Buradasınız

TAKLÎDÎ ÎMÂNDAN TAHKÎKÎ ÎMÂNA GEÇİŞİN DRAMI

TAKLÎDÎ ÎMÂNDAN TAHKÎKÎ ÎMÂNA GEÇİŞİN DRAMI


Ahmed Yüksel Özemre


6-12 yaşları arasındaki îmânımın rahatlığını hasretle arıyorum. Nasıl bir îmândı ki size anlatılanlara, onları sorgulamadan, şevkle inanmaktaydınız. Arapça hatim indirmiş ama henüz daha Kur'ân'ı Türkçe meâlinden okumamıştınız. Kur'ân'ın size:


  • Aklınızı kullanmak, hem de dirâyetle ve isâbetle kullanmak sorumluluğunu, farzını (Yûnus/100),
  • Etrâfınızda olup bitenleri gözlemlemek ve bunlardan sonuçlar çıkarmak sorumluluğunu, farzını (Tâ Hâ/128),
  • Gözlemlerinden ibret almak sorumluluğunu, farzını (Tâ Hâ/53),
  • Düşünmek, fikir yürütmek, akletmek sorumluluğunu, farzını (Bakara/219, Bakara/44),
  • Bilmediğinizi sorarak öğrenmek sorumluluğunu, farzını (Nahl/43, Enbiyâ/7)
  • Bilgi sâhibi olmadığınız konularda tartışmamak, ahkâm kesmemek sorumluluğunu, farzını (Âl-i İmrân/66, Hac/8, Lokmân/6)
  • Zandan çokça sakınmak sorumluluğunu, farzını (Hucurât/12)
  • Adâletle hükmetmek sorumluğunu, farzını (Nisâ/58, A'râf 29)


yüklemiş olduğundan daha henüz haberiniz yoktu.


Bu sorumlulukların idrâki sizde oluşup da iş düpedüz îmân safhasından (yukarıdaki Kur'ân ayetleri doğrultusunda) sorgulayarak tahkîk safhasına geçmeye başladığında ortaya çıkan kuşkuları bir bir aşmanın ne kadar zor bir süreç olduğunu ancak bunu bütün trajik sonuçlarıyla nefsinizde yaşamışsanız anlayabilirsiniz. Bu süreci sizden daha önce yaşamış ve artık olgunluğa erişmiş bir rehber olmadan aşmaya kalkışmanızın sizi pek çok tuzakla karşı karşıya bıraktığını da çok kısa bir zamanda anlarsınız.


Bu, huzur bahşeden ve sizi sorgulamaktan alıkoyan avâma-ait-îmân safhasını aşıp da Kur'ân âyetleri doğrultusunda meselelerin kökünü, özünü araştırmak isteyen, yâni taklidî îmândan tahkîkî îmana geçmek isteyen her aydının trajik bir biçimde yaşadığı ve çoğu kez de ayağının kaydığı bir dramdır. Bu dramı kendi iç âlemlerinde yaşamakta olanlar, doğal olarak dayanacak bir mesned aramakta ve: 1) Kur'ân'ı, 2) hadîs rivâyetlerini ve 3) doğru ve isâbetli bilgi içerdiklerini sandıkları kitapların ya da kimselerin beyânlarını kendilerine rehber olarak seçmekte yâni bir otorite zannettikleri bir şeye rücû' etmektedirler. Oysa bunlardan "şeksiz-şüphesiz otorite" olanı, yalnızca ve yalnızca, ilâhî menşe'li olan Kur'ân'dır.


Rivâyetler de, kitaplar da şahıslar da "Kur'ân gibi şeksiz-şüphesiz" olamazlar. Bu kabil bir otoriteye rücû'un epistemik değeri, hiç, "lâ rayba fih" olan Kur'ân'a rücû'unki gibi olabilir mi? Gnozeoloji'nin (Bilgi Teorisi'nin) yâni bilginin nasıl oluştuğunu açıklayan bilim dalının ve Epistemoloji'nin yâni, hedefi elde edilen bilginin değerinin ve sınırlarının ne olduğunu tartışıp ortaya koymak olan bilim kolunun kemâliyle oluşmadığı Ortaçağ'da İslâm ve Hıristiyan âlemlerinde, bir "önerme"yi objektif bilimsel metotlar aracılığıyla değil de ilâhî menşe'li olmayan kitaplara ve şahıslara rücû' ederek meşrûlaştırmaya çalışmayı hedef alan otorite'ye rücû'un, günümüze kadar sarkmış olan yaygın bir sözde-ispat tarzı olduğu unutulmamalıdır.


Ancak söz konusu kaynakların her üçü de kendilerine has, aydınlatılması gerekli bir takım meseleleri de beraberlerinde getirmektedirler. Fakat her şeyden önce bilinmeli ve îmân edilmelidir ki:

  • Vahye dayanan Kur'ân'da şüpheye yer yoktur. Kur'ân ittikā sâhiplerini doğru yola sevk eden bir kitaptır (Bakara/2).
  • Kur'ân'ın koruyucusu Allāh'dır (Hicr/9). Dolayısıyla, Kur'ân'ın eksik1 ya da fazla2 olduğu; inmiş olan bazı âyetlerin O'na dâhil edilmemiş ya da fazladan3 âyetler ihtivâ etmekte olduğu hakkındaki bütün iddialar muhâldir.
  • Kur'ân'ın getirmiş olduğu İslâm dini kemâl üzeredir, yâni eksiği yoktur (Mâide/3). Buna göre ne bir yeni âyet, ne bir yeni îmân umdesi teklif edilebilir ya da ileri sürülebilir.
  • Allāh akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır (Yûnus/100).

Pekiyi ama akıl nasıl kullanılır? Aklı kullanmanın sınırı var mıdır? Hiç kuşkusuz aklı kullanmanın bir sınırı vardır. Akıl kendi başına bırakıldığında:

  1. İsâbetli-isâbetsiz, her şeyi sorgulamaya cür'et eder,
  2. Temyîz ve temkin ile tahkîm edilmediği zaman gerçeğe uymayan öncüllerden hareketle aklî (rasyonel) görünümlü pekçok zırvanın istidlâl edilmesine destek olur,
  3. Vehimleri, aklî (rasyonel) ya da akla-yatkın bir kılıfa sokarak, sanki ilmî olgularmış gibi de takdîm edebilir.

Bu safhada, akla konulabilecek asgarî sınır: 1) aklın işleyişinin ve 2) akıl yürütmenin eriştiği sonuçların Kur'ân ile çelişik olmamasıdır. Burada karşımıza Vahiy-Akıl ikileminin ortaya koyduğu önemli bir mesele çıkmaktadır.

Kur'ân Açısından Vahiy

Akl'ın ve Vahy'in mâhiyetleri hakkında kesin (yakîn) ve objektif bir bilgi edinmeye yönelik bir gayretin herkesi tatmin edebilecek sonuçlar vermesi mümkün değildir. Buna karşılık, bunların ortaya koydukları sonuçlar hakkında tefekkür etmek daha temkinli ve daha isâbetli bir tutum olarak ortaya çıkmaktadır. Önce yalnızca Kur'ân çerçevesi içinde kalarak Vahyin epistemik değerini4 anlamağa çalışalım.


Vahiy, Cenâb-ı Rabbü'l-âlemiyn'in emir ve haberlerini (âl-i İmrân/44) mahlûkāta iletme tarzıdır. Vahy'in sonucu Rabb'den iletilen bir bilgidir. Bu bilgi diskürsif yâni akla dayanan bir bilgi değil fakat zaman zaman "aklın isâbetle ve dirâyetle kullanılmasını" da tavsiye eden bir bilgidir. Vahiy bir bilgi iletme tarzı olduğundan iletilen bilginin kaynağı değil yalnızca aracısıdır. Bu bilginin kaynağı bizzât, Aliym ismini zâtına lâyık görmüş olan Cenâb-ı Rabbü-l âlemiyn'dir.


Beşer söz konusu olduğunda böyle bir bilgi, Vahiy yoluyla, ya 1) bir perde ardından (Şûrâ/51), ya da 2) Rabb'in irsâl ettiği bir resûl aracılığıyla iletilir (Şûrâ/ 51). Fakat, Kur'ân'ın bildirdiğine göre, Rabb yalnızca Peygamberlere değil, kullarından dilediğine de (Mümin/15), Gökler'e de (Fussilet/12), Arz'a da (Zilzâl/5), meleklere de (Enfâl/12), Hz. İsâ'nın Havârîler'ine de (Mâide/111), Hz. Mûsâ'nın annesine de (Tâ Hâ/38) ve bal arısına da vahyetmiştir (Nahl/68).


Vahyedildiği esnâda Vahy'in muhâtabı olan, Vahy'in muhtevâsını tebliğ etmedikçe bir üçüncü şahıs bu muhtevânın ne olduğunu bilemez; yâni Vahiy, Rabb ile kulu arasında ve muhtevâsı açısından (eğer Vahyi getiren melek varsa, onun dışında) bir üçüncü şahsın bu iletişimi paylaşmasına imkân vermeyen bir gizlilikte cereyân eder. Bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Rabbü'l-âlemiyn'in emir ve haberlerini mahlûkāta iletme tarzı olan Vahiy, onu ahz ve kabûl eden tarafından beyân edilmedikçe, paylaşılması mümkün olmayan sübjektif bir hâdisedir. Bu hâdiseyi yaşamamış bir kimsenin Vahy'in realitesini ya da Vahyin taşıdığı bilgilerin menşeini kabûl ya da reddetmesinin objektif bir dayanağı bulunmaz. Bununla beraber Vahy'in varlığına ve bu kanalla gelen bilginin doğruluğuna îmân her Müslümana farzdır.


Vahy'in muhâtabı, eğer bunun Vahiy olduğunu idrâk etmişse, bunun sâdık bir bilgi iletim tarzı olduğunun yâni Allāh'ın mekrinin (Mekrullāh'ın) dışında bulunan bir sürece tâbî olduğunun da idrâkindedir. Bu bakımdan Vahiy ilâhî bilginin en emîn, ve en sâdık aktarım tarzıdır. Ayrıca, her şeyi bilen (yâni Alîm olan) Rabb'ın kuluna ilettiği Vahiy, O'nun Ezel'de tâyin etmiş olduğu Kader'in dışında da değildir (Kamer/49, Hûd/6, Neml/75).


Bu açıdan bakıldığında Vahiy, beşer için, yalnızca bir inanç meselesidir; kendisini bizzarûre kabûl ettirtmek gibi bir vasfı yoktur. Nitekim Hz. İsâ'ya gelen Vahy'i Yahudiler, Hz. Muhammed'e gelen Vahy'i de Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müşrikler reddetmişlerdir. Kur'ân (Kehf/57'de) Rabb'in âyetleri kendisine hatırlatıldığı hâlde onlara sırt çevirenlerden daha zâlim kimse olmadığını beyân etmektedir. Beşerin bu zâlimliği kendi nefsinden kaynaklanmaktadır. çünkü nefis kötülüğü emreder (Hûd/53).


Nefis sâhibi kimselerden ancak kendisine hidâyet lûtfedilmiş olanlar Vahy'i tasdîk edip muhtevâsına uyarlar. Rabb'ın "âdem'e secde edilmesi" hakkındaki emri İblîs'e erişince o, bunun apaçık bir Vahiy olduğunu idrâk etmemiş olduğu gibi bu emre icâbet de etmemiştir. Ezelden beri, kendisine apaçık Vahiy geldiği hâlde buna icâbet etmemiş ve baş kaldırmış olduğu kaydedilen tek fert İblîs olmuştur. Hiçbir peygamberin, hiçbir meleğin, diğerlerinin ve bal arısının Rabb'in Vahy'ine icâbet etmediği görülmemiştir.

Kur'ân Açısından Akıl

Vahy'in Rabb'den kuluna bir bilgi iletim tarzı olmasına karşılık Akıl, kulun kendi kendine bir bilgi edinim tarzıdır. Beşer: 1) Vahiy söz konusu olduğunda mef'ul (edilgen), 2) Akıl söz konusu olduğunda ise fâildir (etkendir). Akıl: 1) vehim, 2) hayâl, ve 3) mantık'a yataklık eden bir substratum'dur; yâni bu üç unsuru tahrîk ve koordine eden bir çeşit heyulâ'dır. Akıl bu üç unsur aracılığıyla (eşyâ, kavram, his gibi) her türlü nesne ve bu nesnelerin zihnimizde oluşan temsilleri arasında: 1) seçim, 2) sıralama, 3) yön, 4) boyut, 5) terkîb, 6) tahlîl esaslarına, ve 7) mantık kurallarına göre kategoriler ihdâs etmek ve bu kategorileri yeni nesneler olarak idrâk etmek yoluyla bilgi üretir; üretmiş olduğu bilgilerden hareketle de çeşitli yöntemler ihdâs edip bunları uygulayarak yeni bilgiler üretir. Bu bir ontolojik süreçtir5. üretilen bilgilerin gerçeğe uygun olup olmamaları ise, burada değinmeyecek olduğumuz, yaklaşılması da çözümü de çok daha zor olan epistemolojik bir meseledir.


Bütün bunlar ilâhî menşeli bilgi iletim tarzı olan Vahiy ile beşerî menşeli bilgi edinim tarzı olan Akl'ın: 1) mâhiyetlerinin, 2) tezâhürlerinin ve 3) ilettikleri bilgilerin kökenlerinin ne kadar farklı olduğuna ve Vahiy ile Akl'ın hiçbir şekilde özdeş ya da eşanlamlı (müterâdif) olarak alınamıyacağına, hele hele aklın Vahiy'den üstün tutulamıyacağına yeterince ışık tutmaktadır.


Cenâb-ı Rabbü'l-âlemiyn: "Ve andolsun ki Biz, eğer dilersek, sana vahyet-tiğimizi izâle etmeğe de muktedîriz; sonra Biz'e karşı kendine bir vekîl de (yardımcı da) bulamazsın" (İsrâ/86) beyânıyla 1) Hz. Peygamber'e vahyettiğini kendisine unutturmağa da muktedîr olduğunu, ve 2) unutulan vahyedilmiş bilgiyi Peygamber'in ihyâ ve ibkā etmesi için kendisine akıl dâhil hiçbir şeyin yardımcı olamıyacağını îkāz etmektedir. Bu âyet vahyedilen bilgiye akıl yürütmek yoluyla denk olacak bir bilgi elde etmenin mümkün olmadığının da delîlidir.


Kur'ân-ı Kerîm'de Akl'ın: 1) düşünmek için, 2) ibret almak için, 3) öğüt almak için, 4) hidâyete ermek için, 5) cehâlette kalmamak için, 6) (gönül yönünden) kör, sağır ve dilsiz olmamak için, ve özellikle de 7) Kur'ân'ın mânâsının anlaşılması için ne kıymetli ve olmazsa-olmaz bir yardımcı olduğuna dair pekçok âyet vardır. (Meselâ, Bk.: İbrâhim/52, Sâd/29, Tâ Hâ/54 ve 128, Kasas/51, Zümer/21, Hadîd/17, Zümer/ 17-18, Bakara/171-172, Yûsuf/2, Zuhruf/2, Duhân/58).


Bütün bu âyetler Akl'ın önemini vurgulamaktadırlar. Gerçekten de Rabbü-l âlemiyn'e lâyıkı vechile kulluk edebilmek için Kur'ân'ın ne buyurduğunu bilmek, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini anlamak ve temyîz etmek gerekir. Bu idrâk ve temyîz ise yalnızca Akl'ın aracılığıyla olur. Şu hâlde bütün bu âyet-i kerîmelerden: "Kur'ân'ı tetkik ederken aklını kullanmak her Müslümana farzdır" sonucu çıkmaktadır.


Ancak şuna dikkat etmelidir ki akıl iki türlü kullanılabilir. Biri insanı felâkete, diğeri ise hakikatların keşfine sevkedebilir. Eğer insan aklını:

  1. Aklın her şeyden üstün, ve
  2. Her şeyin Akl'a musahhâr

olduğu vehmiyle kullanırsa bu vehimdeki gizli şirk ona felâket getirir. Eğer aklını usûlüne ve Kur'ân'ın rûhuna uygun olarak "Ak'lın aslā hükümrân olmadığı, aksine, Hakk'ı (Gerçeği) fehm, idrâk, temyîz ve teslim etmek yönünden ancak ve ancak hâdim olabileceğinin idrâki" ile kullanırsa, bu da onu hakîkatların keşfine sevkedebilir. Bu hususda dindar kişiyi temkine sevkeden rehberlerden birisi de: "Şüphe yok ki (insanlar) Allāh'ın ilminden bir şeyi ancak O'nun izniyle ihâtâ ederler" (Bakara/255) âyet-i kerîmesi olmalıdır.


Kötülüğü emreden nefsin (nefs-i emmâre'nin) tahrîkiyle vehim ve hayâli azan beşerin bir bölümü her şeyi aklîlik (rasyonalite) çerçevesi içinde görmek marazına kolayca kapılabilmekte ve her şeyi sınırsızca sorgulayabilmektedir. Dindarların da ateist'lerin de tutumlarını zâhiren aklîlik çerçevesinde savunabilmeleri ise Akl'ın her iki zıt tutuma da kolaylıkla yataklık edebildiğini göstermektedir.


Bu açıdan bakıldığında, Akl'ı vahşî ve serâzat bir küheylâna benzetebiliriz. Bu küheylân kendisine gem ve semer vurmadan bineni, onun istediği yöne değil kendi istediği yöne çeker götürür; ve bir müddet sonra da sırtından fırlatıp atar. Ama bu küheylânın azgınlığı eğer Kur'ân'ın gemi ve Sahîh Sünnet'in de eğeriyle zabt-ü rabt altına alınırsa, o zaman bu vahşî at ehlîleşerek binicisini ister istemez binicinin sevk ettiği yöne götürür.


Hz. Peygamber'den rivâyet edilen şu üç hadîs de aklın hem bu âlemdeki, hem de âhiretteki önemini çok iyi bir şekilde vurgulamaktadır:

  • "Doğru yolu akıllıdan öğrenin; sözüne isyân etmeyin; sonra nâdim olursunuz" (Süyûtî: Câmi'ü-s Sagiyr)
  • "Cebrâil'e insanlarda ululuğun, önderliğin neyle olduğunu sordum: 'Akılla' dedi" (Abdurrauf Al-Munâvî: Künûz Al-Hakāyık Fî Hadîs-i Hayr Al-Halâyık)
  • "Akıllıca hareket etmek her iki âlemde de işlerin en ulusudur" (A. Al-Munâvî: a.g.e.)
Vahiy ve Akıl kavramları hakkında ortaya atılmış olan çoğunlukla sübjektif ve muğlâk fikirler Vahiy-Akıl ilişkisinin anlaşılmasını kolaylaştırmak yerine pekçok yapay problemin ortaya çıkmasına ve konunun tutulması gereken kanalın dışına taşmasına sebep olmuştur. Vahy'in ilâhî bir bilgi iletim tarzı, buna karşılık Akl'ın da beşerî bir bilgi edinim tarzı olduğu, Vahy'e ve taşıdığı bilgilerin doğruluğuna îman etmenin de ve aklını kullanmanın da farz olduğu göz önünde tutulduğu takdirde Vahiy-Akıl ilişkilerinin sınırları daha isâbetli bir biçimde idrâk edilebilecektir.


Müteşâbih âyetler'e

Mahsûs Edeb



Kur'ân-ı Kerîm'de âl-i İmrân Sûresi'nin 7. âyetinde:


"Sana Kitâb'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem (hüküm ifâde eden, mânâsı açık ve yorum gerektirmeyen) âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın anasıdır (temelidir). Diğer kısmıysa müteşâbih (bir olguyuya da ilâhî bir sırrı benzetim yoluyla ifâde eden ve dolayısıyla da yoruma açık) âyetlerdir. Kalplerinde (doğruluktan) inhirâf bulunanlar fitne çıkarmak ve (kendi çıkarlarına uygun bir biçimde) te'vil etmek için ondaki (Kitâb'daki) müteşâbih âyetlere uyarlar. Oysa bunların (gerçek) te'vilini ancak Allāh ve "ilimde râsih olanlar" (yâni Allāh'ın ilâhî ilimden nâsiblendirmiş olduğu kimseler) bilir. Onlar: "Biz ona inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır" derler. Bunu ise ancak aklını isâbet ve dirâyetle kullanabilenler (Arapça'sı: ulü-l elbâb) akledip düşünebilir."


denilmektedir. Bu âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîm'i tek başına idrâk husûsunda, reşîd (yâni akıllı, doğru yol tutan, ergin) Müslümanların riâyet etmeleri gereken sınırlara da ışık tutmaktadır. Buna göre râsih olma­yan bir Müslümanın müteşâbih âyetleri te'vile kalkışması hatâdır. Zirâ bunların te'vilini ancak Allāh ve ilimde râsih olanlar bilir. Nifâk çıkarmak gibi kötü bir niyetle yapılmamış olsa dahî, râsih olma­yan bir kimsenin te'vili nifâka ve fesada yol açabilmektedir.

Muhkem âyetler hem inanılması ve hem de uygulanması gereken âyetlerdir. Müteşâbih âyetler ise bir olguyu ya da bir sırrı benzetim yoluyla beyân eden âyetlerdir. Bunlara da îmân şarttır ama bunların uygulanması diye bir şey söz konusu değildir. Böylece muhkem âyetlerin herkese ama müteşâbih âyetlerin ise "ilimde rüsûh sâhibi olan" havvas'a yönelik olduğu anlaşılmaktadır.


Râsih olmayan bir kimsenin, hem te'vilin nasıl yapılması gerektiği husûsunda ve hem de yaptığı te'vilin isâbetliliğini sınamak husûsunda sağlam yöntemlerle donatılmış olmamasından ötürü, te'vilinin ilme de­ğil yalnızca vehmine ve hayâline dayanmış olması kaçınılmazdır. Binâenaleyh, râsih olmayan bir Müslümanın müteşâbih âyetlerin te'vilinde isâbetli olması da isâbetliliğinin derecesini idrâk ve temyiz etmesi de mümkün değildir. Te'vilin isâbetliliğinin idrâk ve temyizi de ancak ve ancak İlimde râsih olanlara has bir haslettir.


İlimde râsih olanlar ise müteşâbih âyetlerin te'villerini de, bu te'villere varmak için yararlanmış oldukları yöntemleri de râsih olma­yanlara açıklayamazlar. Bu konuda kesin bir takıyye'ye uymalıdırlar. Zirâ eğer Allāh bunların herkes tarafından idrâk edilmesini murâd et­miş olsaydı bunun idrâkini, fark gözetmeksizin, herkese yâni avâma da havassa da lûtfedebilirdi. Müteşâbih âyetlerin te'villerinin idrâklerden gizli tutulmasının şüphesiz ki Allāh katında derin bir hikmeti vardır. Bu hikmetin edebine de her­kes riâyet etmelidir. Bu husûsun önemine Hz. Peygamber (s.a.) de: "İlim kazanmak her Müslümana farzdır; fakat ehil olmayana bir şey öğreten kimse: mücevherleri, incileri, altınları domuzların boyunlarına takan kişiye benzer"6 hadîsinde işâret etmiştir.


Yukarıda söz konusu edilen (âl-i İmrân/7) âyetinin ulü-l elbâb'ı, yâni "akıllarını isâbet ve dirâyetle kullanabilenleri" ne kadar yücelttiği de gözden kaçmamalıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Akl'ın:

  • düşünmek için,
  • ibret almak için,
  • öğüt almak için,
  • hidâyete ermek için,
  • cehâlette kalmamak için,
  • (gönül yönünden) kör, sağır ve dilsiz olma­mak için, ve özellikle de
  • Kur'ân'ın mânasının anlaşılması için,

"o olmazsa olmaz" (sine qua non) ne kıymetli bir yardımcı olduğuna dair pekçok âyet vardır:


  • İşte bu, insanlara bir bildiridir; (sonlarının fenâ olacağını düşünüp) onunla korksunlar, tapılacak tek bir ilâhın O olduğunu bilsinler; ve akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler de (ulü-l elbâb da) düşünüp ibret alsın­lar. (İbrâhim/52
  • âyetlerini iyice düşünüp tedbir alsınlar ve akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenler de öğüt alsınlar di­ye Sana mubârek bir kitap indirdik. (Sâd/29)
  • ... Bunda akıl sâhibleri için âyetler (işâretler ve ibretler) vardır.(Tâ Hâ/54 ve 128)
  • Ve Biz onlara sözü eriştirdik. Acabâ düşünüp de öğüt alırlar mı? (Kasas/5l)
  • ... Bütün bunlarda akıllarını isâbetle ve dirâyetle kulla­nabilenler (ulü-l elbâb) için ibret ve öğüt vardır. (Zümer/21)
  • Bilin ki Allāh, Arz'a ölümünden sonra hayat verir; Biz âyetlerimizi (İlâhî Kudretimize delîl olan hârikulâde ol­guları) aklınızla kavrayasınız diye sizlere apaçık beyân etmekteyiz. (Hadîd/17)
  • ... Onlara müjdeler olsun! Artık kullarımı müjdele ki on­lar sözü işitir de en iyisine tâbi' olurlar Onlar öyle kişi­lerdir ki Allāh onlara hidâyet vermiştir (doğru yola ilet­miştir) de akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanabilenle­rin (ulü-l elbâb'ın) ta kendileridir onlar. (Zümer/17-18)
  • Onlara, Allāh'ın indirdiğine uyun denildiğinde: "Hayır biz atalarımızın uymuş olduklarına uyarız" derler. İyi ama ya atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa da doğru yo­lu bulamamışlarsa? (Bakara/171).
  • Kâfirler kelâmın mânâsını anlamayıp ondan yalnızca bir ses algılayan hayvanlar gibidir. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; ve (bu yüzden de) onlar akledip anlayamaz­lar. (Bakara/172)
  • Şüphe yok ki Biz O'nu, akledip anlayasınız diye Arapça Kur'ân olarak indirdik.. (Yûsuf/2)
  • Şüphe yok ki Biz O'nu, akledip anlayasınız diye Arapça Kur'ân olarak tertib ettik. (Zuhruf/2)
  • Şüphe yok ki Biz O'nu (Kur'ân'ı), anlayıp üzerinde düşünsünler diye, Senin kendi lisânınla (yâni Kur'ân'ı Arapça olarak indirmek sûretiyle) kolaylaştırdık. (Duhân/58).

Yukarıdaki bütün bu âyetler muhkem âyetlerdir. Bu bakımdan da anlaşılmaları için te'vile ihtiyaçları yoktur. Bütün bu âyetler aklın öne­mini vurgulamaktadırlar. Gerçekten de Allāh'a lâyıkıyla kulluk edebil­mek için Kur'ân-ı Kerîm'in ne buyurduğunu bilmek, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini anlamak ve temyîz etmek lâzımdır. Bu anlayış ve temyîz ise ancak Kur'ân'a hâdim bir akıl aracılığıyla olur.



Hadîs Rivâyetlerinin Sıhhati

Eğer bir kimsenin çocukluğu Cenâb-ı Peygamber'in ahlâkına ve edebine, adâletine, hikmetine, temkinine, şecaat ve cesâretine, müdebbir ve mürebbi' vasıflarına hayrân olmakla geçmiş de daha sonra Kur'ân'ı incelerken bütün bu vasıfları te'yid eden âyetleri de idrâk etmiş ise onda teessüs etmiş ve Kur'ân ile tahkîm edilmiş olan Hz Muhammed imajını kimse yıkamaz.

Kur'ân, Hz Peygamber Efendimizi:


  • Ve şüphe yok ki Sen pek büyük bir ahlâka sâhipsin (Kalem/4).
  • Sen hiç şüphesiz resûllerdensin. Doğru yol üzerindesin (Yâsîn/4).
  • O hâlde Sen Allāh'a tevekkül et! Hiç şüphesiz haklı olan Sen'sin (Neml/79).
  • [Yâ Muhammed], De ki "Rabb'im adâleti emretti" (A'râf/29).
  • Allāh Sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirdi ve Sana bilmediklerini öğretti (Nisâ/113).
  • Biz Sen'i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik (Enbiyâ/107).
  • "Allāh'a ve Resûl'üne îmân edin..." (Fetih/9, Hadîd/7);
  • "Allāh'a ve Resûl'e itaat edin ki merhamet edilmişlerden olasınız!" (âl-i İmrân/132);


ve daha niceleri gibi âyetlerle ta'zîz ve tekrîm etmektedir.


Unutulmamalıdır ki Kur'ân'daki âyetlerden bir tânesini reddetmek dahi kişiyi İslâm'ın dışında bırakır. Kur'ân ise tümüyle her türlü şüphenin ötesindedir (Bakara/2); ve Kur'ân'ın her türlü şüphenin ötesinde olduğu da her Müslüman tarafından dâima zinde tutulan kesin bir idrâk ile idrâk edilmelidir.


Yukarıdaki âyetlerin içeriği, her Müslümanı, Cenâb-ı Peygamber'in yaptığını yapmak ve yapmakdan çekinmiş olduğundan da çekinmek yolunda Peygamber'in ahlâkını örnek almayı (Rûm/21) bir hayat tarzı olarak idrâk etmekle mükellef kılmaktadır. Bu bakımdan günümüze kadar intikāl etmiş olan hadîslerin: 1) sıhhatinden emîn olabilmek de, 2) bunlara uymak da, Hz Peygamber'i örnek almak isteyen "idrâk ve iz'an sâhibi her Müslüman için", olağanüstü bir öneme sâhiptir.


Taklidî îmândan tahkikî îmâna geçiş sürecinde: 1) Kur'ân'ın dayanılacak ilk ve güvenilir [şeksiz-şüphesiz (Bakara/2)] kaynak olduğunu, 2) tahkikî îmânın, en azından ilk kademede, ancak Akıl aracılığıyla gerçekleşebileceğini, ve 3) bunun için de Akl'ın isâbetle ve dirâyetle kullanılabilmesi için nasıl kayıt altına alınması gerektiğini böylece tesbit ettikten sonra bu süreçte faydalanabilecek ikinci müracaat (referans) kaynağı olarak hadîs rivâyetlerini zikretmemiz gerekir.


Yukarıda zikredilmiş olan âyetler, Müslümanlar için, Resûlullāh'ın da her türlü şüphenin ötesinde tutulması gerektiğinin tartışılmaz dayanaklarıdır. Buna karşılık vahyin, indiği zaman tesbit edilmiş (yâni hemen sahâbe tarafından ezberlenmiş ve vahiy kâtipleri tarafından da yazıya geçirilmiş) olması hasebiyle zaman içinde değişikliğe uğratılmasının (tahrîf edilmesinin) önüne geçilmiş olmasına karşılık Resûlullāh'ın: 1) günlük yaşantısı, 2) çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözleri, ve 3) çeşitli olaylar karşısında takınmış olduğu tutum ve tavırları hakkındaki bilgilerimiz yalnızca rivâyetlere dayanmaktadır.


Bu durumda Müslümanlar, kendisine hakkıyla tâbi' olabilmek için, Resû-lullāh hakkında edilen rivâyetlerin sıhhatinden nasıl emîn olabileceklerdir?


Fakat, günümüze kadar gelmiş olan bu hadîs rivâyetlerini:

  1. önyargısız, ve
  2. ciddî bir biçimde, yâni Kur'ân'ın aklı isâbet ve dirâyetle kullanma tavsiyesine uygun olarak

inceleyen idrâk ve temyîz sâhibi bir Müslüman: 1) Kur'ân'a, 2) Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân'ın övdüğü yüce ahlâkına, 3) Cenâb-ı Hakk'ın mîzân üzere vaz edip hıfzetmekte olduğu kevnî düzene, 4) müşâhedeye, mantığa, zamanın akışına ve sağduyuya muhâlif, ya da 5) biribiriyle çelişik pekçok rivâyeti barındırması [yâni Kur'ân'ın menşe' ve mâhiyet itibâriyle lâ rayba fîh (Bakara/2) olmasına karşılık, bu hadîs rivâyetlerinin çok şüpheli ve şâibeli rivâyetleri de barındırmaları] karşısında bu rivâyetlerin sıhhati meselesiyle, yâni bunların gerçeği ne kadar aslına uygun bir biçimde yansıtmakta oldukları meselesiyle, ister istemez, dramatik bir biçimde karşı karşıya kalmaktadır.


özellikle Emevî ve Abbâsî dönemlerinde pekçok hadîs rivâyetinin uydurulmuş olduğu târihî bir vâkıadır. Daha sonraları yapılmış olan ayıklama ameliyelerine rağmen nasıl olup da bir kısmı çokmûteber addedilen hadîs kitaplarında hâlâ bir takım sakat rivâyetlerin kalmış olması ise ancak uygulanan ayıklama işleminin metodolojisinin isâbetsiz, yâhut sakat, veyâhut sübjektif ya da hepsi birden olmasıyla açıklanabilir.


Bu durumda meselâ Kütüb-i Sitte gibi, mûteber addedilen kitaplardaki ve diğerlerindeki rivâyetler, her ne olursa olsun: 1) gene de her türlü şüpheden-hâtâdan uzak, ve 2) aslā sorgulanamaz (lâyüs'el) sahîh hadîs olarak mı kabûl edilecektir?7 Yoksa, bunların daha objektif kıstaslar çerçevesi içinde yeniden incelenip dikkatli bir elemeye tâbi' tutulmaları mı gerekecektir? Bu bakımdan hadîslerin sıhhati meselesi taklidî îmândan tahkikî îmâna geçiş yapmak isteyenlerin aslā göz ardı edemeyecekleri dramatik bir mesele olarak ve de, eninde sonunda, sahîh rivâyeti sahîh olmayandan ayırabilen objektif bir metodoloji meselesi olarak karşımıza çıkmaktadır.


Ancak, şimdiye kadar bu konu, bildiğim kadarıyla, aslā objektif bir metodoloji meselesi olarak idrâk ve temyîz edilmiş değildir. Bütün bu hadîslerin sahîh olduğunu iddia edenler, bunların sıhhatine delîl olarak, ya râvîler zincirinin sağlam olduğunu kabûl etmekle, ya da bunları sahîh olarak kabûl eden başka müellifleri göstermekle meseleyi hallettiklerini vehmetmektedirler. Bunun aksine, rivâyetlerdeki bu tutarsızlıkları müşâhede ve tesbit etmiş bulunanların bir kısmı ise, işin kolayına kaçmakta ve, ya 1) hadîslerin tümünü reddetmek, ya da 2) hadîslerin dinî hayata yön verme fonksiyonunu minimuma indirmek gibi bir tutum takınmaktadırlar. Bu tavırların her ikisi de ilmî ve de objektif bir metodolojiyle ilgisi olmayan sübjektif vehimlerden başka bir şey değildir.


Hadîslerin sıhhatinden emîn olmak, râvîler zincirinin güvenilirliği ya da râvîlerin biribirleriyle ilişkilerinin sıhhati gibi bugün için tahkîk edilmesi mümkün olmayan bizâtihî şâibeli ve sübjektif temellere değil, bunlardan tümüyle bağımsız objektif bir temele dayandırılmalıdır.


İlk hadîs toplayıcıları rivâyetlerin sıhhatinden emîn olmanın kıstası olarak râvîler zincirinin8 güvenilir kimselerden oluşmuş olmasını prensip ittihâz etmişlerdir. Oysa içtimaî hayatta bâzı hatâları görülmüş olsa bile bir kişinin Hz Peygamber'den bir hadîs rivâyet ettiğinde de muhakkak hatâlı olacağını peşînen kabûl etmek gerçeği yansıtmayabileceği gibi bu tutum ahlâken Hucurât/12 âyetine9 de aykırıdır. Öte yandan güvenilir olduklarına inanılan râvîlerin hepsinin de hâfızalarının zâfiyet göstermemiş ve dillerinin sürçmemiş olduğunu kim garanti edebilirEbû Hüreyre\'ye Göre Yönelik Eleştiriler, s. 85-86, İnsan Yayınları, İstanbul 2001). Bu durum Ebû Hüreyre\'nin hadîs rivâyetinde dikkatsiz ve tedbirsiz olduğuna ve, hadîsçilerin râvîlere uyguladıkları kriterler açısından, rivâyetlerine i\'tibâr edilemiyeceğine delâlet eder. Bununla beraber, Cenâb-ı Peygamber\'in yanında en çok 3 yıl bulunmuş olan Ebû Hüreyre, bir rivâyete göre 5300 küsûr ve Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi\'ne göre ise (Bk. A.g.e., cild: 10, s. 162, İstanbul 1994) 3800 küsûr rivâyetle hadîs râvîleri arasında ilk sıradadır. Buna karşılık, Hz Muhammed\'in en yakın ve en kadîm dâvâ arkadaşlarından Ebû Bekir\'in rivâyet ettiği hadîslerin sayısı 142, Ömer\'inkilerinki 50, Osman\'ınkilerinki 14 ve Alî\'ninkilerinki ise 20 kadardır.', ABOVE, RIGHT);" href="javascript:void(0);">10? Ortadan kaldırılması mümkün olmayan bu şüpheler dolayısıyla, râvîler zincirinin kendi-başına-rivâyetin-sıhhatinin-garantisi olarak addedilmesi epistemolojik açıdan tatminkâr ve objektif bir kıstas değildir. çünkü hem Emevîler ve hem de Abbâsîler döneminde, uydurulmuş bir hadîsin altına güvenilir olduğuna inanılmış bir râvîler zinciri ekleyerek sayısız uydurma hadîsin imâl edilmiş olduğu bilinen bir olgudur.


Bugün hadîs ile meşgûl olan pekçok kimsedeki yaygın kanaat isnâd konusunun günümüz için de geçerli, ve her hadîs rivâyetini doğru olarak kabûl etmenin saflık olduğudur. Bu zevât asl olanın: her hadîsi araştırmak, doğruluğunu veyâ yanlışlığını ortaya koymak olduğunda hemfikirdirler. Ancak isnâd sisteminin bugün hadîsler için geçerli olmadığı, onun yerine kaynakların geçerli olduğunu savunmakta ve "Kimden duydun?" değil de "Hangi kaynaktan aldın?" sorusuna verilen cevâbın, hadîsin sıhhatini garanti eden, yeterli bir cevap olacağını kabûl etmektedirler.


Burada da objektif bir metodoloji yerine sübjektif bir otoriteye rücû'un ağır basmakta olduğu gözlenmektedir. Sahîh denilen hadîs kitaplarında yer almış olan aşağıdaki rivâyet örnekleri hadîs kitaplarının Kur'ân gibi "lâ raybe fih"(II/2) olamıyacaklarının ve bu rivâyetleri hadîs ve dolayısıyla Resûlullāh'ın Sünneti diye kabûl etmeden önce Kur'ân'ın tavsiyesine uyarak Akl'a rücû' etmenin zarûretine ışık tutmaktadırlar. Bu bağlamda:


1. Müslim ve Tirmizî'de11:

"... Asıl müflis, kıyâmet günü namazı ile, orucu ve zekâtı ile gelir; öte yandan, şuna buna hakāret etmiş, iftirâ atmış, birinin malını yemiş, öbürünün kanını akıtmış ve falanı dövmüş olarak gelir. Yaptığı iyilik ve sevapları işte böylece ona buna dağıtılacaktır. Borcu ödenmeden sevapları biterse, bu defa onların günahlarını kendisi yüklenecek ve sonra da cehenneme atılacaktır"


şeklinde yer almış olan rivâyet, en azından son cümlesi açısından, Hz Resûl'ün söylemesi imkân dışı olan uydurma bir rivâyettir; çünkü "kimsenin bir başkasının günâhını yüklenmeyeceği" hakkındaki En'âm/164, İsrâ/15, Fâtır/18, Zümer/7 ve Necm/38 numaralı Kur'ân âyetlerine muhâliftir.


Bundan çok daha vahim bir rivâyet de Kütüb-i Sitte'de yalnızca İbn Mâce'nin Sünen'inde bulunan ve recm cezâsıyla ilgili olarak Hz Ayşe'ye izâfe edilen rivâyettir:


âişe (radyallāhü anhâ)'dan: Şöyle demiştir:


Andolsun ki recm etme âyeti ve yetişkin kişiyi on defa emzirme (sebebi ile nikâhlanmanın haramlığı) âyeti indi ve andolsun ki bu âyetler tahtımın (oturduğum yerin) altındaki bir yaprakta (yazılı) idi. Resûlullāh (sallallāhü aleyhi ve sellem) vefât edip biz O'nun ölümü ile meşgûl olunca, evde beslenen bir koyun (veyâ bir keçi) girip o yaprağı yedi".12


Bu rivâyet de Kur'ân'ın koruyucusunun bizzât Allāh olduğubu beyân eden Hicr/9 âyeti mûcibince Kur'ân'a muhâlif ve dolayısıyla da uyduruk bir rivâyettirZinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurunuz; Alla-h\'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Alla-h\'ın dininde (hükümleri uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezâya şâhit olsun" (Nûr/2) denilmektedir.
Buna rağmen bâzı hadîslerde Cenâb-ı Peygamber\'in zinâ suçu sâbit olan birkaç kişiyi recmettirmiş olduğu rivâyet edilmektedir. Hz Peygamber\'in Kur\'ân\'ın (Nûr/2) âyetindeki açık hükmü çiğneyerek zinâya uygulanan cezâyı nefsânî olarak arttırması Kur\'ân\'ın O\'nun yüce ahlâkı hakkındaki tavsifi ve Peygamber\'e yüklemiş olduğu mükellefiyetler (Nisâ/105, Mâide/48-49, İbrâhim/11, Kehf/27) ile bağdaşmadığından: 1) ya bu rivâyetler uydurmadır, 2) ya da bu recm uygulaması henüz (Nûr/2) âyeti nüzûl etmeden vuku bulmuş olan, o zamanki yaygın örfe uygun bir uygulamadır, ya da 3) Medine yahudilerinden zinâ etmiş olanlara onların Şerîat\'ı uyarınca uygulanmış olan cezâdır.', ABOVE, RIGHT);" href="javascript:void(0);">13
.


2. Kâ'b bin Mâlik'den geldiği söylenen ve Ebû Dâvud'un kitabında yer alan bir rivâyette Hz Peygamber'in, kendisi aleyhinde şiirleri ile tezyîf edici ve inatçı bir propaganda yapan Mekke'li Kâ'b bin el-Eşref'i bir adam gönderterek öldürtmüş olduğu beyân edilmektedir14. âlemlere rahmet olarak gönderildiği Enbiyâ/107 âyetiyle tesbit edilmiş olan bir Peygamber'in bu kabil bir suikast ile bir şâiri öldürtmüş olması muhâldir15.


3. Tirmizî'de bulunan ve İbn Abbâs'dan neşet ettiği söylenen:


"ümmetimden iki sınıf vardır ki, bunların İslâm'dan nasîbleri yoktur: Mürcie ve Kaderiyye"16


rivâyeti anakronik (yâni hâdiselerin zaman içindeki sırasını alt-üst eden) uydurma bir rivâyettir; çünkü Cenâb-ı Peygamber'in zamanında Mürcie ve Kaderiyye fırkaları da, bunların doktrinleri de teşekkül etmiş değildi. Mürcie, muhtemelen Haricîler'in zuhurundan sonra ortaya çıkan ve "amele önem vermeyen ve îmânı yeterli gören" bir fırka ve Kaderiyye de VIII. yüzyılın ortalarında yâni Cenâb-ı Peygamber'in vefâtından yüz yıl kadar sonra ortaya çıkmış olan Mu'tezile fırkasının "herkesin kendi kaderini kendisinin yaratacağı" husûsundaki doktrinidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Peygamber'e izâfe edilen bu sözler bizzât onun ağzından çıkmış sözler değil, vefâtından belki bir ya da iki yüzyıl sonra O'na izâfe edilmiş olan uydurma sözlerdir.


4. Kezâ Buhârî, Müslim ve Tirmizî'de İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiş olan17:


"Biz Allāh Resûlü sallallāhu aleyhi ve sellem ile Mina'da bulunurken ânîden ay ikiye bölündü. Bir parçası dağın arkasına, diğer parçası da önüne düştü. Allāh Resûlü sallallāhu aleyhi ve sellem bize: "Şâhit olun, bakın!" buyurdu"


rivâyeti de uydurmadır. İkiye parçalandıktan sonra bir parçası Mina dağının arkasına diğer parçası da önüne düşmüş olan nesne aslā ve aslā Ay olamaz. Ay, Dünyâ'nın çekim kuvvetine bağlı olarak yaklaşık 384.000 km uzaklıkta dolanan, çapı da Dünyâ'nınkinin dörtte birinden biraz büyük, yâni yaklaşık 3.470 km olan bir gök cismidir. Ay şu ya da bu şekilde ikiye bölünse ve bu her iki parça da (bütün mekanik kānûnlarının aksine) Dünyâ'ya yönelse, hızları ne kadar büyük olursa olsun, bu parçaların yeryüzüne düşmesi göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman süresi içinde değil, en azından birkaç gün içinde olur. Ayrıca bu kadar büyük parçaların Arz'a çarpması da yeryüzündeki bütün hayâtı sona erdirirmiş olurdu.


5. Aşağıdaki rivâyetler de akla, sağduyuya, mantığa, gözleme aykırı olan ve yalnızca


Cenâb-ı Peygamber'e bühtân eden iki örnektir:

"Rabb kızarsa vahyi Farsça indirir. Râzî olursa Arapça indirir"18

"Ey Hümeyrâ!19 Güneşlenen su ile yıkanma! Zîrâ o cüzzâm yapar"20


Buhârî'nin Türkçe tercümesindeki şu rivâyetin21 ise, olağanüstü garâbetine rağmen, Buhârî'nin külliyâtında nasıl olup da yer almıştır, anlaşılır iş değildir:


"Ebu Hüreyre radiyallahü anhden:


Şöyle demiştir: Resûlullāh sallallāhu aleyhi vesellem (efendimiz) buyurdu ki her kim Cuma günü cenâbet guslü ile istiğsal ettikten sonra (ilk saatte Cuma namazına) giderse bir deve, ikinci saatte giderse bir sığır, üçüncü saatte gi- derse (sağlam) boynuzlu bir koç, dördüncü saatte giderse bir tavuk, beşinci saatte giderse bir yumurta22 kurban etmiş gibi (sevîba nâil) olur..."23


Etimolojik olarak kurban: "Cenâb-ı Rabbü-l âlemiyn'e yakınlaşmayı (kurbiy-yet'i) sağlayan şey" anlamında ise de dinî uygulama bakımından: "Rabb'ın rızâsını kazanmak gâyesiyle belirli şartlara riâyet ederek belirli bâzı hayvan türlerini usûlünce boğazlamak, ya da bu türlü boğazlanan hayvan" anlamındadır. Kütüb-i Sitte'de Hz Peygamber'in kendisi için hep koyun, zevceleri için de bâzen sığır kurban ettiğini bildiren onlarca hadîs bulunmaktadır. Ayrıca tavuğun ve hattâ yumurtanın dahi(!?) kurban edilebileceğini bildiren bir başka rivâyet de bulunmamaktadır. Ayrıca yumurtanın usûlüne uygun bir biçimde nasıl boğazlanacağı da bir başka önemli mesele olup bu hususta da herhangi bir rivâyete rastlamak da mümkün değildir.


Bundan başka, meselâ İstanbul'da, 21 Aralık 2001 Cuma günü Güneş'in doğuşu 07.19 ve öğle ezânı vakti de 12.09 dur. Buna göre o gün, bir deve kurban etmiş olmanın sevâbını kazanmak isteyen bir kimsenin boy abdesti aldıktan sonra Cuma namazına 07.09 da gitmesi ve câmide 5 saat beklemesi gerekecektir. Yok eğer yalnızca bir yumurta kurban etmiş(!) olmanın sevâbıyla yetinmek isterse câmiye Cuma ezânından bir saat önce gitmiş olması yeterli olacaktır.


Dünyâ'nın ömrünün 7000 yıl olduğu husûsunda özellikle Suyûtî tarafından nakledilen rivâyetler de, bugünkü ilmî sonuçların Dünyâ'mızın yaşını 4,5 milyar yıl olarak tesbit etmiş olması dolayısıyla, itibâr edilmemesi gereken uydurma rivâyetlerdir.


6. Mesele halletmekden çok halli mümkün olmayan meseleler ortaya koyan bir rivâyet de hallâl-i müşkilât (yâni "zorlukları ortadan kaldırıcı") olarak bilinen Cenâb-ı Peygamber'e izâfe edilemez. Böyle bir izâfet O'nun üstün ahlâkına ters düşer.


"Batıdan ve doğudan fitne zâhir olduğu zaman Şam'ın ortasında toplanın. Zîrâ o gün yerin altı yerin üstünden iyidir"24


rivâyeti ise, benzer şekilde, bir sıkıntıyı ortadan kaldıracak yerde çözümü olmayan meseleler ve sıkıntılar vaz etmektedir. Batıdan ve doğudan fitne çıktığı zaman bütün Müslümanlar Şam'a nasıl vâsıl olacaklardır? Söz konusu fitne bugün çıkmış olsa Şam şehrinin ortası ya da Sûriye mıntıkası25 birbuçuk milyar Müslümanı nasıl istiâb edecektir? Müslümanlar Şam'ın ortasında toplandılar diye fitneden nasıl korunmuş olacaklardır? Bunlar burada ne zamanadek kalacaklardır? Bu kadar insanın Şam'da toplanması sayısız ikmâl, barınma, geçim ve birlikte yaşama meselelerini ve bunlara bağlı olarak sayısız fitneyi de peşinden sürüklemeyecek midir? Bana kalırsa bu rivâyet Şam'ı hânedanlıklarının başkenti yapmış olan Emevîler'in bu şehre ve de Sûriye'ye Hz Peygamber'in diliyle bir kutsallık kazandırmak için uydurmuş oldukları bir şeydir.


Fesâhatı, belâgatı ve merhameti müsellem olan, işleri kolaylaştırmasıyla meşhûr Hz Peygamber'in mezkûr rivâyetlerin muhtevâsını ifâde etmiş olması muhâldir. Bunlar: 1) ya sonradan uydurulmuştur, 2) ya da râvîler Hz Peygamber'in merâmını anlamaksızın kendi idrâk kapasitelerine göre hatırlarındaki sözleri su-i niyetleri olmaksızın deforme ederek kâğıda dökmüşlerdir. Her iki hâlde de bu rivâyetlerin aydınlatıcı, irşâd edici ve mesele halledici fonksiyonları kalmamıştır. Bundan ötürü bunları sahîh hadîs olarak addetmak ve bunlarla amel etmek mümkün değildir.


Yukarıda verilen ve hadîs diye öne sürülen rivâyet örneklerinden çıkan sonuçlar şudur ki hadîs diye iddia edilen bir rivâyetin gerçekten de hadîs ve Peygamber'in Sünneti sayılabilmesi için, en azından:


  1. Rivâyet metninin Kur'ân'a muhâlif bir muhtevâsı olmamalıdır.,
  2. Rivâyet metni Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân tarafından övülmüş olan yüce ahlâkına muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.
  3. Rivâyet metni anakronik unsurlar ihtivâ etmemelidir.

  4. Rivâyet metni fizikî olarak Allāh'ın mîzân üzere koruduğu kevnî düzene muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.
  5. Rivâyet metni müşâhedeye, ilme ve sağduyuya muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.

  6. Rivâyet metni çözümü olmayan meseleler vaz etmiş olmamalıdır.


Bundan dolayı, günümüze kadar gelmiş olan hadîs rivâyetlerinin en azından bu objektif kriterlere göre yeniden bir ayıklama ve eleme işlemine tâbi' tutulması gerekmektedir.


Otoriteye Rücû'

Taklîdden tahkîke geçerken insanın ayağını kaydıran en büyük tuzaklardan biri de nefsinin ve vehminin esiri olarak, otorite olarak telâkkî edilen bir şahsa, bir kitaba ya da bir doktrine körü körüne bağlanıp aklını dirâyetle ve isâbetle kullanabilme hasletinden uzaklaşmaktır.


Bu tuzağa düşenler bir müzâkerede savunmakta oldukları fikrin gālib gelmesi için akıllarını isâbetle ve dirâyetle kullanmaksızın, farkında olmadan lâyuhtî ve lâyüs'el kabûl ettikleri bir şahsa, bir kitaba, bir doktrine rücû' ederler. Buna otoriteye rücû' denir. Otoriteye rücû'un, epistemoloji açısından, ispat ya da delîl veyâhut da burhan (yâni islâmî deyimiyle "ilmelyakîn") olarak bir değeri yoktur. "Lâ rayba fih" olan Kur'ân'dan başka, tabîatı gereği "rayba fih" olan herhangi başka bir kitabı yegâne otorite kılmak, neresinden bakılırsa bakılsın, bir nâkısadır. Buna i'tibâr etmek ise nihaî gerçeğe ulaşmış olmak değil, yalnızca bir zevk ve fehâmet meselesidir.


Kimi Sahîh-i Buhârî'den, kimi İhyâ-i Ulûmi-d Din'den, kimi Fusûs'dan, kimi Mesnevî'den, kimi Nûr Risâleleri'nden, kimi Seâdet-i Ebediye'den, kimi Kur'ân'a Göre İslâm'dan ve ilh… zevk alır. Bu duruma i'tirâz etmek muhâldir. Ama bu kitapların hiçbiri "Kur'ân'laştırılacak" kitap değildir.


Kezâ kimi Hacı Bektaş Velî'ye, kimi Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye, kimi Muhammed İkbâl'e, kimi Râşid Rızâ'ya, kimi Muhammed Hamîdullāh'a, kimi Yaşar Nûri öztürk'e ve ilh…. hayrândır. Bu duruma da i'tirâz muhâldir. Ama bu zevâtın hiçbiri "Muhammed'leştirilecek" zât değildir. Ve dahî kimi Eş'arîliğe, kimi Şiiliğe, kimi Vahdet-i Şühûd'a, kimi Marksizm'e, kimi lâisizm'e, kimi Kemalizm'e ve ilh… i'tibâr eder. Bu duruma da i'tirâz muhâldir. Ama bu doktrinlerin hiçbiri "Lâilâheillallāh'laştırılacak" doktrin değildir.


Bu i'tibârla taklidî îmandan tahkikî îmana geçmeye çalışan bir kimsenin: 1) bu inceliklere dikkat etmesi; 2) nefsinin ve vehminin kendisinin üzerinde bir hükümrânlık kurmasına, ve 3) şahısların, kitapların ve doktrinlerin putlaştırılmasına müsaade etmeyip bunları zabtürabt altında tutması zorunludur.


Nefsin ve Vehmin

Hükümrânlığı



Herkes farz ibâdetleri ifâ etmekle yükümlüdür; ama, nefsin ve vehmin insanlar üzerinde bir hükümrânlık kurduğu ve bundan âzâd olabilmek için de farz ibâdetlerin, maalesef, yeterli olamadığı da tecrübeyle sâbittir. çünkü "Nefs emredicidir" (Yûsuf/53); "Rabb'inden apaçık bir delîl üzerinde bulunan kimse, kötü işi kendisine güzel görünen ve heveslerine uyan kimse gibi olur mu?" (Muhammed/14); "[Nefsinin kendisine telkin ettiği] hevâsını kendine ilâh edineni gördün mü?..." (Furkān/43); "…Nefsini tezkiye etmiş olan, felâha erer" (Şems/9).


Hz. Mevlâna da, Mesnevî'sinde, vehmin sâlik (yâni "Hakk yolunun yolcusu") için pek büyük bir engel olduğunu beyân etmektedir (V/2649)26. Bu gerçekten de öylesine büyük bir engeldir ki Hz. İbrâhim gibi bir peygamber bile vehim âlemine düşünce, gözlerini bağ­layan vehim ve hayâl âlemi ona müşâhade ettiği yıldız için "İşte bu be­nim Rabb'imdir" dedirtmiş (V/2650); gördüğü rüyânın sahîh rüyâ oldu­ğu vehmiyle de bu rüyânın yoruma ihtiyâcı olduğunu idrâk bile etme­den oğlunu kurban etmeğe kalkışmıştır (Saffât/100-107).


Tepesinde vehim gibi bir zebellânın nöbet tuttuğu akl-ı cüz'î ise ancak mezara kadar olan şeyleri görür (IV/3311). Vehim zâten akl-ı cüz'înin âfeti olduğu içindir ki (III/1558) dağ gibi muhkem akıllar bile vehmin ve hayâlin denizlerinde iz bırakmadan kaybolur gider (V/2654). Akl-ı cüz'îye esir olan, sonunda usanırsa, bunun ne gibi bir ayak bağı olduğunu bâzen idrâk edebilir de, gururundan dolayı Hakk er­lerinden yüz çevirmiş olmasından ötürü nasıl bir vehim ve hayâl denizinde çırpınıp durmuş olduğunu anlayabilir (IV/3353-3356). Hz. Mûsâ ile cidâlleşecek kadar akıllı ve filozof (V/2660) olan Firavun dahî halkın kendisini "Sen İlâhsın, pâdişâhsın" diye ululayıp secde etmesinden ötürü vehim marazına kapılmış (III/1556), tanrılık dâvasında azmanlaşıp ejderhâ kesil­miş, doymak nedir bilmez bir Rubûbiyyet şehvetiyle mâlûl olmuş değil miydi? (III/1557). Bu ne büyük bir ibrettir!



Şehvet aklın zıddıdır; şehvetin menşei de akıl değil vehimdir. Şehveti dokuyan akla ise akıl denmez. O, akıl görünümü altında kendini izhâr eden, fakat aslında akıl altınının kalpı olan, vehimdir. Vehim hep akılla savaşır durur; ona benzer; ama o değildir! Vehmin akla nisbeti, baştanbaşa vehimle mülevves olan Firavun'un ahvâlinin hakikî akla (Akl-ı Meâd'a) sâhib Mûsâ'nın ahvâline olan nisbeti gibidir. Vehim, âlemleri yakıp yıkan Firavun'a, akıl ise canlara cilâ çeken Mûsâ'ya aittir (IV/2301 ve sonrası).



Vehmin gözü perdelidir; hakîkati göremez (IV/3278). Ayrıca, zâhirde, vehmi akıldan tefrik etmek de çoğu kere mümkün olmaz. Bu­nun için her ikisini de şaşmayan-şaşırtmayan bir mihenk taşına vurmak gerekir ki vehmin ne kadar kalp olduğu kabak gibi ortaya çıksın. Bu iş­teki mihenk taşı ise: 1) Kur'ân'dır, ve 2) peygamberlerin sünnetidir, vesselâm! (IV/2304).



Vehim sâyesinde akıllı adam bile delirir gider (III/1530). Yüzbinlerce taklîd ve istidlâl ehlini pek küçük bir vehim dahî hemen şüpheye düşü­rür; çünkü bunların taklîdleri de, delîlle bir hükme varışları da ve hattâ bütün kolları kanatları da zan ile kāimdir (I/2125-2126). Cenâb-ı Hakk ise (Hucurât/12)'de bizleri zannın çoğundan kaçınmamız, zannın bir kısmının günâh olduğu konusunda îkaz etmiyor mu?



26 Nisan 1986 çernobil kazâsından sonra da, 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden sonra da, ve kezâ farklı zamanlarda Medya'da din ve îmân konusunda ahkâm kesen bâzı zevâtın kendi vehimlerini dile getirerek bunları ilim imiş gibi takdîm etmelerine şâhit olmadık mıydı?


Sonuç

Bütün bu mülâhazalardan, taklidî îmândan tahkîkî imâna geçmek isteyen bir kimsenin her şeyden önce: 1) aklını isâbetle ve dirâyetle kullanabilmesi, ayrıca da 2) nefsini ve vehmini zabturapt altına alması, yâni 3) nefsin ve vehmin hiylelerine aldanmaması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Bir kimsenin bu yolda selâbetle yürüyebilmesi ise zor olduğu gibi, eğer gerekli olgunluğa sâhip değilse, tehlikeli ve fevkalâde çilelidir de.



* * *




[1]Hz Ömer'e ve Hz Ayşe'ye izâfe edilen "Recm âyetleri" denilen âyetlerin Kur'ân'a eklenmemiş olduğuna dair rivâyetler, Kur'ân'ın koruyucusunun Allāh olduğunu beyân eden Hicr/9 âyeti ile çelişik olduklarından, hakîkatla ilgisi olmayan uyduruk rivâyetlerdir.

[2]Hz. Fâtıma'nın ya da Hz Ali'nin nezdinde muhâfaza edilen Kur'ân nüshasında elimizdekinde bulunmayan âyetler bulunduğuna dair rivâyetler de, Kur'ân'ın koruyucusunun Allāh olduğu ile çelişik olduklarından, hakîkatla ilgisi olmayan uyduruk rivâyetlerdir.

[3]Reşat Halîfe adındaki bir kimsenin Kur'ân'daki Tevbe/128-129 âyetlerinin Allāh'ın âyetleri olmadığını iddia etmesi gibi.

[4]Epistemik değer: Bilgi'nin geçerliliği açısından haiz olduğu değer.

[5]Yâni hayâl ürünü değil, var olan ve varlığı test ve kontrol edilebilen bir süreçtir.

[6]Suyûtî: Câmi-üs Sagiyr Muhtasarı, Tercüme Ve Şerhi, Hazırlayanlar: İsmail Mutlu, Şaban Döğen, Abdulaziz Hatip, 2. cild, s. 547; Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996.

[7]Bugüne kadar toplanmış olan hadîs külliyâtlarındaki rivâyetlerin hadîsçiler nezdinde sahîh addedilmesinin kriterleri, öncelikle, râvîlerinin: 1) ahlâkî vasıfları, 2) içtimaî durumları, ve 3) biribirleriyle olan ilişkileri hakkındaki başka türden fakat gene rivâyetlere dayanmaktadır.

[8]Râvîler zinciri'ne senet ya da isnâd da denir.

[9]"Ey inananlar, zandan çok sakının! Zîrâ zannın bir kısmı günâhdır. Biribirinizin gizli şeylerini araştırmayın! Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin..."

[10] Kütüb-i Sitte'de ve Muvattâ'da bulunan ve Ebû Hüreyre'den menkul bir rivâyette Cenâb-ı Pey-gamber'in: "Evde, atta ve kadında uğursuzluk vardır" dediği ileri sürülmektedir. Hz Peygamber'in zevcesi Hz Ayşe: Ebû Hüreyre bu hadîsi ezberleyememiş! çünkü Peygamber (s.a.v.): "Allāh Yahudilerin belâsını versin! Onlar (nasıl oluyor da) evde, kadında ve atta uğursuzluk olduğunu söyleyebiliyorlar" dediği esnâda Ebû Hüreyre içeriye girmiş, fakat sözün başına değil sonuna yetişmiştir diyerek Ebû Hüreyre'nin hatâsını tashîh etmiştir. (Bk. Osman Gürer: Ebû Hüreyre'ye Göre Yönelik Eleştiriler, s. 85-86, İnsan Yayınları, İstanbul 2001). Bu durum Ebû Hüreyre'nin hadîs rivâyetinde dikkatsiz ve tedbirsiz olduğuna ve, hadîsçilerin râvîlere uyguladıkları kriterler açısından, rivâyetlerine i'tibâr edilemiyeceğine delâlet eder. Bununla beraber, Cenâb-ı Peygamber'in yanında en çok 3 yıl bulunmuş olan Ebû Hüreyre, bir rivâyete göre 5300 küsûr ve Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'ne göre ise (Bk. A.g.e., cild: 10, s. 162, İstanbul 1994) 3800 küsûr rivâyetle hadîs râvîleri arasında ilk sıradadır. Buna karşılık, Hz Muhammed'in en yakın ve en kadîm dâvâ arkadaşlarından Ebû Bekir'in rivâyet ettiği hadîslerin sayısı 142, Ömer'inkilerinki 50, Osman'ınkilerinki 14 ve Alî'ninkilerinki ise 20 kadardır.

[11]Bk. Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 5. cild, s. 384, No. 9993, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.

[12]Bk. Sünen-i İbn-i Mâce Tercemesi Ve Şerhi, terceme ve şerh eden: Haydar Hatipoğlu, cild: 5, Kitâbü-n Nikâh bölümü, s. 415, Kahraman Yayınları, İstanbul 1983.

[13]Zinâ suçu işleyenlere recm (yâni taşlayarak öldürme) cezâsının uygulanmış olduğuna dair rivâyetler konusunda da çok temkinli davranmak gerekir. Kur'ân'da: "Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şâhit getirin. Eğer şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yâhut Allāh onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin" (Nisâ/15), "İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü Allāh tevbeleri kabûl eden ve çok esirgeyendir" (Nisâ/16) ve "Zinâ eden kadın ve zinâ eden erkekten her birine yüz sopa vurunuz; Allāh'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allāh'ın dininde (hükümleri uygularken) onlara acıyacağınız tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezâya şâhit olsun" (Nûr/2) denilmektedir.

Buna rağmen bâzı hadîslerde Cenâb-ı Peygamber'in zinâ suçu sâbit olan birkaç kişiyi recmettirmiş olduğu rivâyet edilmektedir. Hz Peygamber'in Kur'ân'ın (Nûr/2) âyetindeki açık hükmü çiğneyerek zinâya uygulanan cezâyı nefsânî olarak arttırması Kur'ân'ın O'nun yüce ahlâkı hakkındaki tavsifi ve Peygamber'e yüklemiş olduğu mükellefiyetler (Nisâ/105, Mâide/48-49, İbrâhim/11, Kehf/27) ile bağdaşmadığından: 1) ya bu rivâyetler uydurmadır, 2) ya da bu recm uygulaması henüz (Nûr/2) âyeti nüzûl etmeden vuku bulmuş olan, o zamanki yaygın örfe uygun bir uygulamadır, ya da 3) Medine yahudilerinden zinâ etmiş olanlara onların Şerîat'ı uyarınca uygulanmış olan cezâdır.

[14]Bk. Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 3. cild, s. 215, No. 6215, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.

[15]Bu rivâyetin de, istedikleri kimseleri sorgu sual etmeksizin öldürme yetkisine sâhip olduklarına delîl olsun diye iktidârı elinde tutan Emevîler ya da Abbâsîler tarafından uydurulmuş olması ihtimâlden uzak değildir.

[16]Bk. Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 4. cild, s. 214, No. 7673, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.

[17]Bk. Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 5. cild, s. 85, No. 8530, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.

[18]Bk. Sâdık Cihan: Uydurma Hadîslerin Doğuşu Ve Sosyo-Politik Olaylarla İlgisi, s. 22, Etüt Yayınları, Samsun 1997.

[19]Hümeyrâ: Hz Peygamber'in zevcesi Hz Ayşe'ye hitâb şekli.

[20]A.g.e. s. 22.

[21]Zeynüddin Ahmed Zebidî: Sahihi Buharî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi (çeviren Ahmed Naim), cild: 3, s. 17, Hadîs no. 480, Diyânet İşleri Reisliği Neşriyâtından No. 7, İstanbul 1936.

[22]Eğer bu rivâyet sahîh ise(!), bundan bir müddet önce tavuğun da kurban edilebileceğine fetvâ vermiş olan Marmara İlâhiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Zekeriyya Beyaz'a yapılmış olan eleştiriler isâbetsiz olmuştur. Olsa olsa bu zât bu hadîse binâen yumurtanın dahî kurban edilebileceği konusunda halkı bilgilendirmemiş olması açısından eleştirilebilirdi!

[23]A.g.e. de s. 20 de, Neseî'de bulunan bir diğer rivâyette "tavuk ile yumurta arasında bir de serçe kurban etmek fazîletini bahş eden bir mertebenin daha zikredilmiş" olduğu ifâde edilmektedir.

[24]A.g.e. s. 54, No. 443.

[25]Eskiden Şam hem Şam şehrine ve hem de Sûriye mıntıkasına delâlet etmekte idi (Bk. İslâm Ansiklopedisi, Şam bendi, MEB Yayınları)

[26]Parantez içindeki rakkamlar çelebî Veled İzbudak'ın Maarif Vekâleti Şark-İslâm Klâsikleri dizisinde yayınlanmış olan Mesnevî çevirisinin ilk baskısındaki, sırasıyla, cild ve beyit sayısını göstermektedir.

Tasarım & Geliştirme | kerataif