuçlar vermesi mümkün değildir. Buna karşılık, bunların ortaya koydukları sonuçlar hakkında tefekkür etmek daha temkinli ve daha isâbetli bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Ben de bu incelememde rivâyetlere (yâni hadîslerin ve tasavvufî çevrelerin bu konudaki haberlerine) îtibar etmeden, yalnızca Kur'ân çerçevesi içinde kalarak Vahyin epistemik değerini ortaya koymağa çalışacağım.

Vahiy, Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'in emir ve haberlerini (III/44) mahlûkāta iletme tarzıdır. Vahy'in sonucu Rabb'den iletilen bir bilgidir. Bu bilgi diskürsif bir bilgi iletme tarzı olduğundan iletilen bilginin kaynağı değil yalnızca aracısıdır. Bu bilginin kaynağı bizzât, Aliym ismini zâtına lâyık görmüş olan Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'dir. Yâni akla dayanan bir bilgi değil fakat zaman zaman "aklın isâbetle ve dirâyetle kullanılmasını" da tavsiye eden bir bilgidir. 

Beşer söz konusu olduğunda böyle bir bilgi, Vahiy yoluyla, ya 1) bir perde ardından2 , ya da 2) Rabb'in irsâl ettiği bir resûl aracılığıyla iletilir (XLII/ 51). Fakat Rabb: Gökler'e de (XLI/12), Arz'a da (XCIX/5), meleklere de (VIII/ 12), Hz. İsâ'nın Havârîler'ine de (V/111), Hz. Mûsâ'nın annesine de (XX/38) ve bal arısına da Vahyetmiştir (XVI/68).

Vahyedildiği esnâda Vahy'in muhâtabı olan, Vahy'in muhtevâsını tebliğ etmedikçe bir üçüncü şahıs bu muhtevânın ne olduğunu bilemez; yâni Vahiy, Rabb ile kulu arasında ve muhtevâsı açısından (eğer Vahyi getiren melek varsa, onun dışında) bir üçüncü şahsın bu iletişimi paylaşmasına imkân vermeyen bir gizlilikte cereyân eder. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn'in emir ve haberlerini mahlûkāta iletme tarzı olan Vahiy, paylaşılması mümkün olmayan sübjektif bir hâdisedir. Bu hâdiseyi yaşamamış bir kimsenin Vahy'in realitesini ya da Vahyin taşıdığı bilgilerin menşeini kabûl ya da reddetmesinin objektif bir dayanağı bulunmaz. Bununla beraber Vahy'in varlığına ve bu kanalla gelen bilginin doğruluğuna îman her müslümana farzdır.

Vahy'in muhâtabı, eğer bunun Vahiy olduğunu idrâk etmişse, bunun sâdık bir bilgi iletim tarzı olduğunun yâni Allāh'ın mekrinin (Mekrullāh'ın) dışında bulunan bir sürece tâbî olduğunun da idrâkindedir. Bu bakımdan Vahiy ilâhî bilginin en emîn, ve en sâdık aktarım tarzıdır. Ayrıca, her şeyi bilen (yâni Alîm olan) Rabb'ın kuluna ilettiği Vahiy kaderin dışında da değildir (LIV/49, XI/6, XXVII/75).

Bu açıdan bakıldığında Vahiy, beşer için, yalnızca bir inanç meselesidir; kendisini bizzarûre kabûl ettirtmek gibi bir vasfı yoktur. Nitekim Hz. İsâ'ya gelen Vahy'i Yahudiler, Hz. Muhammed'e gelen Vahy'i de Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müşrikler reddetmişlerdir. Kur'ân (XVIII/57'de) Rabb'in âyetleri kendisine hatırlatıldığı hâlde onlara sırt çevirenlerden daha zâlim kimse olmadığını beyân etmektedir. Beşerin bu zâlimliği kendi nefsinden kaynaklanmaktadır. çünkü nefis kötülüğü emreder (XII/53).

Nefis sâhibi kimselerden ancak kendisine hidâyet lûtfedilmiş olanlar Vahy'i tasdîk edip muhtevâsına uyarlar. Rabb'ın "âdem'e secde edilmesi" hakkındaki emri İblîs'e erişince o, bunun apaçık bir Vahiy olduğunu idrâk etmemiş olduğu gibi bu emre icâbet de etmemiştir. Ezeldenberi, kendisine apaçık Vahiy geldiği hâlde buna icâbet etmeyen ve baş kaldıran tek fert İblîs olmuştur. Hiçbir peygamberin, hiçbir meleğin, diğerlerinin ve bal arısının Rabb'in Vahy'ine icâbet etmediği görülmemiştir.

Kur'ân Açısından Akıl
Vahy'in Rabb'den kuluna bir bilgi iletim tarzı olmasına karşılık akıl kulun kendi kendine bir bilgi edinim tarzıdır. Beşer: 1) Vahiy söz konusu olduğunda mef'ul (edilgen), 2) Akıl söz konusu olduğunda ise fâildir (etkendir). Akıl: 1) vehim, 2) hayâl, ve 3) mantık'a yataklık eden bir substratum'dur; yâni bu üç unsuru tahrîk ve koordine eden bir çeşit heyulâ'dır. Akıl bu üç unsur aracılığıyla (eşyâ, kavram, his gibi) her türlü nesne ve bu nesnelerin zihnimizde teşekkül eden temsilleri arasında: 1) seçim, 2) sıralama, 3) yön, 4) boyut, 5) terkîb, 6) tahlîl esaslarına, ve 7) mantık kurallarına göre kategoriler ihdâs etmek ve bu kategorileri yeni nesneler olarak idrâk etmek yoluyla bilgi üretir; üretmiş olduğu bilgilerden hareketle de çeşitli yöntemler ihdâs edip bunları uygulayarak yeni bilgiler üretir. Bu bir ontolojik süreçtir. Üretilen bilgilerin gerçeğe uygun olup olmamaları ise, burada değinmeyecek olduğumuz, yaklaşılması da çözümü de çok daha zor olan epistemolojik bir meseledir.

Bütün bunlar ilâhî menşeli bilgi iletim tarzı olan Vahiy ile beşerî menşeli bilgi edinim tarzı olan Aklın: 1) mâhiyetlerinin, 2) tezâhürlerinin ve 3) ilettikleri bilgilerin menşelerinin ne kadar farklı olduğuna ve Vahiy ile aklın hiçbir şekilde özdeş ya da eşanlamlı (müterâdif) olarak alınamıyacağına ve özellikle de, bir toplantı zabtında Prof. Dr. Süleyman Ateş'e izâfe edilen: "Vahyi veren de alan da akıldır" şeklindeki bir beyânın gerçeği yansıtmasının mümkün olmadığına3 yeterince ışık tutmaktadır.

Cenâb-ı Rabbü'l-Âlemiyn: "Ve andolsun ki Biz, eğer dilersek, sana vahyet-tiğimizi izâle etmeğe de muktedîriz; sonra Biz'e karşı kendine bir vekîl de (yardımcı da) bulamazsın" (XVII/86) beyânıyla 1) Hz. Peygamber'e vahyettiğini kendisine unutturmağa da muktedîr olduğunu, ve 2) unutulan vahyedilmiş bilgiyi Peygamber'in ihyâ ve ibkā etmesi için kendisine akıl dâhil hiçbir şeyin yardımcı olamıyacağını îkaz etmektedir. Bu âyet vahyedilen bilgiye akıl yürütmek yoluyla denk olacak bir bilgi elde etmenin mümkün olmadığının da delîlidir.

Kur'ân-ı Kerîm'de Akl'ın: 1) düşünmek için, 2) ibret almak için, 3) öğüt almak için, 4) hidâyete ermek için, 5) cehâlette kalmamak için, 6) (gönül yönünden) kör, sağır ve dilsiz olmamak için, ve özellikle de 7) Kur'ân'ın mânâsının anlaşılması için ne kıymetli ve olmazsa-olmaz bir yardımcı olduğuna dair pekçok âyet vardır. (Meselâ, bakınız: XIV/52, XXXVIII/29, XX/54 ve 128, XXVIII/51, XXXIX/21, LVII/ 17, XXXIX/17-18, II/171-172, XII/2, XLIII/2, XLIV/58).

Bütün bu âyetler Akl'ın önemini vurgulamaktadırlar. Gerçekten de Rabbü'l-Âlemiyn'e lâyıkı vechile kulluk edebilmek için Kur'ân'ın ne buyurduğunu bilmek, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini anlamak ve temyîz etmek gerekir. Bu idrâk ve temyîz ise yalnızca Akl'ın aracılığıyla olur. Şu hâlde bütün bu âyet-i kerîmelerden: "Kur'ân'ı tetkik ederken aklını kullanmak her müslümana farzdır" sonucu çıkmaktadır.

Ancak şuna dikkat etmelidir ki akıl iki türlü kullanılabilir. Biri insanı felâkete, diğeri ise hakikatların keşfine sevkedebilir. Eğer insan aklını, onun her şeyden üstün ve her şeyin Akl'a musahhâr olduğu vehmiyle kullanırsa bu vehimdeki gizli şirk ona felâket getirir. Eğer aklını usûlüne ve Kur'ân'ın rûhuna uygun olarak "Ak'lın aslā hükümrân olmadığı, aksine, Hakk'ı (Gerçeği) fehm, idrâk, temyîz ve teslim etmek yönünden ancak ve ancak hâdim olabileceğinin idrâki" ile kullanırsa, bu da onu hakîkatların keşfine sevkedebilir. Bu hususda dindar kişiyi temkine sevkeden rehberlerden birisi de: "Şüphe yok ki (insanlar) Allāh'ın ilminden bir şeyi ancak O'nun izniyle ihâtâ ederler" (II/255) âyet-i kerîmesi olmalıdır.

Kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmâre'nin) tahrîkiyle vehim ve hayâli azan beşerin bir bölümü her şeyi aklîlik (rasyonalite) çerçevesi içinde görmek marazına kolayca kapılabilmekte ve her şeyi sınırsızca sorgulayabilmektedir. Dindarların da ate'lerin de tutumlarını zâhiren aklîlik çerçevesinde savunabilmeleri ise Akl'ın her iki zıt tutuma da kolaylıkla yataklık edebildiğini göstermektedir.

Bu açıdan bakıldığında, Akl'ı vahşî ve serâzat bir küheylâna benzetebiliriz. Bu küheylân kendisine gem ve semer vurmadan bineni, onun istediği yöne değil kendi istediği yöne çeker götürür; ve bir müddet sonra da sırtından fırlatıp atar. Ama bu küheylânın azgınlığı eğer Kur'ân'ın gemi ve Sünnet'in de eğeriyle zabt-ü rabt altına alınırsa, o zaman bu vahşî at ehlileşerek binicisini ister istemez onun istediği yöne götürür.

Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu üç hadîs de aklın hem bu âlemdeki, hem de âhiretteki önemini çok iyi bir şekilde vurgulamaktadır:

  • "Doğru yolu akıllıdan öğrenin; sözüne isyân etmeyin; sonra nâdim olursunuz" (Süyûtî: Câmi'ü-s Sagiyr)
  • "Cebrâil'e insanlarda ululuğun, önderliğin neyle olduğunu sordum: 'Akılla' dedi" (Abdurrauf Al-Munâvî: Künûz Al-Hakāyık Fî Hadîs-i Hayr Al-Halâyık)
  • "Akıllıca hareket etmek her iki âlemde de işlerin en ulusudur" (A. Al-Munâvî: a.g.e.)

Sonuç
Vahiy ve Akıl kavramları hakkında ortaya atılmış olan çoğunlukla sübjektif ve muğlâk fikirler Vahiy-Akıl ilişkisinin anlaşılmasını kolaylaştırmak yerine pekçok sun'î problemin ortaya çıkmasına ve konunun tutulması gereken kanalın dışına taşmasına sebep olmuş görünmektedir. Vahy'in ilâhî bir bilgi iletim tarzı, buna karşılık Akl'ın da beşerî bir bilgi edinim tarzı olduğu, Vahy'e ve taşıdığı bilgilerin doğruluğuna îman etmenin de ve aklını kullanmanın da farz olduğu göz önünde tutulduğu takdirde Vahiy-Akıl ilişkilerinin sınırlarını daha iyi belirleme imkânı ortaya çıkmaktadır.
 

* * *
 

[1]Bu yazının ilk versiyonu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın II. Abant Toplantısı'nda (9-10 Temmuz 1999) çağrılı tebliğ olarak takdîm edilmiş;. ayrıca "Umran" dergisinin Eylûl 1999 târihli 61. sayısında s.46-48'de yayınlanmıştır.
[2]Bu tebliğimde, sözümün başında çizmiş olduğum çerçevenin dışına çıkmamak için, perde'yi semantik olarak incelemekden de imtinâ ediyorum.
[3]Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Abant Toplantıları 1/İslâm Ve Lâiklik, Editörü: Mehmet Gündem, s. 84, İstanbul 1998.
Tasarım & Geliştirme | kerataif