Buradasınız

ÜSKÜDAR'DA KONAK HAYATI


ÜSKÜDAR'DA KONAK

HAYATI


Ahmed Yüksel

ÖZEMRE






Çocukluğumun ve hattâ gençliğimin

bir bölümünün Üsküdar'ı, bir ahşap konaklar beldesiydi. Eskihamam, Açık Türbe,

Doğancılar, Ayazma, Salacak, İhsâniye, Sultantepesi, Toygar, Altûnîzâde,

Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköyü semtlerini en az iki ve en çok dört katlı,

çoğu kere haremlik ve selâmlık bölümleri de olan konakların

yoğunlaştığı yerler olarak hatırlıyorum. Hepsinin de, mutlakā, enva-i türlü

meyve ağaçları ve çiçeklerle bezenmiş geniş birer bahçesi olurdu. 1950'li

yıllarda bu konakların yaşlarının, yaklaşık, 60 ilâ 200 yıl arasında değiştiği

söylenirdi.



Rahmetli babamın hayatı, ailesine

ait iki büyük konak ve bir de konak yavrusunda geçmiş. Ben bunların üçüne de

yetiştim ama yalnızca doğduğum Münib Paşa Konağı'nda yaşadım. Eskiden, İhsâniye

semtinde Kasap Veli Sokağı'nda bugünkü 10 numaralı arsada yükselen, babamın

çocukluğunda zarûretten dolayı 100 altına satılmış olan dört katlı, atalarımdan

"Çuhadarbaşı Mehmed Emîn Ağa1

Konağı"nı da; babamın doğduğu, Hâkimiyet-i Millîye Caddesi üzerinde bugün

Lâhmâcuncu Hacıoğlu'ya bitişik olan 122

numaralı içerlek hanın yerinde olan ve daha sonra gene zarûretten dolayı 40

altına satılmış olan konak yavrusunu da ziyâret etmek imkânım olmadı. 1965'e

kadar içinde oturduğumuz ve ağabeylerim Mahmûd Mazhar'ın2

ve Muvaffak'ın3,

yeğenim Abdullah Ahmet Refik'in4

ve rahmetli büyük kuzinim Meliha hanımın oğlu Prof.Dr. Mehmet Semih

Dedeoğlu'nun5

doğduğu, Doğancılar Caddesi'ndeki 26-28 numaralı üç katlı konağı ise babaannemin

babası Münib Paşa XX. yüzyılın başında 150 altına satın

almış.

Tavanları 3,4 metre

yüksekliğindeki Münib Paşa konağında 15 oda ve 3 büyük sofa, 1 ahır, 2 bahçe, 1

sarnıç, 3 kuyu, 1 dönme dolap ve müstakil 1 mutbak müştemilâtı vardı. Fakat

benim çocukluğumda konağın selâmlığı kirâya verildiğinden biz ancak 10 oda, 1

sofa, 4 gusülhâne, 5 muazzam gömme dolap, 2 mutbak, 2 taşlık, 1 kömürlük, 1

sarnıç, 2 kuyu, 3 helâ, 1 tahtaboş ve çok geniş 1 bahçeden oluşan haremlik

kısmını işgāl ediyorduk. Yalnızca bu kısım dahi, bahçesi hâriç, 500

­m2 den büyük bir mekân demekti. Annem alt kattaki mutbakdan

seslendiğinde eğer ben en üst katta isem sesini duyamazdım.

Konağımızın bahçesinde beyaz ve

siyah incir, beyaz ve siyah dut, ayva, erik, armut, nar, kızılcık, ve zerdâli

ağaçları ile asma vardı. Birkaç çeşit gül, yabangülü, pembe ve mâvi ortancalar,

birkaç çeşit karanfil, papatya, filbahri, hanımeli, akşam sefâları, şebboy,

sardunya, aslanağzı ve hercâî menekşeler de kısa kesilmiş şimşirlerin

sınırlandırdığı çiçek tarhlarını süslerdi. Bahçenin bir köşesindeki kümeste bir

horoz ile sayıları, zaman zaman, 10 ilâ 20 arasında değişen farklı birkaç cins tavuk bulunurdu.

Buna, arada sırada, birkaç tâne Kandıra hindisinin katıldığı da olurdu. Ancak bu

hindiler uzun müddet kümeste kalmazlardı.

Her sene bahçıvan gelir, bahçeyi

tanzîm eder ve sırık domatesi, hıyar, fasulya, kabak, asma kabağı, patlıcan,

sivri biber, yeşil soğan, dereotu ve maydanoz ekerdi. Bunlara ilkbahar ve yaz

akşamları su vermek ise ağabeyim ile benim görevimdi. Bâzen bu iş için

bahçemizdeki emme-basma tulumbadan 20 tenekeden fazla su çektiğimiz

olurdu.

Konakta babaannem, babam, annem,

ağabeyim, ben ve en azından bir de hizmetkâr yaşardık. Ben doğmadan 8-10 yıl

önce, konağın her iki bölümünde de babamın ve iki amcamın aileleri ve çocukları,

dedem ve babaannem ile iki hizmetçi ve bir de aşçı olmak üzere en az 14 kişi

yaşarmış. Münib Paşa'nın hâl-i hayatında bu sayı, Paşa'nın seyisi ve arabacısı6

ile ve sâir diğer hizmetkârlarla daha da fazlaymış.

Doğduğum 1935 yılından konağın

yıkıldığı 1965 yılına kadar geçen zaman içinde bu konakta hizmet edenler

sırasıyla: Emine hanım, onun suyolcu7

kardeşinin eşi Râbia hanım, Şekûre hanım, Semîha hanım, Zehrâ hanım, Adâlet

hanım ve Leman hanım olmuştur. Bir de her hafta, köşkün fî târihinde mutbağı

olarak kullanılmış olan müstakil müştemilâtında, çamaşır yıkamak üzere gelen

Fatma hanım8

vardı. Allāh hepsine ganî ganî rahmet eylesin! Hepsi de fukarâ-i sâbirînden,

gönlü zengin, edeb ve vekar sâhibi kimselerdi. Herbirini ailemizden bir teyzemiz

ya da halamız gibi sevmiş, hep birlikte sevinmiş, hep birlikte üzülmüş, hep

birlikte yemek yemiş, çocuklar olarak bayramlarda ellerini öpmüş ve hattâ

bâzılarından bayram harçlığı dahi almıştık.

Her anne ve baba çocuklarını kendi

kültür ve medeniyet anlayışına göre kalıba sokmak ister ki bu tabiî bir

eğilimdir. Çocuğa küçüklüğündenberi verilen terbiye onu bazı temel ahlâk ve

davranış kurallarından tâviz vermeden civârıyla uyumlu, bilgili ve edebli

olmasına yönelik­tir.

Şimdiki apartıman hayâtı çocukların anne ve

babalarıyla âdetâ iç içe yaşamalarını, her an onların gözleri önünde

bulunmalarını zorunlu kıldığından bu, ister iste­mez, arzu edilme­yen bir

lâubâliliğe, dolayısıyla da aile içi gerilimin artmasına yol açmaktadır. Oysa konak hayâtı, bu mahzurlara müsaade

etmeyen bir mahfîliğe sâhipti. çünkü, mekânın genişliğinden dolayı, konaklarda

çocuklar her an ebeveynin gözü önünde olamazlardı. Bu da annelerin ve babaların,

şimdi­lerde olduğu gibi, çocuklarının her hareketine ve her davranışına müdâhale

etmelerine ve fuzûlî bir sinirlilik sergilemelerine imkân vermezdi. Çocuklar

konakta birlikte yaşadıkları büyükbaba ve büyükanneleriyle kendi ebeveynleri

arasındaki davranış benzerliklerini ve farklılıklarını idrâk ve mukāyese etmek

sûretiyle de tabiî bir biçimde görgü sâhibi olurlardı. Ayrıca, konağın

hizmetkârlarının dahi çocukların ter­biyesine müsbet bir katkısı olurdu.

Hizmetkârlar çocuklara yalnızca göz-kulak olmakla kalmaz, fakat masallar ve dinî

hikâyeler anlatır, gerekirse dinî bilgiler verir, sözlerindeki ve

davranışlarındaki aksaklıkları otoriter bir şekilde îkaz eder, hattâ gerekirse

onları paylarlardı.

Hizmetçilerimiz, genellikle evli barklı

kimselerdi. Konağa sabah namazından bir müddet sonra gelir, akşam ezânından

sonra evlerine dönerlerdi. Konakta yalnızca bekâr olan Semîha hanım ile dul olan

Leman hanım sürekli kalmışlardır. Yemekleri annem pişirirdi. Kışın,

hizmetçilerin işi daha da yüklü olurdu. Konağın giriş katının üstündeki katta

sürekli yanan "Mignon" marka fransız yapısı kömür sobasına kömür, ve babaannemin

odasındaki mâvi çini sobaya da odun ikmâli ağır bir işti. Bu, iki basamakla

inilen kömürlükden günde üç kere 29 basamak yukarıya, ve her seferinde de en az

20 kilo yakıt çıkarmak demekti. Buna ek olarak, sokak kapısının ve konağın bizim

oturduğumuz bölümündeki bahçeye açılan iki kapısının önündeki karları küremek de

vardı.

çocukluğumda İstanbul'da kışlar

şiddetli olurdu. Konaktan yaklaşık 700 metre kadar ilerideki Ayazma 21.

İlkokulu'na her kış dizlerime kadar kara bataçıka gittiğimi hiç unutmadım. Bugün

böyle bir manzarayla karşılaşmamamızın sebebi ise İstanbul'un nüfûsunun

500.000'den 14.000.000'a çıkmış olmasının sonucu olarak sayıları artmış olan

motorlu araçların egzoslarından ve hânelerin bacalarından salgılanan karbon

dioksitin şehir üzerinde oluşturduğu, "sera etkisi" yapan, İstanbul'un iklimini

değiştiren tabakadır. Böylece kar tânecikleri bu sıcak tabakaya eriştiklerinde

yağmura dönüşmekte ve şehir de artık dolu dolu karlı kışlara hasret

kalmaktadır.



Münib Paşa konağında bana hiç bir zaman

bir yasak konulmadıydı. Ben, konakta esen havadan nelerin yapılması, nelerin de

yapılmaması gerektiğini anlardım.

çocukluk hâli, bâzen zemin­siz ve zamansız

ısrarlı bir isteğim olsa babaannem ya da annem müşfik bir îkāzla bunun

yer­sizliğine ve isâbetsizliğine beni hemen inandırıverirlerdi. Zâten geniş bir

bahçe içinde, kendisi de olabildiğince vâsî olan bir konakta hür hareket etmek,

kendi kendine istediği gibi oyun oy­namak imkânı varken insan bunların dışında

münâsebetsiz isteklerde de bulunamazdı ki! Bununla beraber bilhassa pederinin

vefâtından sonra zuhur eden miras meselelerinin kendisini fevkalâde üzdüğü

sıralarda, asabiyetinin yükselmesi sonucu, annemden epeyice dayak yemiştim.

Elleri nûr olsun benden 9,5 yaş daha büyük olan ağabeyimin de beni, arada sırada

disiplin açısından, okşadığı(!) olurdu. Ama babam­dan ve babaannemden tek bir

fiske bile yemedim. Çok nâdir olarak kazâen bir cam ya da başka bir şey dahi

kırsam bu, "bir dahaki sefere çok dikkatli davranmam gerekti­ği" îkāz edilerek

idrâk ettirilir; bundan dolayı konakta keyfin kaçmış olduğu hissettirilir; ama

bana bir cezâ verilmezdi.



çocuklar için ideal model: baba idi,

anne idi, babaanne idi, hattâ hizmetkârlar idi ve kezâ konağın misâfirleriydi.

Onları taklîd etmekle saygınlık kazanacağımızı bilirdik. Babam zâten hâfızdı.

Evde her gün onun o lâtif, mûsıkîye bihakkın vâkıf, Üsküdar Kur'ân tilâvet

ekolüne has tilâvetini bütün aile huşû

içinde dinlerdik. Benim kendi başıma îcâd ettiğim oyunlarımdan biri de, babamın

hâl ve tavrından ilhâm alarak, "hâfızcılık" oynamaktı. Konakta zâten namaz

vakitlerine ve namaza riâyet edilirdi. İnsan göre göre, büyüklerini taklîd ede

ede ne çok şey öğreniyor! Dinî bilgileri zamana ve zemine göre annemden,

babaannemden ve hattâ hizmetçilerden öğrenirdim. Daha sonra babam "Mumun dibine

ışık vermeyeceği" düstûrunun gereği olsa gerek, eski yazı öğrenmek ve Kur'ân'ı

hatmetmek üzere beni 9 yaşımda iken mahallemizden, Allāh ganî ganî rahmet

eylesin, Ulviye hanım teyzeye

yollamıştı. İki sene zarfında bu mubârek kadından çok şey öğrenmiş ve Kur'ân'ı

da ilk defa hatmetmiştim.



Mahalledeki diğer çocuklar Mızraklı İlmihâl'i ezberlerken ve bu

ezberden de "İllâllāh!" derlerken bu,

bana aslā icbâr edilmediydi. Konakta din konusunda ön plânda tutulan Peygamber

ve Allāh (korkusu değil) sevgisi idi. Babamın arkadaşları ve

özellikle de Attâr Dükkânı'ın sâhibi Sâim Efendi amca9,

bizi ziyârete geldiklerinde, "Kızım sana

söylüyorum, gelinim sen anla!" misâli sözü Hz Peygamber'in ve O'nun hakikî

ashâbının îmânlarına, sadâkatlerine, sehâvetlerine, sabırlarına, tahammüllerine,

cesâretlerine, şecaatlerine, kahramanlıklarına getirir ve mâneviyâtımı

kuvvetlendiren menkabeler anlatırlardı. Bunlar daha o günlerden îtibâren

hayâlimdeki insan idealini (İnsân-ı

Kâmil'i) şekillendirdi. Bunun

etkisinde diğer çocuklar kovboyculuk oynar iken ben kendi kendime, konağın

üçüncü katında kimseye göstermeden, "Bedir-cilik" ve "Uhud-culuk"

oynardım.



Üsküdar'da konakların fukarâsı ve

misâfirleri eksik olmazdı. Fukarâ diye hâli vakti iyi olmayan ama aslā dilenmeyen, konağa muhabbet için

uğrayan, kendileri bir şey taleb etmeksizin kendilerine takdîm edileni kabûl

eden fukarâ-i sâbirîni kastediyorum. Bunlar her konağın beti bereketi

addedilirdi. II. Cihan Harbi sırasında ekmek karneye bağlı iken bile bunlar

misâfirliğe geldiklerinde, Allāh ne verdiyse, yemeğe alıkonurlar ve kendilerine

hâne halkının gündelik karneli ekmeğinden ikrâm edilirdi. Konağın kapısının

dilenciler, fukarâ-i sâbirîn ve misâfirler tarafından çalınmadığı gün hemen

hemen olmazdı. Nâdirattan olmak üzere konağın kapısı bir gün hiç çalınmamış olsa

babaannem, genellikle ikindi namazını edâ ettikten sonra, anneme: "Allāh hayrlara tebdîl etsin, Pâkizânım10 kızım! Bugün kapımıza uğrayan olmadı. Allāh

taksîratımızı affetsin! Acabâ bilmeden bir kusur mu işledik ki?" diye

hayretini ve endîşesini dile getirirdi. Bu tutum yalnızca bizim konağa mahsûs

değildi. Osmanlı saray âdâbının Üsküdar'a bir lûtfu olan sehâvet ve rikkat bu beldedeki her

konağa, her hâneye damgasını basmıştır.



Konağın en civcivli günleri bayram

günleriydi. Bayramdan bir hafta önce konak baştan aşağıya temizlenir; Üsküdar'da

şekerci Hasan Alptekin'den ve Bahçekapı'daki şekerci Hacıbekir ile şekerci Hacı

Mustafa'dan alınan akide ve bâdem şekerleri, parlak kâğıtlara sarılı Elit ya da

Mabel marka küçük çukulatalar, sakızlı ve güllü lokumlar, bâdem ezmeleri fakfon şekerliklere yerleştirilir;

Bafra, Kulüp ve Gelincik sigaraları uçuk renkli pembe, mâvi, yeşil, sarı kül

tablalarının yanına konur; eve kahve ikmâli yapılır; şerbetler ve rengârenk ince

uzun şerbet bardakları ve tabakları emre alesta tutulurdu. Hâli vakti daha iyi

olan konaklarda kahve fincanları da şerbet bardakları da mutlakā Erzurum işi

gümüş zarfların içinde takdîm edilir, şerbet bardakları da genellikle Bohemya

kristalinden olurdu.



Kurban Bayramı'ndan genellikle üç gün

önce kurbanlık koyunlar konağa gelir ve konağın bahçesine salınırdı. Yiyecekleri

otun, içecekleri suyun temiz olmasına ve bunların ikmâline hizmetçiler ve

konağın çocukları nezâret ederdi. Kurbanlıklar geceleri konağın kömürlüğüne

alınırdı. Bayramdan önce kurban levâzımâtı biletilir, kurbanın kesim yerine

gitmeden önce kömürlükte gözlerinin bağlanması için tertemiz yemeniler ya da

tülbentler hazırlanırdı.



Konakta yatıya gelen misâfirlerimiz de

eksik olmazdı. Her yaz Kayseri'de Devlet Demiryolları baş eczâcısı küçük amcam

Şevket bey, yengem ve iki oğlu Münib ve Hüseyin ağabeylerim hizmetçileriyle

birlikte kalmaya gelirlerdi. Amcam ancak 4 hafta kalabildikten sonra Kayseri'ye

vazîfesinin başına döner; yengem, kuzenlerim ve hizmetçileri 1-2 ay daha

kalırlardı. Benden 10 yaş büyük olan kuzinim Meliha hanım da evlenmeden önce birkaç sene yanımızda kalmış,

evlenince de kocası ile 3-4 sene kadar konağın selâmlığında kirâcı olmuş ve bu

arada oğlunu da, ağabeylerimi ve beni doğurtan, ebe Sâdiye hanım konakta

doğurtmuştu. Arada sırada babaannemin akrabâlarından Sâbire hanım da birkaç

haftalığına bize kalmaya gelirdi. Harb esnâsında, gâlibâ 1941 ya da 1942

kışında, babamın kuzini ve kendisine bu sebebden ötürü hala dediğim bir başka

Sâbire hanımın babası Şûrâ-i Devlet âzâsı Nâil beyden kalma Söğütlüçeşme'deki

büyük konak yangın tehlikesi atlattığında annesi Nihâlnâz Sultan11

ile büyük kızı Rûhan abla da bizde birkaç ay konaklamak mecbûriyetinde

kalmışlardı. Bu konaklamalarda anneme ve hizmetkârımıza, ister istemez, çok yük

binerdi. Ev sâhipliği âdâbı dolayısıyla misâfirlerin her işi görülür, hizmette

ve huzurlarını sağlamakta kusur etmemeye çalışılırdı. Her zaman gırtlağına kadar

borçlu olan babamın borçları ise bu dönemlerde boyunu aşardı. Gene de kimse

hâlinden şikâyet etmezdi.



Ramazanlarda konak hayatı bir başka

olurdu. İftara gelenler, iftardan sonra yapılan sohbetler, anlatılan masallar ve

menkabeler, topluca terâvih namazı kılmalar, misâfirlerin uğurlanması, sahura

neş'eyle kalkış, sahur sonrası sabah namazı ve bunu tâkîben babamın sabâ ya da

segâh makāmından Kur'ân tilâveti herkese bir başka şevk

verirdi.



Konaklar konum ve aidiyetlerine

göre başka iki isimle de anılırlardı. Haşmetli birer konak olmalarına rağmen

Saray'a mensûb kimselerin konaklarına nedense "köşk" denirdi. Sahildeki

konaklara ise "yalı" denirdi. Üsküdar'ın, bizimkilerden başka, hâfızamda iz

bırakmış konaklarından birkaçı ise şunlardır: Rûmî Mehmet Paşa Camii'ne bakan

"Mahmûd Şevket Paşa Konağı"12,

Tebhirhâne Sokağı'nda el'an mevcûd olan ve herhangi bir restorasyon geçirmemiş

olmasına rağmen zamana hâlâ vekarla direnen güzel bir konak, Azîz Mahmûd Hüdâyî

Sokağı'nda "çamlı (ya da Camlı) Konak"13,

Şemsipaşa'nın ilerisinde eskiden yemeniciler'in yemenilerinin boyalarını deniz

suyu ile sâbitleştirip kuruttukları sâhile bakan "Bahriye Nâzırı Hacı Vesim Paşa

Yalısı"14

ve onun üst tarafında öğdül Sokağı'nın İmrahor semtine döndüğü köşede "Câfer

Tayyâr Paşa Yalısı", Ayazma eski karakolunun karşısında babamın samimî arkadaşı

Gāziantepli yağ tüccarı Fehim Patpat'ın 4 katlı konağı15,

Ayazma'da "âsım Paşa Konağı"16, Salacak'da Fatih Sultan Mehmet Camii'nin

sâhil tarafına isâbet eden iki konak17,

Salacak'da "çürüksulu Ahmet Paşa Yalısı", İhsâniye'deki "Köprülü Konak"18,

Doğancılar'da İtfâiye'nin karşısındaki "Şekerci Hasan Efendi Konağı", Doğancılar

Parkı'nın arkasında uzun yıllar Üsküdar Belediyesi'ni barındırmış olan "İbrâhim

Paşa Konağı", Nakkaştepe'de "Halîfe Abdülmecid Efendi Köşkü", Sultantepe'de

"Edib Bey19

Konağı", Sultantepe'de "Selimzâdeler Konağı", Arapzâde Korusu'nda "Nûri Demirağ

Konağı", Kuzguncuk'da "Fethi Ahmet Paşa Yalısı20",

Kuzguncuk'da "Cemil Molla Köşkü"21,

Beylerbeyi'de "Hasib Paşa Yalısı"22,

Beylerbeyi'de "Kalkavan Yalısı", çengelköyü'nda "Sâdullāh Paşa Yalısı"23,

çengelköyü vapur iskelesi yanında "Bostancıbaşı Yalısı", çengelköyü tepesinde

"Sultan Vahdettin Köşkü", Altûnizâde'de "Mazlum Ağa Konağı"24,

Koşuyolu'nda "âdile Sultan Köşkü25",

Büyük çamlıca'da "Şehzâde Yusuf İzzeddin Efendi Köşkü", Küçük çamlıca'da

"Ord.Prof.Dr. Mazhar Osman Konağı" ve Acıbâdem'de "Ahmet Râtıp Paşa Konağı"dır26.



Bugün Üsküdar'da bir gezintiye

çıkarsanız bâzen Menzilhâne Yokuşu'nda (hâlen Gündoğumu Caddesi'nde), bâzen Murat

Reis Mahallesi'nde, bâzen Toygar'da, bâzen İhsâniye'nin ara sokaklarında, bâzen

İnâdiye'de, bâzen İcâdiye'de, bâzen Altûnîzâde'de nâdiren iyi bakımlı, çoğu kere

ise kaderine terkedilmiş ama geçmişte ne denli muhteşem yaşantılara sahne olmuş,

Üsküdar Medeniyeti'ne yıllarca

beşiklik etmiş, şimdilerde ise harîs bir müteahhidin "II. dereceden eski eser statüsü"ne

sokturarak, yapay ve aldatıcı dış görünüşlü bir apartımana çevirmek için yanıp

tutuştuğu nice boynu bükük konakları keşfetmeniz ve kaybettiğimiz bir

medeniyetin harâbelerini büyük bir iç burukluğuyla, esefle seyretmeniz hâlâ

mümkündür.




* *

*







[1]Vefâtı: 1831. Üsküdar'da Azîz Mahmûd Hüdâyî hazîresinde

medfûndur.

[2]Doğumu: 29 Kasım 1925.

[3]Ben doğmadan 5 yıl önce, 2,5 yaşında iken 1930'da vefât

etmiş.

[4]Doğumu: 2 Ağustos 1958.

[5]Doğumu: 5 Aralık 1947.

[6]Münib Paşa Konağı'nın selâmlık kısmında iki atlık bir ahır ve Paşa'nın

arabasını muhâfaza edecek kadar geniş bir taşlık vardı. Selâmlığın kapısı

arabanın rahatlıkla girip çıkmasına müsaade eden genişlik ve yükseklikteydi.

Babaannem, babasının evde pek mütevâzî fakat arabasında pek haşmetli ve vakur

olduğunu anlatırdı. Paşa'nın arabasıyla konağa girip çıkması bütün mahalleli

için seyri aslā kaçırılmayan bir temâşâ imiş!

[7]Atlı olarak, bentlerden şehre su sevkeden su yollarının durumunu günbegün

inceleyip Sular İdâresi'ne rapor eden memur.

[8]Hepsi de abdestinde namazında müminler olan Fatma hanım, kocası Hasan

Efendi ve oğulları Hüseyin ağabey bizim konakdan 100 metre kadar ileride,

Doğancılar Caddesi'nin şimdiki 3 ve 5 numaralı binâlarının bulunduğu yerde

etrafı tahtaperde ile çevrili bir bahçedeki kulübelerinde otururlardı. Hasan

efendi evlere su taşırdı. Oğulları Hüseyin ağabeyi çok iyi okuttulardı. Tam bir

Üsküdar beyefendisi olarak yetişen Hüseyin ağabey, hatırımda kaldığı kadarıyla,

Yapı ve Kredi Bankası Mühürdar şûbesi müdürü iken emekli

olmuştu.

[9]Bk.Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar'da Bir Attâr

Dükkânı, 4. baskı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2003.

[10]Üsküdar lehçesinde: "Pâkize hanım".

[11]Sultan Reşad'ın haremlerinden Nihâlnâz Sultan'ın babamın amcalarından

Nâil Bey ile hangi şartlar altında ikinci evliliğini yapmış olduğunun

hikâyesini Geçmiş Zaman Olur Ki... (Kubbealtı Neşriyâtı) ve

Üsküdar, Ah Üsküdar! (Kaknüs Yayınları) başlıklı kitaplarımda

nakletmiştim.

[12]Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak

görünümlü apartımana dönüştürüldü.

[13]Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak

görünümlü apartımana dönüştürüldü.

[14]Yandı kül oldu gitti. 1820 yılında inşâ edilmiştir.

[15]Yerinde şimdi bir beton yığını var.

[16]âsım Paşa: Sultan II. Abdülhamid'in kulak-boğaz-burun hekimi.

[17]Son yıllarda restorasyon bahânesiyle eskisiyle pek ilgisi olmayan konak

görünümlü apartımana dönüştürüldü.

[18]Ya da "Mâbeyinci Hâfız Mehmet Bey Konağı". 1860 sularında inşâ

edilmiştir. Restorasyonu esnâsında "köprüsüz" oluverdi.

[19]Edib Bey, romancı Hâlide Edip Adıvar'ın babasıdır.

[20]Sonraları "Kör Şevket'in Yalısı" diye anılmıştır. XVIII. yüzyılda inşâ

edilmiştir.

[21]1885 yılında inşâ edilmiştir.

[22]Yandı gitti, kül oldu.

[23]XVIII. yüzyılda inşâ edilmiştir.

[24]Şimdi Kültür Bakanlığı'nın mülkü.

[25]Şimdi "öğretmenler Evi".

[26]Sonradan "çamlıca Kız Lisesi" olmuştur.


Tasarım & Geliştirme | kerataif