Buradasınız
MODERNİST AKIM İÇİNDE KUR'ÂN TEFSİRLERİ
AKIM İÇİNDE
TEFSİRLERİ1
Ahmed Yüksel Özemre
Akımın Mâhiyeti
ortaya çıkmış olan '"Modernist Akım" içinde Kur'ân'ın tefsiri çok önemli bir yer
tutmaktadır. "Modernist İslâmcılar" denilen kesim bu alandaki gayretinin,
Kur'ân'ın "çağdaş" ve "ilmî" yorumunu yapmağa ve dolayısıyla da İslâm dinine
yeni bir anlayış ve canlılık getirmeğe yönelik olduğunu savunmaktadır. Bununla
beraber gerek bu akım gerekse "Kur'ân'ın Çağdaş ve İlmî Tefsiri" İslâm
Âlemi'nde, yaklaşık 120 yıldır, bir takım şüphelere, çatışmalara, ithâmlara ve
hiç kuşkusuz birtakım da nifâklara yol açmıştır. Bu konuda yapılanların Kur'ân
ve Sünnet'e uygunluğunu isâbetle teşhis ve tesbit etmek ise bütün bu nakîselerin
izâlesi için zarûrîdir.
kelimelerine medya ve enteller tarafından yıllardır "dışarlayıcı ve olumsuz"
anlamlar yüklenilmektedir. Aslında bu kelimeler, etimolojik olarak: "içinde
yaşadığımız çağa ait" anlamındadır. Fakat medya ve enteller bu kelimelere,
dâimâ, izâfe edildikleri nesne ya da kavramları yücelten ve bunun dışında
kalanları da aşağılayıp horlayan bir anlam yüklemiştir. Meselâ "modern düşünce"
dediniz miydi bu, medyanın ve entellerin dilinde: "tek geçerli ve de doğru olan
düşünce budur; bundan öncekilerin hepsi beş para etmez" demektir; "modern yorum"
dediniz miydi bu da: "tek geçerli ve de isâbetli olan yorum budur; bundan
öncekilerin hepsi palavradır" demektir; "çağdaş davranış biçimleri" dediniz
miydi bu: "tek uygun ve de fazîletli davranış biçimleri bunlardır; bunlardan
öncekilerin hepsi de gülünç, saçma ve çağ-dışıdır" demektir. Yâni bu bağlamda
insan sürekli modern ya da çağdaş olmak, ve bunun gereği olarak da içinde
yaşadığı çağdan önce teessüs etmiş olan ne kadar müessese, inanç, ilim, ahlâk
anlayışı, düşünce, prensip, kural, kānûn, davranış biçimi, örf, âdet varsa
bunları mutlakā horlamak, aşağılamak ve reddetmek mecbûriyetindedir. Bu ise
nihilist ve anarşist bir telâkkiden başka bir şeydeğildir.
İslâm Âlemi'nde sonradan Modernizm diye
isimlendirilmiş olan hareket ise hep İngiliz sömürge idâreleri altındaki İslâm
ülkelerinde filizlenmiştir. Bu hareketin bellibaşlı öncüleri Afganistan'da
Cemâleddin Afganî (1839-1897); Mısır'da Muhammed Abduh (1849-1905) ile Reşîd
Rızâ (1865-1935); Hindistan'da Sir Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Şiblî Nûmânî
(1857-1914) ve Muhammed İkbâl (1877-1938) olmuştur.
altında olmanın kendilerine verdiği eziklik içinde, bu şartlara tâbi' tutulmuş
olmanın yegâne nihaî sebebinin: "İslâm'ın topluluk tarafından yanlış yorumlanıp
yanlış yaşanması olduğu" husûsunda hemfikirdirler. Bunlara göre: 1) İslâm,
zamanla, Asr-ı Saadet'deki sâfiyetinden uzaklaşmış, 2) bid'atlerin ve bâtıl
i'tikādların istilâsına uğramıştır; 3) İslâm'ı eski sâfiyetine döndürmek çok
zor bir iştir; İslâm Âlemi 4) içinde bulunduğu ağır şartlardan ancak aklı, din
dâhil, her işte ön plâna almakla, ve 5) İslâm'ı modern şartlara adapte etmekle,
yâni 6) İslâm'da değil fakatislâmî yaşayışda bir "reform" yapmakla
kurtulabilecektir.Buna göre İslâm'da Modernizm
aslında, bu dinin uygulamalarını, üzerilerine birikmiş olan fuzûlî yüklerden
arındırmağa yönelik bir İhyâ Hareketi olarak
başlamıştır. Fakat daha sonra bu hareket, Kur'ân ve Sünnet'in emrinde olması
gerekir iken aklın, Sünnet'in de Kur'ân âyetlerinin de üstünde ve onları
sorgulayabilen bir konumda tutulduğu düpedüz bir Dinde Reform Hareketi'ne
dönüşmüştür. Bu i'tibârla da eğer akıl ve mantık Kur'ân ve Sünnet ile çelişik
duruma düşerse, aklın bu harekete göre yegâne kıstas olması hasebiyle,
Kur'ân'ın ve (reddedilmediği zaman) Sünnet'in de akla uygun hâle sokulması(!)
hareketin ana stratejisi olarak tecellî etmiştir.
Bu tutum, Modernizm'i
başlatanların bir kısmı fakat buna karşılık onları izleyenlerin de çoğunluğu
tarafından, hareketi hızla ifrâta yöneltmiştir. Bu hareket: 1) Sünnet'in (yâni
hadîslerin) hemen hemen tümünün reddine, 2) peygamberlerin mûcizelerine
yakıştırılan sözde akla yatkın, ama çoğu kere zannedildiği kadar bilimsel tabana
oturtulamamış olan gerçek dışı zoraki açıklamalara, 3) Kur'ân'da sözü edilen
âhiret hayâtının ve bâzı mânevî varlıkların maddî şeylerle izahına
çalışılmasına, ve 4) akāid ile muamelâtın aşırı basitleştirilmesine yönelik bir
takım gayretlerle gitgide çok reaksiyoner bir veche
kazanmıştır.
Hattâ Modernizm'in böylece ortaya koyduğu
bu yeni anlayış, bu hareketi tenkid edenlerin bir bölümü tarafından, Cenâb-ı
Peygamber'in gerçek ve saf İslâm'ı olarak değil fakat islâmımsı (yâni islâmî
görünümlü) yeni bir din olarak telâkki
edilmiştir.
Modernizm'in hep İngiliz
sömürgelerinde filizlenmiş olmasına bakarak bu hareketin öncülerinin
ingilizlerin hesabına hareket eden paralı ajanlar oldukları hakkında da pekçok
iddia ileri sürülmüş ve bu zevât pekçok mahfelde tekfir edilmiştir. Ancak
İslâm'da hüküm, bilindiği gibi, zâhire bakılarak verilir. İspatlanmamış
iddialar temel alınarak vehme ve suizanna yönelik olarak adâlet tecellî edemez.
Sözü edilen zevâtın hepsinin de İslâm'ın ibâdet, erkân ve âdabına bağlı ittikā
sâhibi olduklarına dair pekçok şehâdet vardır. Buna göre, bunları alelıtlak
tekfir etmek hiç bir meseleyi halletmediği gibi isâbetli ve de âdil bir tutum
da değildir.
Ancak bu zevatın, içinde
yaşadıkları cemiyetlerde geçerli olan ingilizvârî bir dünyâ görüşü ve hayat
tarzının etkisinde kalmış olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Ama bu durum da
onların "ingiliz ajanları" olduğuna hükmetmek için yeterli bir sebeb olamaz.
Benim bu konudaki kanaatim bunların İslâm'ı, Kur'ân'ı ve Sünnet'i yorumlarken
isâbetle tesbit etmiş oldukları bâzı olgular yanında yaptıkları
hatâların, bililtizâm yapılmış bir takım hınzırlıkları değil de samimî ama
isâbetsiz kanaatlerini sergilemekte oldukları
şeklindedir.
Hiç kuşkusuz Modernist Akım'ın Türkiye
üzerinde de etkisi olmuştur. Gerek Cemâleddin Afganî, gerekse Muhammed
Abduh'un düşünceleri, onlarla çağdaş olan pekçok Türk aydınını etkilemiştir.
Bunlar arasında en azından Mehmet Âkif Ersoy'u ve Ziyâ Gökalp'i sayabiliriz;
kezâ, Ömer Rızâ Doğrul ile Ömer Nasûhi Bilmen de böyledir. Bugünkü Türkiye'de
ise İslâm'ı Sünnet'den soyutlamak isteyen, dini son derece basit birkaç ibâdet
tarzıyla sınırlandırmayı (hattâ bâzı ibâdetleri bile ortadan kaldırmayı)
amaçlayan, Kur'ân'ı da sanki bir fizik kitabı imiş gibi
yorumlamağa kalkışan bir zümre,
yaptıklarının bilincindeolsalar da olmasalar da, hâlâ bu modernist ve reformcu hareketin uzantısında
faaliyet göstermektedir.
Bunlara
göre:
- "Din, yeniden yorumlanmalı ve bâzı
mükellefiyetler ortadan kaldırılmak sûretiyle
kolaylaştırılmalı",
- "İslâm, içine saplanmış olduğu
Ortaçağ bataklığından(!) kurtarılmalı" (sanki bütün âlemlere rahmet olan Cenâb-ı
Peygamber (s.a.) ve Kur'ân Ortaçağ'da zuhur etmedi!),
ve
- "Kur'ân da çağdaş ilmin
gereklerine uygun olarak çağdaş bir biçimde ve aklın önderliğinde
yorumlanmalıdır".
cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılıp uzatılmıyacağı tartışmaları
sürerken birdenbire, 240 kadar Kur'ân âyetinin hükmünü kaybetmiş olduğunu ve
bunların yerine pozitif hukūk kurallarının konulmasının zarûrî olduğunu
televizyonlardan ilân edecek kadar da ileri gitmişti).
Dini yorumlamada akla verdiği
olağanüstü öneme bakılırsa Modernizm, Halîfe Me'mûn zamanında Abbasî Devletinin
resmî mezhebi kılınmış olan Mû'tezile mezhebinin adetâ yeniden ihyâsı
gibidir.
yâni hadîslere, bakış açısı daha çok karamsar ve de agnostik'dir. Çoğu hadîslerin otantik,
yâni bunların Hazret-i Peygamber'in gerçek sözleri ya da davranışları olduğuna
inanmamakta ya da en azından bunların gerçekliğini garanti etmenin mümkün
olmadığını ve bu sebebden ötürü de dikkate alınmamaları gerektiğini savunmakta
ve hadîsleri, aralarında
objektif bir ayıklama metodu ihdâs etmekden âciz oldukları için de, külliyen
reddetmek eğilimindedirler.
Muhammed Abduh ise hadîslerin
Kur'ân ile uygun olmaları kriterine değer vermez de hadîslerin yalnızca akla
uygun olmasını kriter olarak kabûl eder. Aynı endîşe onun peygamberlere ait
mûcizelere yakıştırdığı akılcı fakat zorlama ve bilimsel olarak te'yidi mümkün
olmayan açıklamalarında da ortaya çıkmaktadır.
Tefsir Ve
Te'vîl
ve kâmil olmadığı bir nesneye, daha iyi tanıdığımıza inandığımız bir başka
nesneyi tekābül ettirerek, gerçek ile
bağdaşan bilgi üretmenin tarzına metod denir. Meselâ bir
hocanın kendi dersindeki öğrencilere yaptığı sınavlarda aldıkları notları
tekābül ettirmesi, öğrencilerin başarı düzeylerini ortaya koymağa yönelik bir
metod, bir yol-yordamdır
nesne bir cisim, bir olay, bir kavram, unsurları arasında bir takım ilişkiler
bulunan bir sistem ve hattâ başka bir metod dahî olabilir. Aslında metod,
çeşitli adımlardan oluşan bir reçete'dir. Sağlıklı, yâni
çelişkinden ârî gerçeğe uygun bilgi üretmek için bu adımların sırası genellikle
önemlidir.
ki, tek ve evrensel değildir. Her meselenin bünyesine ve mâhiyetine uygun
metodlar vadır. Meselâ bir çarpımın sağlayını yaparken izlenen metod, iki
üçgenin eşit olduklarının ispatında izlenenden hem yapı ve hem de mâhiyet
i'tibâriyle farklıdır. Gerçekle bağdaşan bilgi kazanmak için, seçilmiş olan
metodun: 1) isâbetli olması, ve 2) isâbetli olduğunun da kanıtlanmış olması
gereklidir. Aksi hâlde metodun da, bu metod aracılığıyla elde edilen bilgilerin
de objektif (yâni metodu uygulayanın hevâ ve hevesinden, vehminden, marazî ve
süjektif saplantılarından ârî) olduğu savunulamaz.
bağlamda, bir bilgi üretimidir. Onun da, her mesele için kendine özgü bir
metodu, yolu-yordamı vardır. Tefsirde kullanılan metod da gene, hakkındaki
bilgimizin tam ve kâmil olmadığı bir nesneye daha iyi tanıdığımıza inandığımız
bir başka nesneyi tekābül ettirmekden ibârettir. Eğer bu tekābüliyet isâbetli
değilse tefsir, konunun uzmanlarını da sağduyu sâhibi kimseleri de bıyık altından
güldüren cafcaflı bir lâf salatasından öteye geçemez. Meselâ Osmanlı
İmparatorluğu târihinin marksist metoda göre tefsir edilmesi işte böylesine
isâbetsiz bir yakıştırma ve gerçekten uzak bir lâf
salatasıdır.
eşanlamlı sanılan bir kavram daha vardır; o da te'vildir. Tefsir arapça "fesr"
kelimesinden türetilmiştir. Fesr, örtülü bir nesnenin örtüsünü açmak, keşfetmek,
ortaya çıkarmaktır. Tefsir eden kimseye de "müfessir" denir. "Te'vil" ise rücû'
anlamındaki "evl" kelimesinden, ya da bir diğer görüşe göre "evvel"
kelimesinden türetilmiştir. Muhyiddin İbn Arabî'ye göre "bir şeyi te'vil
etmek", onu Allāh'ın ilminde mahfûz olan ilk anlamına rücû' ettirmek demektir.
Zâten
Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde, meâlen:
Kitâb'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem (hüküm ifâde eden, mânâsı
açık ve yorum gerektirmeyen) âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın anasıdır
(temelidir). Diğer kısmıysa müteşâbih (bir olguyu bir başka olguya
benzetim yoluyla ifâde eden, ve dolayısıyla da gerçeği açık bir biçim ifâde
etmeyen) âyetlerdir. Kalplerinde (doğruluktan) inhirâf bulunanlar fitne
çıkarmak ve (kendi çıkarlarına uygun bir biçimde) te'vil etmek için
O'ndaki (Kitâb'daki) müteşâbih âyetlere uyarlar. Oysa bunların gerçek te'vilini
ancak Allāh ve ilimde râsih (yâni ilmi derinliğine ve sağlam bir biçimde
kavramış vukuf sâhibi) olanlar bilir. Onlar: "Biz O'na inandık, hepsi de
Rabbimizin katındandır" derler. Bunu ise ancak aklını isâbet ve dirayetle
kullanabilenler (ulü-l elbâb) akledip düşünebilir" (III/7)
denilmektedir.
hitâb eden en doğru ve en hayırlı tefsiri, hiç şüphesiz ki, Hazret-i Muhammed'in (s.a.) Sahîh Sünneti'dir. Asr-ı Saa-det'den sonra
derlenen tefsir kitapları ise yalnızca âyetleri açıklayan hadîsleri değil,
âyetin dilbilgisi (sarf ve nahiv) bakımından yapısını, içindeki kelimelerin
lûgavî nüanslarını, âyetlerin nüzûl sebeblerini de göz önünde tutarak kendine
özgü bir tefsir metodunun gelişmesine yol açmıştır.
Müteşâbih
Âyetlerin
Te'vilindeki
Takiyye
aynı zamanda, Kur'ân-ı Kerîm'i tek başına idrâk husûsunda reşîd (yâni
akıllı, doğru yol tutan, ergin) müslümanların riâyet etmeleri gereken sınırlara
da ışık tutmakta olduğu gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. Buna
göre, râsih olmayan bir müslümanın müteşâbih âyetleri te'vile kalkışması büyük
hatâdır. Zirâ bunların te'vilini ancak Allāh ve ilimde râsih olanlar bilir.
Nifak çıkarmak gibi kötü bir niyetle yapılmamış olsa dahî, râsih olmayan bir
kimsenin te'vili nifâka ve fesâda yol açabilecektir.
nasıl yapılması gerektiği husûsunda ve hem de yaptığı te'vilin isâbetliliğini
sınamak husûsunda sağlam yöntemlerle donatılmış olmamasından ötürü, te'vilinin ilme değil yalnızca vehmine ve hayâline
dayanmış olması kaçınılmazdır. Binâenaleyh, râsih olmayan birmüslümanın müteşâbih âyetlerin te'vilinde isâbetli olması da isâbetliliğinin
derecesini idrâk ve temyiz etmesi de mümkün değildir. Te'vilin isâbetliliğinin
idrâk ve temyizi de ancak ve ancak ilimde râsih olanlara has bir
haslettir.
İlimde râsih olanlar ise müteşâbih
âyetlerin te'villerini de, bu te'villere varmak için yararlanmış oldukları
yöntemleri de râsih olmayanlara açıklayamazlar. Bu konuda kesin bir
takıyye'ye uymalıdırlar. Zirâ eğer Allāh bunların herkes
tarafından idrâk edilmesini murâd etmiş olsaydı Kur'ân'da bunları tıpkı muhkem
âyetler gibi açıklar ve bunların idrâkini de, fark gözetmeksizin, herkese
lûtfedebilirdi. Müteşâbih âyetlerin te'villerinin ilimde rüsûh sâhibi olanların
dışındaki kimselerin idrâkinden gizli tutulmasının şüphesiz ki Allāh katında
derin bir hikmeti vardır. Bu hikmetin edebine de herkes riâyet etmelidir.
Anlaşılmaktadır ki muhkem
âyetler herkes ve özellikle de avâm için, müteşâbih âyetler de ilimde rüsûh
sâhibi olan havass
içindir.
Bu husûsun önemine Hz. Peygamber
(s.a.) de: "İlim kazanmak her müslümana farzdır; fakat ehil olmayana bir şey
öğreten kimse mücevherleri, incileri, altınları domuzların boyunlarına takan
kişeye benzer"2 diyerek işâret etmiştir.
Bâzı müfessirler ile, kendilerini
hem müfessir ve hem de her türlü ilimde rüsûh sâhibi olduklarını vehmeden bâzı
kimseler ise Kur'ân'ın kendi zamanlarındaki ilimlerin sonuçlarına göre tefsirini
ve hattâ müteşâbih âyetlere de dokunarak te'vilini yapmaya kādir oldukları
zehâbıyla başkalarının nezdinde büyük ve âllâme görünmek, kendi kendini ta'zîz
etmek, bir makāma gelmek ya da işgāl ettiği bir makāmı muhâfaza etmek
endîşesiyle yâni (ilim, idrâk, fehâmet, temyiz, temkin ve itidâlin değil de)
nefislerinin hevâ ve hevesinin kendilerini nasıl güttüğünün farkında bile
olmaksızın ne fahiş hatâlar yapmış ve ne nifâklara sebeb
olmuşlardır!
Bugünün ilmî realiteleri dahî
sürekli bir değişim içindedir; ve pozitif ilimler de âlemle ilgili, değişmez
ve nihaî sonuçlara ulaşabilmiş değildirler. Bu i'tibârla çağın ilminin izafî
sonuçlarını Kur'ân tefsirlerine dayanak kılmak da, tefsirlere karıştırmak da
isâbetli, temkinli ve objektif bir tutum değildir. Aksine, böyle bir tutum
tehlikelidir de!
Tefsir
İhtiyâcı
Kur'ân anlaşılmak, öğüt ve ibret alınmak için indirilmiştir. Bu husûsda bizzat
Kur'ân müminleri uyarmaktadır:
- "Andolsun ki Biz size içinde
sizlere öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ mı akıllanmazsınız?"
(XXI/10)
- "Andolsun ki Biz Kur'ân'ı
anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alacak kimse yok mu?"
(LIV/32)
- "Andolsun ki Biz bu Kur'ân'da
insanlara (üzerinde) düşünüp öğüt alsınlar diye her türlü misâli verdik"
(XXXIX/27)
için düşünmek, akletmek, ibret almak lâzımdır. İşte tefsir bu ihtiyaçdan
doğmuştur. Daha önce de ifâde edildiği gibi, Kur'ân'ın her düzeyden insana
hitâb eden en doğru ve en hayırlı tefsiri Hazret-i Muhammed'in Sahîh
Sünnet'idir. Mü'minler Peygamber'in Sahîh Sünnet'i sâyesinde İslâm'ın ibâdet ve
sosyal hayatıyla ilgili muamelâtını ayrıntılarıyla öğrenmişlerdir. Çünkü Kur'ân
bütün muamelâtı ihtivâ eden bir ilmihâl de değildir, bir elkitabı da değildir.
Böylece Sahîh Sünnet, Kur'ân âyetlerinin üzerindeki örtüyü kaldıran ve onların
şümûlünü idrâklere yerleştiren bir tefsir olmuştur. Sahîh Sünnet, bir bakıma,
Allāh'ça olan Kur'ân'ın
mü'minlerin idrâkine sunulan bir tercümesi gibidir.
her mü'minin idrâki Kur'ân'ın aynı derecede anlaşılmasına müsâit değildir. Ashâb
dahî âyetler indikçe Cenâb-ı Peygamber'den hem anlamadıkları kelimelerin
anlamını sorarlar ve hem de âyetin tümü hakkında bilgi alırlardı. Çünkü Kur'ân
yeni ifâdeler, yeni mânâlar ve yeni deyimler getirmişti. Bunların hepsinin,
farklı bilgi düzeylerindeki Ashâb tarafından bilinmesi mümkün değildi. Onun
içindir ki ilk müfessir gene Hazret-i Muhammed olmuştur. Tefsir bakımından
Peygamber'den feyz alan Ashâb'ın ilim düzeyi de farklı idi. Ashâb'dan bu konuda
en bilgili kimseler başta Hazret-i Alî olmak üzere Hulefâ-i Râşidîn ile İbn-i
Abbas, İbn-i Mes'ud, Übey Bin Kaab, Zeyd Bin Sâbit, Mûsâ el-Eş'arî ve Abdullah
İbn-i Zübeyr idi. Bunlardan bilhassa Hazret-i Alî, ayrıca, Kur'ân'daki bütün
âyetlerin nüzûl sebeblerini de bilmekteydi.
tefsir kitaplarının önemli bir bölümünde, yukarıda da sözünü etmiş olduğumuz
gibi, yalnızca âyetleri açıklayan hadîslerin değil aynı zamanda âyetin
dilbilgisi bakımından yapılarının, içindeki kelimelerin lûgat anlamlarının,
âyetlerin nüzûl sebeblerine ilişkin bilgi ve tahminlerin de yer almağa
başladığını görüyoruz.
mânâ ve gāye ile ilgisi bulunmayan pekçok husûsa ve hikâyeye de yer vermeğe
başlayarak, bu tefsir konusunda, sübjektif yanı ağır basan bir moda ihdâs etmişlerdir.
Muharref olmalarına rağmen Tevrat ve İncîller'deki bir çok ayrıntının bâzı
tefsirlerde yer alması işte bu yüzden olmuştur. Kur'ân'ı ve tefsirini hiç
ilgilendirmeyen bu ayrıntılara, tefsir edebiyatında, İsrâiliyyât adı verilmektedir.
Sanki bu yetmezmiş gibi bir takım hikâyeler de Zenâdıka, Karamıta, Hâriciyye,
Bâtıniyye, Hurûfiyye ve Mû'tezile gibi İslâm'ın rûhuna aykırı i'tikād ve
davranış sâhibi fırkaların mensûbları tarafından genellikle hep siyâsî amaçlarla
uydurulup, yerli yersiz,
tefsirlere katılmıştır. Ayrıca bu fırkalar kendi sapık mezheblerini te'yid
etmek için âyetleri de istedikleri yöne çekiştirerek tefsir ve te'vil
etmişlerdir. Bütün bunlar mûteber olmayan, dalâlete sürükleyen
sözde-tefsirlerdir.
"Bilimsel
Tefsir"(!) Ve Modern Müfessirler
bilhassa, İslâm'da zuhur etmiş olan bu Modernist Akım'dan sonra revaç
bulmuştur. Pozitif bilimler adına yalapşap birşeyler bilen nice kimse
âlim görünmek gāyesiyle Kur'ân'ı bu pozitif bilimlerin çerçevesiyle
kayıtlandırarak
nice saçmalıklar yapmış, nice zırvayı ilim diyeyutturmağa kalkışmıştır. Modernist hareket içinde bunun başını, Mısır'da,
Muhammed Abduh'un manevî patronajı altında Reşîd Rıza'nın Menâr Tefsiri3
çekmiştir.
Filvaki Kur'ân'ın yaklaşık 1/8
kadarı, yâni 750 kadar âyet, müminleri okumağa, akıllarını kullanmağa,
düşünmeğe, yeri göğü incelemeğe ve bu incelemeden sonuç çıkarıp öğüt ve ibret
almağa dâvet etmektedir ama Kur'ân'ın gāyesi insanlara hidâyet ve
rahmettir (XVI/64). Kur'ân tabîat bilimlerine ancak bu
bağlamda değinir. Yoksa Kur'ân ne bir fizik, ne bir biyoloji, ne bir kimya, ne
bir jeoloji ve ne de bir astronomi kitabıdır. İlle de bütün bilimsel gerçekleri
O'nda aramak ya da bütün âyetlerin bugünkü tabîat bilimleri aracılığıyla ve o
çerçevede açıklanabileceğini vehmetmek, bütün ibâdetlerin muamelâtını ve
ayrıntılarını Kur'ân'da aramak kadar muhâldir. Fakat ne yazıktır ki Kur'ân'ın bugünkü modern(!) yorumcuları,
sözünü ettikleri tabîat bilimlerinden hiç birinde âlim olmadıkları hâlde, kendi
hayâl ve vehimlerindeki sözde ilimlerle Kur'ân'ı tefsir edebileceklerini
zannetmek vehmiyle malûldürler.
Bugün, bilimler, bizi pratik yâni
uygulama yönünden tatmîn eden pekçok sonuca ulaşmıştır. Ancak işin bu yanı, aynı
bilimlerin dayandığı fiziksel realitelerin nihaî realiteler olduğu olgusunu ne
dayatır ve ne de îmâ eder. Bugünün bilimsel realiteleri sürekli bir değişim
içindedir4. Pozitif bilimler de hiç değişmeyen nihaî hakîkatlara ulaşmış
değildir. Bu i'tibârla çağın bilimlerinin izafî kalmağa mahkûm sonuçlarını nihaî
sonuçlarmış gibi Kur'ân tefsirlerine dayanak kılmak da, tefsirlere karıştırmak
da, hele hele "Bakın işte Kur'ân yüzyıllar öncesinden bu bilimsel gerçekleri
biliyordu" diye çığırtkanlık yapmak da isâbetli, temkinli ve de objektif bir
tutum değildir. Aksine tehlikeli ve Kur'ân'ı bühtân altında bırakabîlecek edeb dışı bir
tutumdur.
Meselâ "Batlamyus'un Güneş
Sistemi" modeline dayanarak yapılmış tefsirler çoktur. Bu model, Dünyâ'nın
merkezde bulunduğu, ve 4. felekte bulunduğu söylenen Güneş de dâhil olmak üzere
bütün gezegenlerin Dünyâ'nın etrafında döndüğünü ifâde eden bir modeldi. Bir
başka ve daha yakın bir misâl de bütün her yeri doldurduğuna inanılan Esîr'e
dayanarak yapılmış olan te'villerdir. Bu te'villerin hepsinin de fiziksel
gerçeği yansıtmadıkları daha sonra anlaşılmıştır5.
Güneş Sistemi'nin gerçeğini,
Batlamyus Modeli değil, Güneşi merkeze koyan ve Dünyâ da dâhil olmak üzere bütün
gezegenlerin Güneş'in etrafında dolandıklarını ifâde eden Kopernik Sistemi'nin
aksettirmekte olduğu XVI. yüzyılda, ve Esîr'in ise bilimsel gerçeklerle
uyuşmayan boş bir faraziye olduğu XX. yüzyılın başında tesbit ve te'yit
edilmiştir.
Bugünkü modern müfessirlerin
şahsiyetleri objektif bir biçimde müşâhede edildiğinde, elde edilen gözlemler
şöyle sıralanabilir:
sâhibidirler. Kitaplarında ve TV'deki sohbetlerinde, yoruma girmedikleri zaman,
İslâm ve i'tikād hakkında isâbetli beyânları vardır. Pekçok kişiye deilhâm kaynağı olabilmekte ve dini sevdirebilmektedirler. Bu bakımdan sa'yleri
dâimâ meşkûr olacaktır. Ancak:
içinde Kur'ân'ın sistematik ya da bölüm bölüm tefsirine soyunanların hiç birisi pozitif bilimlerde yed-i tûlâ
sâhibi
(yâni hakkıyla uzmanlaşmış) değildir. Bunlararasında:
- hem pozitif
bilimleri
, - hem bunların metodolojilerini,
- hem bütün bunların zaaflarını ve
sınırlarını
, - hem bugünkü bilimsel sonuçların
epistemolojik
değerlerini
, - hem bilim felsefesini,
ve
- hem de bilim ahlâkını: A) bilen, B) bu alanlarda tefekkür edip de eser
verebileceğini kanıtlamış
bir tek kişi bile bulunmamaktadır.
olmayan bu kimselerin kulaktan dolma yarımyamalak bilgilerle "Kurân'ı çağdaş bir biçimde bilimsel olarak
yorumluyoruz" terânesiyle tefsire kalkışmalarındaki kör cesâret de, temel
bilimlerdeki cehâletlerinin kendilerinin üzerine yıktığı manevî sorumluluğu
idrâk etmekden âciz olmaları da insanı şaşırtmaktadır.
hepsinde (kendilerine hem mânevî ve hem de pozitif bilimlerde otorite
olarak göstermeğe yönelik) bir dâvâ, bir benlik ve bu benliğin eseri olarak da
bir kibir ve bir azamet gözlenmektedir. Kimisi, kitaplarında kendilerine
"ilim verilmiş" olduğunu vurgulamakta; kimisi, TV konuşmalarında buram buram
kibir kokan sahte bir tevâzu sergilemekte; kimisi, düpedüz "küçük dağları ben
yarattım" havalarına bürünmekte; kimisi ise Kur'ân'ın klâsik sünnî tefsir
metoduna riâyet eden eski müfessirlerin tefsirlerinde "Muhakkak ki (doğrusunu)
bilen Allāh'dır" mealindeki "Vallāhu a'lem" ibâresini sık sık ve tevâzu ile
kullanmalarının aksine, bu ibâreye hiç iltifât etmemekte ve tefsir(!) ve
te'villerinde(!) hep kesin ve nihaî hakîkatları onlar bulup da çıkartmış
havasına bürünüp hitâb tarzı olarak çoğu zaman birinci şahıs tekili seçmektedir.
Bu sözde müfessirlerin her hâli bunların ehl-i dâvâ olduklarının
delîlidir.
bölümü ise Kur'ân'ın: 1) çağdaş bilimin bütün sonuçlarını ihtivâ ettiğini, 2)
14 yüzyıl önce bunları haber vermiş olmasının da bir mûcize olduğunu, ve
Kur'ân'daki 3) bu bilimsel gerçekleri keşfedip ortaya çıkarmakla da Kur'ân'ın
münkirlere karşı savunmasını yaptıklarını iddia
etmektedirler.
Bu sözde-müfessirlerin bu fuzûlî
gayretlerinde apaçık dört hatâ gözlenmektedir:
1. Kur'ân insanlara hidâyet ve
rahmet olarak nâzil olmuştur (XVI/64). Sâhibi ve koruyucusu da yalnızca Allāh
(c.c.)'dur. İnsanların O'nu sığınak seçecek yerde, kendilerini O'na sığınak ve
koruyucu olarak vaz etmeğe cüret etmeleri en azından saygı ve temyiz
eksikliğidir.
tarzda savunmağa kalkışmak" isâbetsiz, verimsiz ve yanlış bir stratejidir. Zîrâ
birisi kalkıp da bu sözde-müfessirlere: "Mâdem ki Kur'ân'da bugünkü bilimin
bütün sonuçlarının beyân edilmiş olduğunu ve bunları da sizin keşfedip ortaya
çıkardığınızı söylüyorsunuz o hâlde glüonların, kromodinamiğin, süper sicimlerin, 11 boyutlu uzayların, gizli kuvantik değişkenlerin, Fermi-Dirac istatistiğinin, yıldızımsı nesnelerin, temel tâneciklerin
sınıflandırılmasının
, kuarkların sayısının Kur'ân'dakiyerlerini ve bunlarla ilgili âyetleri gösterir misiniz?" diye sorsa bunların bu
soruya verebilecekleri iknâ ve tatmîn edici hiç bir cevapları
yoktur.
sözde-müfessirlerin kendisini savunmalarından da, kendisine zımnen vasîlik
taslamalarından da, insanlara hidâyet ve rahmet iken bir fizik ya da astronomi
kitabı imiş gibi telâkki edilmesindeki nâkıs tutumlarından da
münezzehtir.
kadar takiyonlar, parite, karadelikler, holografi, lazer, ışınlama(!) gibi
kavramları Kur'ân'daki bâzı müteşâbih âyetlerden istihraç husûsunda kendi hayâl
ve vehimlerini aşabilen akla yatkın ve objektif bir metod ortaya koyamadıkları
için hiç bir bilim adamını iknâ ve tatmîn edememişlerdir.
te'villerinde(!) de âhiret âlemi, melekler, cinler, mîzan, sırat köprüsü ve
benzerleri gibi pekçok mânevî olay ve varlığı fizikî ve dolayısıyla da maddî
nesnelere indirgemeğe kalkışmakla koyu bir materyalizm sergilemekte olduklarının
bile idrâkine sâhib değildirler.
Hulûsî müstear adını kullanan bir zât: 1) cinlerin "mikrodalga"lardan
oluştuğunu(!), ve 2) Kur'ân'ı da kuvantum teorisiyle anlayıp(!)
yorumladığını(!) söyledi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof.
Dr. Saim Yeprem de bu konuşmaya telefon aracılığıyla yaptığı müdâhalede bu zâtı
göklere çıkardı; eserlerini devamlı tetkik edip üzerinde öğrencilerine
araştırmalar yaptırdığını ifâde etti. (Ve min el-garâib!)
Aslında, itiraf etmem gerekir ki,
cinlerin mikrodalgalardan oluşmaları bendenizi hiç mi hiç ilgilendirmemekte;
zîrâ evimde mikrodalga fırını yok. Ama, Allāh mutfaklarında mikrodalga fırını
bulunan ev hanımlarına sabır ihsân etsin! Bu hanımlar ya mutfaklarında cinlerin
fink atmasına eyvallāh diyecekler, ya da bunlardan kurtulmak için okuyup
üfleyeceklerdir; fakat bu sefer de, cinler kaçıp gitmiş olacakları için,
mikrodalga fırınları artık çalışmaz mı dersiniz?!
Teorik Fizik profesörü olmam dolayısıyla yıllardır Kuvantum Teorisi ile
uğraşırım. Bu bakımdan da Ahmet Hulûsî beyin "Kur'ân'ı Kuvantum Teorisi
aracılığıyla anlayıp yorumladığı" şeklindeki şahsî dâvâsının epistemolojik içeriği
bendenizi çok yakından ilgilendirmektedir. İstanbul Üniversitesi FenFakültesi Teorik Fizik Kürsüsü'nde defalarca bu dersi okuttum. Ders kitaplarıma
dercettim6. Mâiyetimdeki biri doçente, nezâretim altında, bir Kuvantum Mekaniği Çözümlü Problem
Kitabı hazırlattım7.
Kuvantum Teorisi'nin epistemolojisi hakkında doktora tezini idâre ettim8.
1978'de, doktorantım olan Prof. Dr. Yalçın Koç "Kuvantum Teorisinin
Epistemolojisi" konusunda bugün, bendenizi fersah fersah aşmış olan bir
hayrülhalef ve de uluslararası bir şöhret oldu. En son olarak da muhterem
meslekdaşlarımdan rahmetli Prof. Dr. Çetin Cansoy te'lif ve neşr etmiş olduğu
Kuvantum Mekaniği isimli
kitabının 366 sayfa tutan birinci cildini bendenize ithaf
etti9.
takrîriyle, ders kitabı yazmakla, doktora yaptırmakla ve başkalarına bu konuda
ilhâm kaynağı olmakla ömrümün yaklaşık 40 yılı geçti. Ve ben hâlâ, temsil
ettiği fiziksel realite
açısından10 gerçek bilim adamları arasında: 1) künhü tam anlamıyla
fehmedilememiş, 2) matematiksel zorlukları tümüyle aşılamamış, 3) arz ettiği
kavramsal çelişkileri çözümlenememiş ve çözülememiş, 4) gravitasyon ile olan
ilişisi hâlâ bir muamma olan, 5) yorumu hakkında teessüs etmiş olan Paris ve
Kopenhag Ekollerinin biribirlerine zıtlığı da henüz tevhîd edilememiş bulunan bu
teoriyi ihâta edememenin sıkıntısını yaşıyorum.
mâlik olmadığım için de, kuvantik flüktüasyonların kavramsal dayanağı olan
çok-bağımlı topolojik uzaylar ile kuvantik probabilitelerin kavramsal dayanağı
olan sonsuz boyutlu amorf Hilbert uzayları arasındaki ilişkinin fiziksel âleme
projeksiyonunu da, tıpkı diğer teorik fizikçiler gibi, maalesef çözebilmiş
değilim.
Dünyâ'da parmakla gösterilecek bir otoritesi değilim, ama herhalde câhili de
pek sayılmam; ne de olsa 40 yıllık bir Teorik Fizik Kültürü'ne dayanan
bir fehâmet, idrâk, temyiz ve de bilgi sâhibiyim. Ancak, bunca yıllık çabama
rağmen konunun bizâtihi arz etmekte olduğu güçlükler dolayısıyla, tıpkı diğer teorik fizikçiler gibi,
Kuvantum Teorisi'nin her yönüne hâkim değilim.
Bundan dolayı,bendeniz gibi bir fânînin bu fevkalâde kısıtlı bilgisiyle, çizmeyi aşarak,
Kuvantum Teorisi aracılığıyla Kur'ân'ı yorumlamaya kalkışmasının mutlak olarak
imkânsız olduğu bedihîdir. İş böyle olunca, Kur'ân'ın Kuvantum Teorisi'ne
dayanarak yapılan bir yorumunun(!) bu teorinin açıklamağa çalıştığım ve henüz
kimsenin çözememiş olduğu zorlukları bakımından, Kuvantum Teorisi'nde biraz
mürekkep yalamış biz fânîler tarafından anlaşılması da maalesef imkân dışı
görünmektedir. Bu durumda Ahmet Hulûsî beyin tenezzülen önce biz fânilere
Kuvantum Teorisi'nin bu müşkillerini hâl ve tedrîs etmesi daha kolay, daha
verimli, daha isâbetli ve daha feyizli olmaz mıydı acabâ? Bu iş için de en
elverişli yer üniversitelerimizin Fizik Bölümleri'dir. Böylece hem öğrenciler
Kuvantum Teorisi alanındaki yüksek fikir ve buluşlarından istifâde etmiş olurdu,
ve hem de kendisinin bu müşkilleri halletmesi belki de ülkemize bir Nobel Fizik
Ödülü kazandırırdı.
Kâinat'taki bütün olayların eninde
sonunda maddî, fizikî olaylara ircâ edilerek açıklanabileceğini ve bunun da
mutlakā matematiksel bir model gerektirdiğini temel dogma olarak kabûl
eden ideolojiye Bilimcilik (Fransızcası:
Scientisme) denir. Aslında bir îmân umdesi olarak değil de ilimde
"yol-gösterici" bir ilke olarak kabûl edilmesi gereken bu husûs, körükörüne bir
ideoloji kalıbına sokulduğunda, Materyalizm'in (eski adıyla dehrîliğin)
gelişmiş fakat aynı zamanda da çok sinsi bir türünü
oluşturur.
Fizik'de Kuvantum Teorisi'ni
Kopenhag Ekolü'nün geliştirmiş olduğu felsefe uyarınca yorumlayanların W.
Heisenberg'in Belirsizlik İlkesi'nden hareketle irâde-i cüz'iyyeyi açıklama
teşebbüsleri de, Ahmet Hulûsi'nin yukarıda sözü edilenler ile benzeri yorumları
da, Prof. Dr. Hans von Ajberg müstear adının ardına saklanan ama profesör filân
olmayan bir zâtın bu kabil yorumları da hep bu Bilimcilik Dini'nin öksesine
yakalanmış olan Modernist Akım marazının semptomatik
görüntüleridir.
Bir de, son zamanlarda, bâzı
kimseler Big Bang (yâni Büyük Patlama) Teorisinin Kâinat'ın yaratılışını
açıklayan bir teori olduğu iddiasıyla bunun "Kur'ân'ı te'yid ettiğini"
söylemektedirler. Bu, bilinçsizce ifâde edilmiş bir iddiadır. Çünkü, bilindiği
gibi, te'yid dâimâ bir üst makām tarafından olur. Bu bakımdan, Kur'ân herhangi
bir şey tarafından, hele hele böyle bir spekülatif senaryo
tarafından te'yid edilemez. O, bu kabil bir te'yidden
münezzehtir.
Big Bang ya da Büyük Patlama
Teorisi denilen senaryoda11 :
1) zamanın başlangıcında bütün Kâinat'ın kütlesinin avuç içi kadar küçük bir
hacımda olduğu, 2) t=0 ânında bunun tıpkı bir radyoaktif
atomun parçalanması gibi bölünerek ufacık tâneciklere ayrıştığı, 3) bu
tâneciklerin biribirlerinden uzaklaşarak, hacmi gitgide artan ve bugün yarıçapı
15 milyar ışıkyılına ulaşmış olan bir Kâinat oluşturdukları, ve 4) bugünkü
Kâinat'ın büyümesinin de bu ilk patlamanın eseri olduğu iddia
edilmektedir.
bir cevap bulamamaktadır:
- Kâinat'ın bu muazzam kütlesi
hangi fiziksel ilkelere uygun
olarak
avuç içi kadar bir yerde bulunuyordu? - Başlangıçtaki bu kütlenin dışında ne vardı?
- Bu
kütle niçin patladı
?Kütlenin patlamasıyla ortayaçıkan tânecikler patlama öncesinde
hangi fiziksel ilkeler uyarınca oluşmuşlardı
?
bugün bilim âleminde moda olduğu içindir ki medyada sözü edilebiliyor. Yoksa bu
senaryonun teorik sonuçlarının aynısını öngören başka senaryolar da var ama
bilim âleminin kendisine özgü bâzı kuralları ve sosyolojik yapısı sebebiyle
onlardan sıkça söz edilmez. Meselâ Hoyle-Narlikar-Arp üçlüsünün tasarladıkları
senaryo12 da aynı sonuçlara ulaşmakla beraber onun başlangıcında böyle bir sürü
soruyu da peşinden sürükleyen bir Büyük Patlama bulunmamaktadır. Bu üç bilim
adamı Kâinat'ın t
=0 ânından-beri bugünkü görünümesâhib olduğunu senaryolarının dayandığı ilke olarak
seçmişlerdir.
Pozitif bilimlerin Kâinat'ın
kökeni hakkındaki spekülâsyonlarını bâzı kimselerin fizikî realitenin gerçekten
de nihaî hâli olarak vehmetmeleri ve bunu kendi sübjektif yorumlarına malzeme
yapmaları yalnızca hazin bir bilgi ve temyiz fıkarâlığı sergilemektedir, o
kadar!
Diyânet
İşleri Başkanlığı'nın
"İlmî Tefsir
Projesi"
Mayıs ayında "İlmî Tefsir
Projesi"
ile ilgili olarak bir yazılı açıklama yayınlamıştı13. Buaçıklamanın bâzı pasajları şöyledir:
- " Söz
konusu tefsir ilmî
bir
tefsir olacaktır". - "...
Kur'ân'ın âyetleri, ilmî gelişmelerle açıklık kazanmakta, âyetlerin hikmetleri
ve Kur'ân'ın mûcizevi yönü daha iyi anlaşılmaktadır. Başka bir ifâde ile Kur'ân,
ilimle içice ve sürekli olarak
karşılıklı alışverişte bulunmaktadır
. Bu nedenle (söz konusu)tefsir "ilmî" özelliğini taşımaktadır".
- "Kur'ân'ın ilmî olarak tefsiri
gibi ciddî bir konuda, sâhasının uzmanı çok sayıdaki ilim adamını çalışmaya
ortak etmekten, yâni kolektif çalışmaya yönelmekten başka çâre bulunmamaktadır.
Ülkemizde yeterli ilim adamı potansiyeli
bulunmaktadır. Bu nedenle ... ilmî çalışmasında ihtisas komisyonları kurulacak
ve başta tefsirciler olmak üzere, hadîsciler, fıkıhçılar, kelâmcılar,
felsefeciler, tarihçiler, filologlar, edebiyatçılar, sosyologlar, psikologlar,
tabipler, astronomlar ve benzeri branşlarda uzmanlar yer
alacaktır".
alışverişte bulunmaktadır"
ibâresinin gerçeği yansıtmayanfevkalâde talihsiz bir ifâde olduğuna dikkati çekmek istiyorum. Şüphesiz ki
Kelâm, Fıkıh, Tasavvuf, Hadîs ve kısmen de İslâm Felsefesi gibi ilimlerin
Kur'ân'dan esinlendikleri, O'na dayandıkları, O'ndan yaptıkları alıntılarla
zenginleşip geliştikleri bir vâkıadır. Ama sözü edilen bu ilimlerin de, pozitif
ilimlerin de Kur'ân'a bir şey vermeleri ya da Kur'ân'ın bunlardan bir şeyler
alması, yâni Kur'ân ile ilimler arasında herhangi bir
alış-verişin mevcûd olması külliyen muhâldir.
Kur'ân sâdeceverir; almaktan kesinlikle münezzehtir ve ebediyete kadar da böyle bir
alışverişe muhtaç olmadan Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber'e indirdiği gibi
kalacaktır.
Bu tefsirin hazırlanmasında
uygulanacak olan metod olarak da, tefsirin, kurulacak pekçok ihtisas komisyonu
tarafından yapılması gösterilmektedir. Ancak her bir ihtisas komisyonunun
çalışmasının esasları nasıl olacaktır? Tefsire girecek metnin kararını her bir
komisyon nasıl verecektir? Üyeler arasında anlaşmazlık olursa bu nasıl
çözümlenecektir? Her bir ihtisas komisyonunun metni nasıl telif, terkib ve
tevhid edilecektir? Tefsirin isâbetliliğini kim garanti edecektir? Üyelerin
belirli meseleler hakkındaki ihtilâflarının çözümünde Kilise'nin
Konsilleri'ndeki gibi demokratik bir
oylamaya mı gidilecektir? Bu takdirde de söz konusu tefsire İlmî Tefsir
yerine Demokratik Tefsir
denilmesi daha isâbetli olmaz mı?
Meselâ Belkıs'ın tahtının Hazret-i
Süleyman'ın nezdine taşınması hâdisesini ihtisas komisyonlarındaki bir zât
çağdaş(!) bir biçimde, yâni modernist akımın gereğine uyarak her şeyi, ve
tabiî Kur'ân'ı da akla uydurmayı vaz geçilmez ilke kabûl ederek, açıklamağa
kalkar da bunun ışınlanma(!) veyâ holografi(!) yâhut da takiyonlar(!) aracılığıyla vuku
bulmuş olduğunu iddia ederse ya da üç ayrı zât bu üç isâbetsiz iddiayı ortaya
atarsa bunlardan hangibirinin isâbetli olduğuna ve tefsire alınıp alınmamasına
hangi otorite, hangi makām karar verecektir?
Filvâki, sonunda, nihaî karar
merciinin Diyânet İşleri yüksek Kurulu olduğu ilân edilmiştir ama eğer bu kurul
600 bilim adamının katkısıyla hazırlanacağı söylenen bütün bu ilmî tefsirin
isâbetliliğini temyiz edecek kadar çağdaş bilimlerde de yed-i tûlâ sâhibi idi
ise o zaman neden oturup da bu tefsiri kendisi yapmaz? Bu da anlaşılır iş
değildir.
Bir de, tabiî, müteşâbih âyetler
meselesi vardır. Bu husûsda ne yapılacaktır? Tefsir, iddiaya göre, ilmî
olacağına göre gene bu âyetlerden hareketle bir takım yakıştırmalarla çağdaş
ilmin sonuçları buradan istihraç edilmeğe mi çalışılacak? Bu takdirde bu gene
Kur'ân'ı bir ilim kitabı derekesine düşürmek olmayacak mıdır? Bu, kezâ,
müteşâbih âyetler hakkında Cenâb-ı Hak'kın (III/7) âyetinde getirmiş olduğu
kayıda ve îkāza da aykırı hareket etmek ve edeb dışına çıkmak olmayacak
mıdır?
Bütün bu sebeblerden ötürü, hâlâ,
Diyânet İşleri Başkanlığının bu teşebbüsünün yukarıda nâkıs yanlarını
vurgulamağa çalıştığım Modernizm çerçevesinde kalacak demokratik ve vehmî bir tefsir
olacağı endîşesini taşıyorum.
Bu projeyi savunanlardan, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Atay,
gazetelerde çıkan bir beyânâtında14:
Kur'ân'a ve İslâmiyete yönelik saldırılar karşısında Kur'ân'ın da çağdaş
anlamda gözden geçirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bunu iki şekilde
değerlendirebiliriz: Teknik, modern ilimlere karşı Kur'ân-ı
Kerîm'i müdafaa etmek.
Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in mevcûdtefsirleri kendi asrına göre hazırlandığı için günümüz şartlarına cevap
vermemektedir. Hattâ yanlış olanları da vardır. Şu anda müslüman toplumda bir
çok yanlış bilgi mevcûd. Şu anda yapılması gereken mevcûd eski fikirlerin
yanlış olduğunu belirtmek ve bunun yerine yeni, doğru fikirler koymaktır. Böylece Kur'ân-ı Kerîm modern ilimlere karşı
korunmuş olur."
parçası olmamış olmasını ve zaptedilirken de sayın profesörün ifâde etmek
istediklerinin aynen yansıtılamamış olmasını ümid ve temenni ederim. Zirâ bu
hâliyle bu pasaj maalesef vahim ve çarpık bir kanaati: "Hıristiyanlık'da dinin
ve ilmin biribirlerinden bağımsız ve ilgisiz iki ayrı alan olduğu" husûsunda
Kilise'nin asırlar boyu işlemiş olduğu ve Cumhuriyetten sonra da entellerimiz
tarafından, hiç bir kritikten geçirilmeksizin, gerçeğin ta kendisi bir kaziyye
olarak kabûl edilen bir düşence-kalıbını (paradigma'yı)
yansıtmaktadır.
tekniğe ve modern ilimlere karşı müdafaa edilmesi de, korunması da külliyen
mesnetsiz ve muhâldir.
Zîrâ bir nesne, ancak ve ancak,kendi ahvâlinde istenilmeyen bir değişiklik yapabilecek bir şeyin etkisine
karşı savunulur ve korunur. Oysa tekniğin de modern ilimlerin de Kelâmullāh
olan Kur'ân'da bir değişiklik yapması, Zât'ına İlim sıfatını lâyık görmüş ve bu
sebeble de ilmin menşei olan Allāh (c.c.)'nun sünnetine aykırıdır, muhâldir.
İlimle Kur'ân arasında bu yüzden bir çelişki yoktur; olamaz da! Buna karşılık
bilimsel görünüşlü, gerçekliği kanıtlanmamış ve kanıtlanması da mümkün olmayan
(meselâ insanın maymundan türemiş olduğuna dair Darwin'in spekülâsyonu gibi)
bâzı spekülâsyonlar,
mâhiyetleri iktizâsı, Kur'ân'ın âyetleriyle bağdaşamayabilirler. Spekülâsyon
ile ilim kesin bir biçimde temyiz ve tefrik edilmezlerse kavram kargaşasına ve
çarpık kanaate düşmek işten bile değildir.
Sonuç
yüzyılda İngiliz müstemlekesi olan müslüman ülkelerde ezilmişliğe bir reaksiyon
olarak müslüman aydınlar tarafından tohumu atılan bir ihyâ hareketi olarak başlamıştı.
Bu aydınlar, İslâm ülkelerinin Batı emperyalizmine karşı takındıkları miskin ve
sünepe tavırdan yakınmakta, ve bu tavrın İslâm'ın değil de Asr-ı Saadet'den
sonra uydurulmuş bir sürü bâtıl i'tikād ve bid'atin uzun vâdeli eseri olduğunun
idrâkiyle, dini eski sâfiyetine rücu ettirmeyi hedef
almaktaydılar.
çıktı. Batı düşüncesinin hiç bir elekten geçirilmeden kabûlü ise, insanları,
aklın Kur'ân'ı ve Sünnet'i dahî sorgulayabilecek nitelikte olduğu vehmine sevketti. Bunun üzerine hareket bir ihyâ hareketi olarak başlamış iken bu sefer
Sünnet'i çoğunlukla reddeden, ibâdeti namaz vakitlerini dahî azaltacak kadar
basitleştirmek isteyen, Kur'ân'ı da sözde çağdaş bilimin gereklerine göre
tefsir etmeyi amaçlayan (açıkça telâffuz edilmese bile gerçekte) bir "dinde reform
hareketi
"ne dönüştü. Pekçok kimse de, ne yazık ki, buhareketin anarşist câzibesine kapıldı.
edilmesi gereken önemli bir husûs da: Kur'ân'ı bir fizik ya da astronomi kitabı
derekesine indiren; bütün mânevî olaylara ve nesnelere maddî ve fiziksel
nesneler gözüyle bakıp bu çerçevede yorumlayan; Kur'ân'ı "kuvantum fiziğine göre
yorumladığını(!)", cinlerin "mikrodalgalardan oluştuğunu", "tayy-ı zaman ve
tayy-ı mekânın takiyonlarla vuku bulduğunu" iddia eden; ve daha nice bu kabil
zırvayı ve münâsebetsizliği
fütursuzca lânse edebilen ya da medya aracılığıyla ettirtebilen dâva sâhibi,
medyatik, karizmatik ve de sosyetik sözde-müfessirlerin Türkiye'nin,
medyanın belirli bir kesimiyle gübrelenen mümbit toprağında pıtırak gibi bitmiş
olması keyfiyetidir.
Bu, açıklandığı kadarıyla, isâbetsiz bir metodolojiye dayanan ve ilmî olmaktan
çok parmak hesabına dayanan ve ancak Kilise'nin Konsilleri'nde görülen demokratik bir tefsir projesi
olmak yolundadır15.
yerde, Kur'ân'ı akla uydurmağa ve bunları pozitif bilimlerin himâyesine tevdî
etmeğe yönelik gayretlerin isâbetle teşhis, tesbit ve ilânı pekçok müslümanı
dalâlete düşmekten koruyacaktır. Bu teşhis ve tesbitler dahî, hiç kuşkusuz,
cehâlete karşı bir cihâddır.
*
[1]"Bilgi
ve Hikmet" dergisinin 11. sayısında 1995'de yayınlanmıştır.
[2]Süyûtî, Câmi
al Sagıyr, 2.
cild, s.45;
Bulak/Mısır baskısı, Hicrî 1286.
Manâr, Tendances Modernes de L'exegèse Coranique En Egypte;
Maisonneuve, Paris1954.
Realite
" Meselesine Giriş, Açılımkitap, İstanbul2005.
Nursî ve Esîr Kavramı", Euro Agenda-Avrupa Günlüğü, Sayı: 5, s.309-313,
Berlin-Wien-İstanbul, 2004.
Fiziğe Giriş Ders Kitabı
, 3. baskı, s.41-198, İst. Univ.Fen Fak. Yay., 1978.
3A I - Kuvantum Mekaniği Çözümlü Problem Kitabı,
İst. Univ. Fen Fak. Yay.,1982.
Koç,
Doğa'nınKuvantum Mekaniksel Betimlemesi ve Ölçme Sorunu
, İst. Univ. Fen Fak.Yay., 1983.
3A/Kuvantum Mekaniği
(Birinci Kitap), İst. Univ. FenFak. Yay., 1995.
Realite
" Meselesine Giriş, Açılımkitap, İstanbul2005.
Cild:8 - Kozmolojiye Giriş
, İst. Univ. Fen Fak. Yay.,1981.
Halton Arp, Astrophysical Journal, Vol. 405, p.51-56, 1993. 2) F. Hoyle,
G.Burbridge and J.Narlikar, Astrophysical Journal, Vol. 410, p. 437-457,
1993. 3) Ciel et Espace/Big Bang: Les Astronomes Qui N'y Croient
Pas", Octobre 1993.
gazetesi, 17-23 Mayıs 1993 tarihli 42. sayısı.
Hafta gazetesi, 17-23 Mayıs 1993 tarihli 42.
sayısı
[15]Bu proje daha sonra Diyânet
İşleri Başkanlığı tarafından Türkiye Diyânet Vakfı'na ısmarlandığı zaman projeyi
yürütecek olan 12 kişilik yürütme kurulu bendenizi de ne türlü bir katkım
olabilir diye görüşmeye çağırmıştı. Kendilerine bu proje hakkındaki olumsuz
düşüncelerimi 3,5 saat boyunca izah ettimdi. Bunun üzerine Tefsir yayınlanırken benden de 1,5-2
sayfalık bir özet isteyeceklerini bildirdiler. Eğer gerçekten de böyle bir özet
isterlerse bunun 1,5-2 sayfaya sığmıyacağı ama bu özette en azından yollama
yapabileceğim bir eser bulunabilmesi için ben de Kur'ân ve
Tabîat İlimleri (Tenkidî Bir Yaklaşım) isimli kitabımı yazdım (Kaknüs
Yayınevi, 112 sayfa, Üsküdar 1999) ve söz konusu kurulun üyelerine takdîm
ettimdi. Bu proje şimdilerde (yâni Haziran 2003'de) Diyânet İşleri Başkanlığı
tarafından askıya alınmış durumdadır.