Buradasınız

ÜSKÜDAR SEHÂVETİ

Kaynak: Zaman Gazetesi 11.05.2002 Târihli Nüshâsı


Üsküdar Sehâveti

Ahmet Yüksel Özemre




Sehâvet bilindiği gibi kerem, cömertlik demektir. Çocukluğum ve

gençliğimin Üsküdar’ında beşerî münâsebetlerin en bâriz ve en belirleyici

özelliği neydi diye sorsalar, buna hiç düşünmeden vereceğim cevap sehâvet’tir.

Bu özellik İhsâniye gibi Üsküdar’ın nispeten aristokratik sayılacak semtlerinin

de, fıkarâ–i sâbirînin mesken tuttuğu Selâmsız ya da Çavuş Deresi gibi

semtlerinin de, Üsküdar Çarşısı esnâfının da, Balaban bıçkınlarının da ortak

hasleti idi. Çarşının Müslüman esnafı da gayr–ı müslim esnafı da sabahleyin

biribirini gözetler, eğer kendisi siftah etmiş de komşusu daha henüz siftah

etmemişse, ikinci gelen müşterisini: “Efendim; komşum henüz siftah etmedi. Ricâ

etsem, ona gidebilir misiniz?” diye müşteriyi komşusuna yönlendirirdi.

Müşteriye kazık atmak

şöyle dursun, esnaf, İslâmî tasarruf endişesiyle, müşterinin fuzûlî para

harcamamasına bile dikkat ederdi. Kasaya girecek olan paranın daha fazla olması

esnaf için asla bir câzibe teşkil etmezdi. Meselâ Düzgünman’ların aktar

dükkânında, 50 kuruşluk çekilmiş karabiber almak isteyen müşteriye “bayatlayınca

kokusunu kaybedeceği” hatırlatılarak “şimdilik 25 kuruşluk karabiber almanın

daha isâbetli olacağı” ikaz edilirdi. Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın

ambalâjlandığı kâğıdın aynısı terâzinin ağırlık kefesine dara olarak konur ve

daha da garantili olsun diye ayrıca, tartılan malın birkaç gram daha ağır

çekmesine özen gösterilirdi. Aktar Hocalar’da her şeyin çok cüz’î bir kârla

satılmasına rağmen, kul hakkına hürmet ve riâyet titizliğinin lûtfettiği bereket

dolayısıyla bu dükkândan iki âile, yâni cem’an 9 kişi, kimseye muhtaç olmadan

geçinirlerdi.


Dikkate değer bir başka

husus da, müşterinin içinde bahârat veyâ kokulu başka bir yâhut da birden çok

madde bulunan birkaç kalem nesne satın alması hâlinde, kokulu olanlarının,

mutlaka, kokularını dışarıya vurmayacak ikinci bir kâğıtla ambalâjlanması ve bu

türlü ambalâjlanmış kokulu maddelerin bir arada ayrı, diğerlerinin de bir arada

ayrı ambalâjlandıktan sonra hepsinin beraberce paket edilmesiydi.

O devirde Üsküdar

esnafının terâziyi hiç dengelememek gibi tuhaf bir âdeti vardı. İster manavda,

ister bakkalda, isterse kasapta, isterse balıkçıda olsun ne tartılırsa

tartılsın, tartılan tarafın kefesi dâimâ ağır basardı. Tartılan ister patlıcan,

ister domates, ister pırasa, ister kıyma, ister uskumru, isterse bulgur olsun

terâzi tam dengelenmişken tartılan tarafa bunlardan bir mikdar daha atılırdı.

Hele o devrin kasapları asla, bugün yarım kilo kıymayı 50 gramlık mukavva ile

birlikte tartan ve mukavvanın kilosunu da müşteriye et fiyatından sokuşturmaya

kalkışanlar gibi değillerdi. çıplak et, tartıldıktan sonra ambalâjlanırdı. Esnaf

haramdan korkar, bunun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye dâimâ bir

nebze fazla mal tartardı. Kumaş, kurdele ya da don lâstiği ölçerken (gayr–ı

müslimleri de dâhil) tuhâfiyeciler de dâimâ beş–on santim daha fazla keserlerdi.

O devirde portakal, mandalina, hıyar, kavun, karpuz ve balkabağı kiloyla değil

adet hesabıyla satılırdı. Portakal, mandalina ya da hıyar söz konusu olduğunda

Atlas Sokağı No: 57’deki manavımız Hasan Efendi amca kesekâğıdına bunlardan

muhakkak birkaç adet fazla koyar; bana bakarak: “Bu da Yüksel Bey’in cabası!”

derdi.

Fırınların, manavların

ve kasapların bile kendilerine mahsûs fıkarâsı vardı. Satılamamış da bayatlamış

ekmekler, çürümeye henüz yüz tutmuş sebze ve meyve, etlerden arda kalan büyük

kemikler gün sonunda bu fıkarâya tahsis edilirdi. Aşçı dükkânları bile ertesi

güne bırakmak istemedikleri yemekleri akşam kapılarının önünden geçen fıkarâya

verirlerdi.

Üsküdar’da bazı

mahallelerde ‘Fıkarâ Taşı’ bulunurdu. Mahalle sâkinleri yatsı namazına camiye

giderken taşın kovuğuna bir miktar para bırakırlardı. Yatsı namazından sonra

camiden ihtiyacı olanlar en son çıkar ve taşın yanından geçerken taşın kovuğuna

ellerini daldırarak bir miktar para alırlardı. Kimse paranın hepsini kaldırmayı

düşünmezdi. Ertesi günün ekmek parasını almak onlara yeterdi, öyle ki ertesi

sabah fıkarâ taşında hâlâ para kalmış olduğu dahi vâki idi.

Üsküdar ahâlisi sokağa

çıkarken fakirlere vermek üzere cebinde dâimâ bozuk para bulundururdu. İsteyene

sadaka mutlaka verilirdi. Fıkarâ, sarhoş bile olsa, asla tahkîr edilmezdi.

Sarhoşa nasihatın tesir etmeyeceğini iyi bilen Üsküdarlılar yalnızca: “Allah

ikrahlığını versin, umûrunu hayra tebdîl etsin, evlâdım!” diye dua eder; cevap

olarak da: “âmin efendim; Allah sizden razı olsun!” duasını alırlardı.

Üsküdar’ın resmî ve

gayrı resmî hekimleri de birer sehâvet timsâliydiler. Attârlık yalnızca ıtır,

bahârat, boya, şifâlı ot, kimyevî bazı maddeleri satmaktan ibâret değildir.

Attârlık, aynı zamanda, insanların rahatsızlıklarını gidermeyi hedef alan bir

nevi pratik hekimliktir de. Kuru öksürükten, kabızlıktan, ishâlden, idrar

tutukluğundan, hâlsizlikten, çıbandan, kapanmayan yaradan, dolamadan, egzamadan,

adale ağrısından ve daha bir sürü illetten muzdarib olanlar çâreyi

Düzgünman’ların Attâr Dükkânı’nda ararlardı. Filvâki 1943 yılından itibâren

Kazan Türklerinden Dr. Sıbgatullah Devletgeldi, Uncular Caddesi’nin girişinde

sağdan ikinci binânın en üst katında salı günleri sabah 08.00’den akşam 20.00’ye

(ve hattâ bâzı kereler gece yarısına) kadar fîsebîlillah ücretsiz hasta bakmaya

başlamıştı; ama millet ufak tefek rahatsızlıkları için gene de Aktar Hocalar’a

koşardı.

Aktar Sâim Efendi amca,

bu dertlilerin her birine, derdine dermân olması umulan çârenin terkîbine giren

otları ve bahâratı verirken bunların nasıl hazırlanacağını, ne miktarda hangi

zamanlarda ve ne kadar bir süre boyunca kullanılması gerektiğini de ayrı ayrı

anlatır ve hattâ hâfızası zayıf olanlar için, inci gibi bir rık’a yazısıyla da,

târifini kâğıda dökerdi. Bu reçetelerden şifâ bulup da dükkâna kadar gelerek

“Allah senden razı olsun, Sâim Hoca!” diye minnetini dile getiren nice insana

şâhit olmuşumdur.

Kol ve bacak kırıkları

için de yağ mumu, havacıva ve özel bir muşamba satılırdı. Bu yağ mumu 30 cm

kadar uzunlukta, bir ucu dört parmak kadar kırmızı boyalı, gerisi koyu portakal

renginde vıcık vıcık görünümlü bir mum şeklindeydi. Bunları daha çok kırık

çıkıkçılar ya da onlara müracaat edecek olanlar satın alırdı. Muşambasıyla

birlikte bunlar usûlüne göre hazırlanıp da kırığın etrafına sarıldı mıydı, bu

tedbirin kolun ya da bacağın alçıya konmasına eşdeğer bir tedâvi değeri olurdu.

Dr. Sıbgatullah Bey’den

önceki aile hekimimiz, 1942 yılındaki vefâtına kadar, Yahudi Dr. Amon Efendi

idi. Her iki hekimin de vizitesi muâyenehânelerinde 50, eve gelirlerse 100

kuruştu. Dr. Amon Efendi de, Dr. Sıbgatullah Bey de hastanın teşhisini koyup

reçetesini yazdılar mıydı hastalık geçinceye kadar sabah akşam hastaya viziteye

gelir, derecesini ve tansiyonunu ölçer, göğsünü dinler ve gerekirse yeni ilâçlar

yazarlardı.

Bu mesâileri için

fazladan bir ücret almazlardı. Hepsi ilk vizitede aldıkları 100 kuruşa dâhil

olan hizmetlerdi bunlar. Eğer hasta fakir biri ise her iki hekimin de asla ücret

almadığı, üstelik bir de yazdıkları reçetenin bedeli olabilecek bir meblâğı da

çaktırmadan hastanın yastığının altına bıraktıkları herkes tarafından bilinirdi.

Üsküdar’da bizim hiç

aile hekimimiz olmamış olan Dr. Bedrosyan ile Dr. Keleşyan’ın da hasletlerinin

bu iki hekiminkine benzediği söylenirdi. Bunlar, ettikleri Hipokrat yeminine

uymayı bir vicdân ve nâmus meselesi sayan müstesnâ hekimlerdi.

Gençliğimde Üsküdar’ın

pek sevgili, genç bir çocuk hekimi vardı. Nispeten genç sayılacak bir yaşta

vefât eden merhûm Dr. Murat Sıtkı özferendeci yalnızca hâzik bir hekim değil;

fakat aynı zamanda Dr. Amon Efendi ile Dr. Sıbgatullah Bey’in tabiplik

zihniyetinin aynısına sahip hamiyyetli bir zâttı da. Çantasında dâimâ tavuk

taşıdığı ve fakir hasta çocuklara yazdığı reçetesinin bedelinden başka bir de

tavuk bıraktığı için Tavuklu Doktor diye anılırdı.

Bütün bu mübârek

hekimler geceleyin hastaya çağırıldıkları zaman, saat kaç olursa olsun, mutlaka

hastanın ayağına giderlerdi. Hâli vakti yerinde olan Dr. Sıbgatullah Bey’in, bu

gibi durumlarda derhal hizmet verebilmek üzere, özel at arabası ve arabacısı

vardı. Bunlar onun Sultantepesi’ndeki (Rusya’dan hicret ederken getirmiş olduğu

üç metre yüksekliğindeki çini sobalarla müzeyyen olduğu dillere destan) köşkünün

müştemilâtında emre alesta beklerlerdi.


Allah

hepsine de ganî ganî rahmet eylesin!

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

Tasarım & Geliştirme | kerataif