Buradasınız
ÜSKÜDAR'DA EBRÛ SAN'ATI
Üsküdarlı Altı Ebrû Üstâdı
san'atının gelişmesinde mekân olarak Üsküdar'ın rolü büyüktür. Bu
san'at, günümüzde sekülerleşinceye kadar, daha çok dergâhlarda ve
tasavvuf ehlinin nezdinde neşvünema bulmuş ve i'tibâr görmüştür. Çünkü
ebrû yapımı, insanın: 1) Kevnî Âlem'deki hilkatin esrârını ve edebini
idrâk etmesi, 2) nefsinin oyunlarını teşhis ve tesbit edebilmesi, 3)
Ezel Hükmü'nün edebine riâyet edebilmesi, ve 4) bu Âlem'e daha rahmânî
bir nazarla bakabilmesi için dâimâ bir mânevî eğitim aracı olarak telâkkî edilmiştir.
İlâhî, yâ Rabbî! Ezel'deki Hükm'üne uygun olarak bu teknede zuhûr
edecek olan nakışların, Hilkat'inin nakışlarında meknûz olan Hikmet'ini
idrâkden âciz olan bu fakîrin nefsini teshîr edip de enâniyyetini
[1] azdırmasına izin verme! Nefsimi, Senin gibi bir Hâlık olma vehmindende, bu vehmin tevlîd edeceği bir şirk-i hafîden de, hubb-i riyâsetten[2]
de koru, yâ Hafîz! Fakîri "Lâ Fâile İllâllāh" sırrının edebiyle techizet! Bu tekne başındaki mesâiyi Senin zikrinle taltîf, ve sana olan
kulluğumun bir nişânesi olarak kabûl et! Destûr yâ Hakk!
ilk fırça darbesiyle yayılacak olan boyaların ihtişâmını, gönlü
iftihârla dolan bir üstâd olarak değil de, aksine, Cenâb-ı Hakk'ın
kudretinin basit ve mütevâzî bir aracı olduğunun idrâkiyle müşâhede
etmesi beklenirdi.
söz konusu olduğunda bu beldede ebrû san'atının yaklaşık 180 yıllık bir
geçmişe sâhib olduğunu gözlemekteyiz. Bu san'atın Üsküdar'daki nîrengi
noktası mesâbesindeki altı müstesnâ zâtı kısaca takdîm ediyorum:
- Ebrû
zevkini Üsküdar'a taşıyan ilk zât, bu san'atı Buhâra'da iken öğrenmiş
olan Özbekler Nakşî Tekkesi şeyhi Sâdık Efendi'dir (vef. 11 Temmuz
1846). Hakkında pek az bir bilgimiz olan bu zât ebrûyu oğulları Edhem
ve Nazîf Efendilere de öğretmiştir.
- Şeyh
Sâdık Efendi'den sonra bu
san'atın meş'alesi oğlu Şeyh Hezârfen EdhemEfendi'ye (1829 – 8 Ocak 1904) geçmiştir. Türkçe, Arapça, Farsça ve
Çağatayca'ya bu dillerde şiirler yazacak kadar vâkıf olan Edhem
Efendi, ayrıca Ta'lîk yazıda da icâzetli bir hattattı. Doğramacılık,
marangozluk, oymacılık, hakkâklık, mühürcülük, dökmecilik, tornacılık,
demircilik, tesviyecilik, makinecilik, matbaacılık, dokumacılık ve
mîmarlık gibi teknik konulara merâkı ve bu alanlardaki başarılı
eserleri dolayısıyla kendisine Hezârfen yâni "bin türlü fen sâhibi"
denilmiştir. 8 Ocak 1904 Cuma gecesi yatsı namazı sırasında üç İhlâs
bir Fâtiha okunurken "Âmennâ ve saddaknâ"
(inandık ve tasdîk ettik) dedikten sonra secdeye kapanarak rûhunu o
anda teslîm etmiştir. Şeyh Edhem Efendi’nin talebeleri Şeyh Azîz Efendi
(1871-1934), Hattât Sâmi Efendi (1832-1912) ve Necmeddin Okyay
Efendi’dir (29 Ocak 1885 – 5 Ocak 1976).
-
Şeyh Edhem Efendi'nin ebrûdaki hayrülhalefi hiç kuşkusuz Hezârfen
Necmeddin Okyay Hoca Efendi olmuştur. Necmeddin Hoca Efendi ebrûculuk
yanında âhârcılık, mürekkebcilik, kadîm tarzda mücellidlik, hattatlık,
gülcülük ve okçuluk konularında da zamanının yed-i tûlâ sâhibi bir
san'atkârıydı. Ona da "Hezârfen" sıfatının izâfe edilmesi bu çeşitli
konularda zamanında yektâ oluşundandı.
olmuş ve gerek Medresetü-l Hattâtîn gerekse Devlet Güzel San'atler
Akademisi'ndeki hocalığı dolayısıyla pekçok kişiye ebrû san'atını
öğretmek imkânını bulmuştur. Başlıca öğrencileri oğulları Sâmi Okyay
(1910 – 12 Haziran 1933) ve Sâcid Okyay (1915 – 19 Nisan 1999) ile
kızkardeşinin kızı diye bilinen Şükriye Düzgünman hanımın oğlu Mustafa
Düzgünman (1920 – 12 Eylûl 1990) ile Ali Alpaslan (doğ. 1925) ve Uğur
Derman’dır (doğ. 1935).
Hoca Efendi ebrûyu kendisinden önceki statik kalıbından kurtarıp farklı
tecdîd ve gelişme yolları açarak bu san'ata apaçık bir dinamizm kazandırmış ve Modern Türk Ebrûsu’nu
ihyâ etmiş olan zâttır. Kendisinden önce pek naif[3] bir tarzda
yapılmakta olan çiçekli ebrûları geliştirmiş ve bugünkü nefis
şekillerine kavuşturmuştur. Bundan ötürü bugün çiçekli ebrûlar
“Necmeddin Ebrûları” diye anılmaktadır. Her ne kadar XVII. yüzyılda
Hindistan’da yapılmış olan yazılı ebrûya rastlanılmış ise de[4],
Necmeddin Hoca Efendi’nin açmış olduğu "Yazılı Ebrû" tarzını da bu
tarzın tahakkuku için izlenen orijinal usûlü de Türk ebrûsunda bir
yenilik olarak kabûl etmek gerekir.
Hoca Efendi'ye kadar ebrûculukta ustanın talebesine, hattatlıkta olduğu
gibi yazılı bir icâzet vermesi geleneği yoktu. Nitekim kendisi
oğullarına da hayrülhalefi olan Mustafa Düzgünman'a da yazılı bir "Ebrû
İcâzeti" vermiş değildir. Fakat Süheyl Ünver beye verdiği bir
icâzetnâme vardır ki hâlen Süheyl beyin kızı Gülbin Mesara'nın
kolleksiyonundadır[5]. Necmeddin Efendi’nin hangi sâiklerle Süheyl
Ünver’e “Ebrû İcâzeti” vermiş ve bu icâzetten sonra hayrülhalefi
Mustafa Düzgünman da dâhil olmak üzere bir daha niçin kimseye icâzet
vermemiş olduğu bir muammâdır.
- Necmeddin Efendi'nin gerek ebrûculukta gerekse kadîm tarz mücellidlikte hayrülhalefi olan ve bizzât Hoca'nın ifâdesiyle "Kendisini ebrûculukta geçmiş olan"
Mustafa Düzgünman[6] (9 Şubat 1920 – 12 Eylûl 1990) bu san'atları büyük
dayısının hocalık ettiği Devlet Güzel San'atlar Akademisi'nin Türk
Tezyinî San'atları Bölümü'nde kendisinden meşk etmiştir.
ithâl etmiştir. Bu açıdan bakıldığında o da Modern Türk Ebrûsu’na
yepyeni bir kazandırmıştır. Fakat ne garibdir ki Mustafa
Düzgünman, ömrünün sonuna kadar, ebrûda hocasının ve kendisinin bu
san'ata kazandırmış oldukları dinamizm
kazandırmıştır. Fakat ne garibdir ki MustafaDüzgünman, ömrünün sonuna kadar, ebrûda hocasının ve kendisinin bu
san'ata kazandırmış oldukları
dinamizmler'den başka dinamizmlere aslātahammül edemeyen katı bir tutum izhâr etmekden de geri kalmamıştır.
mânen feyz aldığı Hamzavî-Melâmî meşrebli Hâfız Eşref Ede Efendi'nin[7]
(1876-1954) vefâtından sonra Mustafa Düzgünman dinde olsun, san'atta
olsun, cemiyette olsun, siyâsette olsun çok idealist ve tâvizsiz
hareket eden bir şahsiyet kazanmıştı. Ebrû san'atında, normlarını
kendisinin koymuş olduğu "klâsik uslûb"dan en küçük bir sapmaya dahî
tahammülü yoktu. Çok sevdiği dostu olan Neyzen Niyâzi Sayın ile olan
münâkaşalarının çoğunun temelinde ebrûya bu bakış açısı yatardı. Çünkü
Niyâzi Sayın ebrû san'atına Mustafa Düzgünman’dan çok daha dinamik bir
açıdan bakıyor ve onun tasvîb etmediği bir takım yeni tarz denemeleri
cesâretle gerçekleştiriyordu.
münâkaşalar bâzan yıllar süren dargınlıklarla noktalanır[8] ve, aslında,
her iki taraf da büyük ıztırâb çekerdi. Mustafa Düzgünman, ıztırâb
çekmesine rağmen bunu iyi gizlerdi. Niyâzi Sayın ise âşikâre çok
üzülürdü. Bir keresinde Niyâzi Sayın aralarının bulunmasını benden ricâ
etmişti. Eğer hâfızam yanıltmıyorsa, galiba üç veyâ dört ay kadar
Mustafa Düzgünman'ın nezdinde bu anlaşmazlığın izâlesi için kendime
göre oldukça diplomatik girişimlerim olduydu. Bir işe yaradı mı bilmem;
ama, görünüşe bakılırsa, sonunda gene kendileri barıştılardı.
Düzgünman'ın bu katı tutumu kendisinden icâzetli: Alparslan Babaoğlu,
Fuat Başar, Doç.Dr. Aydın Gülan ve Öğretmen Binbaşı Sabri Mandıracı
gibi ebrûda onun hayrülhalefleri olan zevâta da olduğu gibi yansımış
gözükmektedir.
çocukluğumdan itibâren Mustafa Düzgünman'ın ebrû çalışmalarını büyük
bir hayranlıkla ve sâdık bir izleyicisi olarak olarak hep
seyretmişimdir. Ona ve ebrûsuna olan hayranlığımın verdiği ilhâmla olsa
gerek, 10 Kasım 1983 Perşembe günü saat 14.45 de hiç beklemediğim bir
anda şu sözler zuhur ediverdiydi:
Âsârında, nukūşu zâhir olur rif'atin,
Müceddid-i i'cazkâr, hem bende-i Hüdâyî,
Muhyi-l ebrû Mustafâ, üstâdıdır san'atin.
İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Nâzım Terzioğlu Matematik Araştırma
Enstitüsü’nün matbaasında güzel bir çerçeve içinde tab ettirip de
kendisine takdîm ettiğim zaman Mustafa Düzgünman pek mütehassis olmuştu.
Türkiye'de
ebrûya ilginin artması ve Mustafa Düzgünman'ın san'atkâr olarak amme
efkârında da şöhret bulması, Yapı ve Kredi Bankası'nın san'at müşâviri
Vedat Nedim Tör'ün (1897-1985), gālibâ 1968 yılında, bankanın
Galatasaray'daki genel müdürlük binâsının giriş katında Mustafa
Düzgünman’ın ebrûlarının sergilendiği büyük bir sergi açması sonucu
vuku' bulmuştu. Bu sergide Ahmed Düzgünman ile Niyâzi Sayın'ın
yaptıkları tesbihler de sergilenmişti. Vedat Nedim Tör ebrûyu
"Nonfigüratif resmin öncüsü" olarak kabûl ediyordu. Sergi bir ay
boyunca dolup taşmış, İstanbul halkının büyük ilgisine mazhar olmuştu.
Ben
bu sergiyi gezerken dikkate değer bir mânevî tecrübe yaşadımdı. Mustafa
Düzgünman'ın, o âna kadar karşılaşmadığım nefâsetteki bir taraklı
ebrûsunu büyük bir hayranlıkla seyretmekteydim ki, bana bir "yakaza"
(yâni uykuyla uyanıklık arasında bir idrâk seviyesi) hâli yaşatıldı.
Birden kendimi ebrûnun girdabları içinde hızla seyâhat ederken idrâk
etmeğe başladım. Bu ne kadar zaman sürdü bilemem; ama, idrâkim günlük
hayâtın idrâkine geri döndüğünde kendimi mutlu, eğişik ama çok yorgun
hissediyordum.
Bu sergi Mustafa Düzgünman'ın hayâtında da bir
dönüm noktası olmuştu. Bir kere, yeni doğan kızlara "Ebrû" ismini koyma
modası o târihden sonra çıkmıştı. Ayrıca pekçok gazete ve dergi de
röportaj yapmak üzere kendisinin peşinden koşar olmuşlardı. Millet de
soruyor, soruşturuyor ve Üsküdar'daki Attâr Dükkânı'nı bulup fevc fevc
ebrû satın almağa koşuyordu.
Artık turistler de ebrû tiryâkisi
ve Attâr Dükkânı'nın müdâvimi olmuşlardı. Bir kısmı da Mustafa
Düzgünman'ı evde, ebrû teknesinin başında görmek üzere geliyor, bilgi
alıyor, resimler ve hattâ filimler çekiyorlardı. Ebrû hakkında Amerika
Birleşik Devletleri'nde yayınlanan battal boyda bir kitapta Mustafa
Düzgünman'a ve eserlerine birkaç sayfa tahsîs edilmişti[9]. Dış ülkelerden
de pekçok teklif geliyordu. Bunları okuyup tercüme etmek ve verilecek
cevapları yazmak da genellikle benim görevimdi. Zamanla Kültür
Bakanlığı ve ona bağlı kuruluşlar da Mustafa Düzgünman'ın devamlı
müşterilerinden olmuşlardı. O ise sırf bu ata san'atı tanınsın ve ihyâ
olunsun diye ebrûlarını o kadar ucuza satıyordu ki!
Mustafa
Düzgünman'ın ebrûya dâir destan tarzında ve mutasavvıfâne bir edâ ile
tertib ettiği ve kendisinin bu san'ata bakış açısını dile getirmekte
olan Ebrûnâme'sini asistanı bulunduğum İstanbul Üniversitesi Fen
Fakültesi Teorik Fizik Enstitüsü'nde 1959'da daktilo edip de ispirtolu
teksir makinasında çoğaltmak da bana nasîb olmuştu. Bu güzel şiiri
aşağıda takdîm ediyorum[10]:
Şuûnât-ı ilâhîdir sıfatından ayan Hakk.
Nakş-ı sun'un pertevinden Hubb-i Rahmân âşikâr,
Rü’yetullāh sırrıdır bu, müsemmâdır her varak.
Zan etme ki bu eşkâlin hâlikıyız senle ben!
Gāfil olup şirke dalma! Bir Fâil'dir iş gören.
Fırça, çanak, boya, tekne vâsıtadır bilmiş ol!
Hep suver-i ilmiyyedir mezâhirde görünen.
Türlü türlü şekillerle arz-ı dîdâr eyleyen,
Kitâb, levha, sâir eşya zeyn-i envâr eyleyen,
Şûh ve câzib hatlarıyla kalb-i insân zevkiyâb,
Saltanat-ı ebrûdur bu, aşk-ı izhâr eyleyen.
Onaltıncı yüzyılında Turan, ebrû mebdei;
Orda zâhir olmuş ammâ burda bulmuş neş'eyi.
Yüce Türkler ülkesinde kemâl bulmuş bu hüner;
Rabb'im dâim hıfz eylesin ebrû yapan zümreyi.
Ebrû demek ebir demek yâni gökteki bulut;
Ab-ı rû da tutar mânâ, su yüzüdür[11] et şuhût.
Bir kelâm-ı farisîdir ebrû, insan kaşları;
Her tevcihe sezâdır kim mânâsı da pek velût.
Kadîm ecdât yâdigârı müzeyyen bir san'âttir;
Tabîatten mülhem olan bu nakışlar mir'âttir.
Sâni-i Hakk sun'undan hep kendi kendin seyreder;
Nakış nakkāş şey-i vâhit bir vahdet-i hikmettir.
Bu meslekte çok ustalar emek verip yetişmiş;
Biz yetiştik zevâline hepsi Hakk'a göç etmiş.
Büyük üstâd Özbek Şeyhi Edhem Kâmi Efendi,
Hezârfen, pür mârifet bu san'âtta pîr imiş.
Son zamanlar şems-i ebrû gurûb etmiş nâgihân;
San'atkârı kalmamış hiç, ne de işten anlayan.
Bir er çıkmış Üsküdar'dan ihyâ etmiş bu zevki,
İsmi hattât Necmeddin'dir tek üstâddır bu zaman.
Üstâdımız Necmi Molla çığır açmış bu işte;
Azimkârdır, muktedirdir anlayışta sezişte.
Lâle, sünbül, karanfille bezendirmiş ebrûyu;
Tâlim etmiş tâliblere, zevâl yok bu gidişte.
Destizenkte[12] ezilir hep renkli cism-i boyalar;
Sarı zırnık inatçıdır ebrûcuyu oyalar.
Zırnık, lâhur, gül bahar, al; ebrûda hep esastır;
Bu dört renkle çok renk olur bu cümbüşte neler var.
Bu çeşitli boyaların cilvegâhı teknedir;
Rahm-i mâder gibi sanki rengi vasla teşnedir,
Tekne içre kitre mahlûl bekler sırr-ı fıtratı;
Bâzen tutar bazen tutmaz bir acâyib nesnedir.
Ayrı ayrı çanaklarda boyaların kıvâmı,
Su öd ile âyârlanır başlar işin devâmı.
Kitreli su üzerine fırçalarla boyalar
Serpilerek nakşedilir kâğda çıkar tamâmı.
Târif gerçi kolay ammâ tatbikatta güçlük var;
Tecrübesiz yapılırsa insân olur bî karar.
Görünüşe aldanıp da çok kolaymış deme sen!
Bir ihtisâs işidir bu, âşık olan er yapar.
Mütenevvî şekillidir ebrûların sûreti;
Battal, hatip, taramayla gör âsâr-ı kudreti!
Karanfille lâle sünbül papatyayla menekşe,
Taraklı da tezyin eder bu elvân-ı kesreti.
Ebrû yapan, seyredende gam kasâvet bulunmaz;
Gönülleri tenşit[13] eder zevkle doyum olunmaz,
Yapan hayrân, bakan hayrân, alan, satan hep hayrân;
Bu ebrûdan zevk almayan, ebrûcuya yâr olmaz.
Nazar kıldık Kâinat'a, baktım "Mutlak Ebrû"ya,
Vech-i yâri âyan gördüm salât ettim bu Rû'ya,
Kenz-i mahfî tezâhürü aşk-ı Hüdâ nümâyan
Ebrû görüp Allāh dedim, irdim kalbî duyguya.
Bî hudûd-i zevk-i elvân ebrûculuk san'ati;
Erbâbının nazarında çoktur onun kıymeti.
Her varakta "Sırr-ı Cemâl" âşikârdır zâhidâ;
Bu ebrûlar, bu safâlar hepsi aşkın hikmeti.
Ben ebrûya âşık oldum düştüm onun peşine;
Leylâ gibi nazlar etti yaramadı işime.
Bir aralık isyân ettim görmedim hiç iltifat;
İnsâf edip yüzün güldü işler açtı başıma.
Besmeleyle tezgâh açıp ebrû yapan kişiyiz;
Fırça ile su üstünde hüner satan kişiyiz.
Üstadımız Özbek Şeyhi hem Necmeddin hocadır,
Büyüklere boyun kesip Hakk'a tapan kişiyiz.
Ey Mustafâ nakş-ı sevdâ sana neler öğretti?
Derûnunda duran Nakkāş "Eynemâ"yı[14] öğretti.
Bâb-ı ebrû rehnümâdır Vech-i Bâkıy fehmine,
Ârif olan bu izhârı bir noktadan seyretti[15].
- Üsküdar'ın
medâr-ı iftihârı, ve ebrûda bir başka nîrengi noktası ise Neyzen Niyâzi
Sayın'dır. Niyâzi Sayın doğrudan doğruya Mustafa Düzgünman'ın talebesi
olmamış ama bu azîz dostunu ebrû teknesi başında yıllarca seyrederek
ondan aldığı ilhâm ve kendi üstün yeteneği ve ısrârı sâyesinde
ebrûculuğu hazmetmiş, yeni arayışların neticesi olarak ortaya koyduğu
eserlerle de Modern Türk Ebrû San'atı’na bir başka dinamizm
kazandırmıştır. Mustafa Düzgünman'ı ise bu konuda dâimâ büyük bir üstâd
olarak hep hayrla yâd edegelmiştir. Ebrûculukta, ney üflemede,
fotografçılıkta, serigrafide yed-i tûlâ sâhibi olarak Niyâzi Sayın da
rahatlıkla "Hezârfen" lâkabını hak etmiştir. Ayrıca kendisi
neyzenlikdeki üstâdlığı ile haklı olarak zamanın Kutbü-n Nâyi'dir de.
Sayın ebrûculuğun hudûdunu genişletmek için her yeniliğe açık olmuştur.
Bu yenilikler: ebrû teknesinin içindeki kitreli mahlûl yerine daha
başka mahlûller denemekten ebrû fırçalarının ve taraklarının farklı
yapımlarına, toprak boyalar yerine guaş boyalar ve hattâ altın tozunu
dahî denemeye kadar geniş bir yelpâze teşkil etmektedir. Onun zamanına
kadar kumlu ve kırçıl ebrûları hayatlarında ve o da yalnızca Lâhur
mavisi kullanarak ancak birkaç kere tutturabilmiş olan ebrûcuların
aksine, bu cins ebrûların her zaman ve her renkden yapılabilmesinin
sırrını da çözmüştür. Ebrûların üzerine serigrafi tekniğiyle yazı
yazmak da ebrûculuğa onun ithâl ettiği bir yeniliktir.
Çifte
baskılı ebrû söz konusu olduğunda birinci ebrûnun kâğıda geçirilmesinin
ve kurutulmasının ardından kâğıdın ebrûlu yüzünün şap (potasyum
alüminat) ile şaplanması gerekmektedir. Aksi hâlde, ikinci bir ebrûnun
birincisinin üstüne oturtulup sâbitleştirilmesi mümkün olmamaktadır.
Niyâzi Sayın ise bu şaplama tekniğini kullanarak fevkalâde bediî
ebrûlar üretmiştir. Bununla beraber kâğıdın şaplanmasını da; farklı
boya, farklı mahlûl, farklı fırça ve taraklar kullanmasını da "klâsik ebrûdan bir sapma(!)" olarak nitelendirip hor gören "gelenekçiler" nezdinde de bu sebeble, kanaatimce, yersiz tenkidlere mazhar olmuştur.
Niyâzi Sayın 1978 yılında A.B.D.nde Michigan'da karşılaştığı Feridun
Özgören'e ebrû san'atını öğretmiştir. Feridun Özgören şimdi onun
hayrülhalefi mesâbesindedir. Aynı yıl Süleymâniye Kütüphânesi’nde de
bir ay süren bir ebrû kursu açmıştır. 1980-1981 ders yılında A.B.D.nde
Seattle'daki Washington Üniversitesi'nde ney hocalığı yaparken, kezâ
daha sonra da gene A.B.D.nde Boston'da açmış olduğu 40 gün süren ebrû
kursunda pekçok amerikalıyı geleneksel ebrû san'atının tekniğine âşinâ
kıldığı gibi kendisi de amerikalı ebrûcuların bu konudaki
deneyimlerinden faydalanmış; onların geliştirmiş oldukları "Tiger Eyes" (Kaplan Gözleri) tekniğini Türkiye'ye taşımıştır.
- Ebrûda
kendine has yepyeni bir çığır açmış olan Hikmet Barutçugil'in İhsâniye
semtinde "Hâfız Mehmet Bey Sokağı No: 8, 34668 Üsküdar" adresinde eski
bir konağı klâsik zevke göre tâdil edip yenileştirerek ebrû atölyesini
de buraya taşımasıyla ebrû san'atı Üsküdar'da, şimdiye kadar hiç
görülmemiş bir biçimde, gerçek bir gelişme ve yayılma dönemi yaşamağa
başlamıştır. Zaman zaman tasavvufî sohbetlere de ev sahibliği yapan ve
"Ebristan" diye tesmiye edilmiş olan bu "konak-ebrû atölyesi-sohbethâne"de olsun, buranın bir şûbesi olan "Bağdat Caddesi No: 201, 34700 Kadıköy"
adresindeki atölyede olsun, bu iki mahalde de süregiden ciddî ebrû
kursları büyük rağbete mazhar olmuşlardır. Hikmet Barutçugil bir
taraftan yayınlamış olduğu ve çok kaliteli bir baskıyla temâyüz eden 5
büyük cild kitapla[16], öbür taraftan da iki düzine kadar ülkede (ve
Türkiye'de) açmış olduğu bâzıları uzun süreli 119 kurs ve seminer ile
60 karma ve 43 de kişisel sergi ile Türk ebrûculuğunun âdetâ
uluslararası elçiliğini icrâ etmektedir[17].
Hikmet Barutçugil de tıpkı Mustafa Düzgünman ve Neyzen Niyâzi Sayın
gibi ebrûculuğun bâtınî vechesinin zevkine varmış olan ve bu bakımdan
da ebrû geleneğinin bu yönüne sâdık kalan bir san’atkârdır. Tevâzuu,
diğer büyük ebrû üstadlarının icâzet vermede fevkalâde (titiz
diyemeyeceğim) nekes davranmalarına paralel olarak, 8 aylık uzun süreli
kurslarını başarıyla ikmâl edenlere bile “Ebrûculuk İcâzeti”
vermeğe hep mâni’ olmuştur. Bu kursiyerlere yalnızca ebrû san’atına
“başlama nişânesi” olarak birer gümüş lâle rozeti takdîm etmektedir, o
kadar.
Hikmet Barutçugil de, tıpkı Neyzen Niyâzi Sayın gibi,
bir otodidakttır; yâni ebrû san'atına, bunun inceliklerini bir üstâdın
rahle-i tedrîsinden geçmeden kendi gözlem yeteneği ve deneme yanılma
metoduyla hazmederek hâkim olmuştur. Bununla berâber başarısında Devlet
Güzel Sanatlar Akademisi’nde Tekstil eğitimi görmüş olmasının da
muhakkak ki dahli vardır. Ebrûdaki stilize çiçek motiflerini daha
realist bir biçimde resmetmesiyle ve kendi îcadı olan "Efsun Çiçeği" ile tarz-ı kadîm ebrûculuğa katkıları vardır.
Ebrû
san'atındeki dinamizm'i ise: 1) kendi icâdı olan ve el'ân sırrını pek
az kişiyle paylaşmakta olduğu "Barut Ebrûsu"ndan[18], ve 2) bu tarz
ebrûnun resim, hat ve minyatür ile bütünleşmiş uygulamalarından, 3)
Neyzen Niyâzi Sayın’ın ebrûlarındaki gibi zengin bir kromatizmden ve 4)
ebrûnun yalnızca kâğıt ve bez[19] üzerine değil fakat plâstik, cam,
seramik ve tahta satıhlar üzerine de uygulanmasından kaynaklanmaktadır.
Ebristan Yayınları'nda 2003 yılında yayınlanmış olan
Ebristanbul isimli albüm ebrûda "Barutçugil Ekolü"nün erişmiş olduğu
zirveyi sergilemektedir. Bu albümde 119 adet "Barut Ebrûsu"nun
kıvrımları arasına Hatice Ünal, Hâcer Ünal, Reza Hemmetirad, Erol Deneç
ve Füsûn Barutçugil’in isâbetli bir yer tesbitine dayalı, ustaca
çizilmiş olan ve çoğunluğunu İstanbul silüetlerinin teşkil ettiği resim
ve minyatürler ile ebrû arasında kurulmuş olan olağanüstü âhenk,
ebrûyu hiç kuşkusuz "Düzgünman Normları"nın dışına taşıran ama ona
(Fransızca tâbiriyle) féerique bir muhtevâ kazandıran hayrlı bir
dinamizm'in mücessem örneğidir.
Hikmet Barutçugil, yalnızca
müstesnâ bir san'atkâr değil fakat ebrû san'atını ve ebrû zevkini
Mustafa Düzgünman gibi, ama ondan çok daha etkin bir biçimde, büyük
halk tabakalarına götürmesini bilmiş ve bu san'atın, san'atkârın
haysiyetinden tâviz vermeksizin pekālâ maddî ihtiyaçlarını
karşılayabilecek dürüst bir gelir kaynağı olabileceğini de ispat etmiş
olan iyi bir organizatördür de.
Ebrû San'atının Gelişmesi
Hakkında Bâzı Genel Gözlemler
Ebrû bütün bediî imkânlarının tümü daha henüz keşfedilememiş, tüketilememiş dinamik
bir san'at olarak gelişegelmiştir. Necmeddin Hoca Efendi'de, hocası
Şeyh Edhem Efendi'nin muhâfazakâr ebrû anlayışının dar kalıbını aşan
bir dinamizm; Mustafa Düzgünman'da da hocası Necmeddin Hoca Efendi'nin ebrû anlayışını aşıp tekâmül ettiren bir başka dinamizm müşâhede edilmektedir. Ancak Mustafa Düzgünman, onun talebeleri ve diğer başkaları bunların ötesinde ebrûyu bu çizgiden daha ötelere tekâmül ettirici bir başka dinamik bakışa ve yeni araştırma caddeleri açılmasına
şiddetle karşı çıkmışlar; bu kabil tavırları ebrûya karşı işlenmemesi
gereken bir suç(!) gibi telâkki etmişler; müellifleriyle dargınlığa
varan, onları âdetâ aforoz ve izole edip hor gören katı bir tutum
sergilemişlerdir. Bu konuyla ilgili İnternet siteleri insanı hayretlere
gark eden, incir çekirdeğini doldurmayan polemikler ve dedikodularla
doludur.
Kezâ ebrû san'atıyla ilgili toplantı ve panellerde de "Düzgünman Normları"
çizgisindeki muhâfazakâr ebrûcular ısrarla, artık kendileri için âdetâ
bir îman umdesi konumuna gelmiş olan tutumlarını empoze etmeğe
çalışarak, hep aynı polemiği sürdürmektedirler. Ebrû hakkında yazılmış
olan bâzı kitaplarda ise ebrûnun müceddidleri olan san'atkârlar ya
tezyif edici bir istihzâya, hattâ hilâf-ı hakîkat izâfetlere mâruz
kalmışlar; ya da kendileri ve eserleri yok sayılarak, hiç
zikredilmemişlerdir.
Kendisi gerçekten de ebrûyu ihyâ etmiş bir
san'atkâr olan Mustafa Düzgünman'ın verdiği eserlere ve vaz edip
müdafaa ettiği normlara bakarak "Ebrû san'atının artık mutlak kemâle ermiş olduğu" ve "O’nun vaz etmiş olduğu ebrû normlarının dışına çıkmanın ise âdetâ harâm olduğu"
gibi bir fikre kāil olmak, sağduyu sâhibleri için bir bakıma,
mûsıkîmizin de mûsıkî zevkimizin de Abdülkādir Merâgî'de stop etmiş
olduğu hakkında ileri sürülebilecek yakışıksız bir iddia ile bir
benzerlik arz etmez mi?
Abdülkādir Merâgî'den sonra mûsıkîmize
hepsi de bir başka revnâk bahşederek onu yeni arayışlarla
zenginleştirmiş olan: Hâfız Post'u, Itrî'yi, Hammâmîzâde İsmâil
Dede'yi, Zekâî Dede'yi, Sultan III. Selîm'i, Sâdullāh Ağa'yı, Hacı Ârif
Beyi, Şevki Beyi; hattâ ve hattâ: Sâdeddin Kaynak’ı, Muhlis
Sabahattin’i, Selâhaddin Pınar’ı, Neveser Kökteş’i ve daha nicelerini
reddedebilir, eserlerine kulaklarımızı tıkayabilir miyiz? Sağduyunun
böyle bir soruya "evet" demesi mümkün değildir. O zaman, Mustafa
Düzgünman'ın fikrî çizgisini izleyen ve hepsi de büyük birer san'atkâr
olan ebrûcuların da, bundan böyle, bu konuda "dışarılayıcı olmayan
temkinli ve olgun bir tutum" izhâr etmeleri herhâlde daha isâbetli
olacaktır.
Ebrû, tasavvufî bir zevkle icrâ edilmesi gereken,
yalnızca el becerisine değil fakat 1) tefekküre ve 2) murâkabeye de
dayanan bir san'at iken, Türkiye genelinde gitgide sekülerleşmiş ve bu
zevkden nasîbi olmayan kimselerin de icrâ ettikleri bir zenaat[20]
derekesine düşürülmüştür. Bunun sonucu olarak bu san'atın âdâbında da
genel bir tereddi yaşanmaktadır.
Bir ebrû heveslisinin bu
san'atın inceliklerine hâkim olabilmesi için farklı ebrûlardan en az
4000 ilâ 5000 adet ebrû üretmesi gerekir. Fakat yeni yetme bâzı
ebrûcuların, açtıkları 3-4 haftalık bir kurs sonunda, hayatında henüz
daha 400 ebrû bile üretememiş kimselere tantanalı merâsimlerle "Ebrû İcâzetnâmesi"
verdikleri gözlenmiştir. Bu durum tekkelerin kapanmasına takaddüm eden
tereddi döneminde bazı şeyhlerin birkaç mecidiye karşılığı birçok
kimseye "Şeyhlik İcâzeti" vermelerini andırmıyor mu?
Ebrûcuların
eserlerinin köşesine bir imzâ kondurmaları geleneği de Mustafa
Düzgünman ile başlamıştır. O da, ancak birisine bir ebrû hediye edeceği
zaman ithâf mâhiyetinde bir imzâ atardı, o kadar. Yoksa bir yılda
7000-8000 ebrû üreten birinin bütün ebrûlarını imzâlaması muhâldir, ve
zâten o buna da karşıydı. Fakat her ebrûnun bir köşesine mutlakā bir
imza kondurmak maalesef artık bir gereklilik gibi telâkki edilmektedir.
Bunda ebrûnun belirli bir pazar ortamında bir metâ gibi telâkki
edilmesinin de rolü olsa gerektir.
"Bir nesnenin kıymeti onun
nedretiyle mütenâsibdir" diyen atasözüne bakacak olursak, ebrûnun ve
tekâmülünün yaklaşık altmış yıldır yakın şâhidi olmuş olan bu fakîr
abd-i âcizin: "Ebrû san'atını ille de halka yayacağız" terânesiyle "Havassa ait mânevî bir zevk ve san'at olan
ebrûyu da, pıtırak gibi bitmiş olan yeni yetme ebrûcuları da, eninde
sonunda ve büyük ölçüde, hem sekülerleştirmiş hem de avâmîleştirmiş
olmadık mı?" diye acı acı sorası geliyor.
[1]Enâniyyet: Benlik tutkusu.
[2]Hubb-i riyâset: Nefsin en gizli oyunlarından baş olma sevdâsı
ya da kendini herkesden üstün görme
alışkanlığı.
[3]Naif: Fransızca'dan dilimize geçmiş bir kelimedir. 1) Çocukların icrâ
ettikleri tarzda, 2) eserindeki unsurlarda çocukça bir uslûb ya da basitlikler
görülen san'atkâr, ya da 3) böyle bir san'atkârın eseri
anlamındadır.
[4]“Hindistan’da
kağıt yapımı” ile ilgili olarak Alexandria Soteriou’nun Gift
Of Qonquerors - Hand Papermaking in India başlıklı
kitapta (Grantha Corporation U.S.A. ve Mapin Publising Pvt. Ltd. of Ahmadabad,
India; 1999) 1650 yıllarında yapıldığı tahmin edilen ve Yeni Delhi Müzesi’nde 56:87b numara ile
kayıtlı olan, kalıplar ile yapıldığı anlaşılan bir ebrûda “Amal Safi” diye, gene
kalıpla yazılmış ebrûlu bir imzâ bulunmaktadır.
[5]26 Ekim 1923 Cuma günü "Evkaf-ı İslâmiye Müzesi"nde yapılan törende
Süheyl Ünver'in (1898-1986) almış olduğu ebrûculuk icâzetnâmesinde şöyle
yazmaktadır: "Medresetü-l Hattâtîn talebesinden Süheyl Efendi bin Enver
Efendi ebrî san'atımızdaki meleke ve mahâretini işbu eseriyle ibrâz ettiğinden,
bundan böyle arzu edenlere ta’lim etmek üzere kendisine icâzet verilmiştir.
Cenâb-ı Hakk ömrünü efzûn ve feyzini müzdâd buyursun. Âmin. El Fakîr
Necmeddin 1339".
Bu zâtın hayatı hakkında ek bilgi için Bk. Ahmed Güner Sayar,
A. Süheyl Ünver – Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri 1898-1986, Eren
Yayınları, İstanbul 1994.
[6]Mustafa Düzgünman'ın hayatı
hakkında Bk. Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar'da Bir Attâr
Dükkânı, 4. baskı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2003
[7]Bk.
1) Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı, 4.
baskı, Kubbealtı Neşriyât, İstanbul 2003; 2) Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’ın Üç “Sırlı”sı, I.
Bölüm: Üsküdarlı Hâfız Eşref Ede Efendi,
(Baskıda), Kubbealtı Neşriyât.
[8]Mustafa Düzgünman ile Niyâzi Sayın bir keresinde tam 13 yıl dargın
kalmışlardı.
[9]Bk. Phoebe
Jane Easton, MARBLING, A History and A
Bibliography, Dawson's Book Shop, Los Angeles 1983. Bu eserde, s.
22’de yazar, M. Düzgünman’ın özgeçmişinden ve atölyesine yaptığı ziyâretten
bahsetmekte ve s. 68’de de Düzgünman’ın iki adet orijinal ebrûsu
bulunmaktadır.
[10]Muhtemel bâzı iltibâslara yol açmamak için şiirin orijinal imlâsı ve
noktalama tarzı burada muhâfaza edilmemiştir.
[11]Âb-ı rû: Yüz suyu. Âb-rû: su yüzü.
[12]Destizenk: farsça "deste-seng" kelimesinden türemiş galat-ı meşhûr.
Deste-seng: mermerden bir altlık ile gene mermerden bir merdâneden oluşan ve
ebrû boyalarını ezmede kullanılan bir araç.
[13]Tenşit: Şenlendirme, neşelendirme, ferahlandırma.
[14]"Eynemâ": Kur'ân'da Bakara sûresinin 115. âyeti olan: "Fe eynemâ tuvellû,
fe semme vechullāh" (Nereye dönerseniz dönünüz Allāh'ın Vechi oradadır) âyetine
işâret.
[15]Son iki beytin mânâsı: "Ey Mustafa! Hakk'a olan aşkının nakışları sana
neler öğretti? İçinde gizli olan ve bu Mükevvenât'ı inceden inceye işlemiş olan
Nakkāş ise sana Nereye dönerseniz dönünüz Allāh'ın Vechi oradadır
âyetinin sırrını ilhâm etti. Ebrû kapısı insanı Bâkıy olan Allāh'ın Vech'ini
fehmetmeye sevk eder. Ârif olan kişi ise bütün bu zuhûrâtı Vahdet noktasından müşâhede
eder".
[16]1) Renklerin Sonsuzluğu, 2) Suyun Renklerle
Dansı, 3) Suyun Rüyâsı, 4) Efsun Çiçeği,
5) Ebristanbul.
[17]Türk ebrûculuğunun elçiliğini çeşitli ülkelerdeki konferansları ve
sergileriyle icrâ etmekte olan başka ebrûcularımız da vardır. Biz burada
bunlardan yalnızca Üsküdar ile yakın ilgi içinde olanları
aldık.
[18]“Barut Ebrûsu”nu bilenler üstâdlarına hörmeten ve edebleri gereği bunu
alenen icrâ etmemekte olduklarını ifâde etmektedirler.
[19]Hikmet Barutçugil Alanya’da bir otel için yedibin metre erbûlu perde imâl
etmiştir.
[20]Zenaat: 1) Maddî ihtiyaçları karşılamak maksadıyla yapılan, ustalık ve el
mahâreti gerektiren iş, hirfet. 2) Geçim sağlanan sürekli iş. (D. Mehmet Doğan,
Büyük Türkçe Sözlük)