Buradasınız

MODERNİST AKIM İÇİNDE KUR'ÂN TEFSİRLERİ

MODERNİST

AKIM İÇİNDE


KUR'ÂN

TEFSİRLERİ1




Prof.Dr.

Ahmed Yüksel Özemre





Modernist

Akımın Mâhiyeti

İslâm Âlemi'nde geçen yüzyılda

ortaya çıkmış olan '"Modernist Akım" içinde Kur'ân'ın tefsiri çok önemli bir yer

tutmaktadır. "Moder­nist İslâmcılar" denilen kesim bu alandaki gayretinin,

Kur'ân'ın "çağ­daş" ve "ilmî" yorumunu yapmağa ve dolayısıyla da İslâm dinine

yeni bir anlayış ve canlılık getirmeğe yönelik olduğunu savunmaktadır. Bu­nunla

beraber gerek bu akım gerekse "Kur'ân'ın Çağdaş ve İlmî Tefsiri" İslâm

Âlemi'nde, yaklaşık 120 yıldır, bir takım şüphelere, çatışmalara, ithâmlara ve

hiç kuşkusuz birtakım da nifâklara yol açmıştır. Bu konu­da yapılanların Kur'ân

ve Sünnet'e uygunluğunu isâbetle teşhis ve tesbit etmek ise bütün bu nakîselerin

izâlesi için zarûrîdir.

"Modern" ya da "çağdaş"

kelimelerine medya ve enteller tarafın­dan yıllardır "dışarlayıcı ve olumsuz"

anlamlar yüklenilmektedir. Aslında bu kelime­ler, etimolojik olarak: "içinde

yaşadığımız çağa ait" anlamındadır. Fa­kat medya ve enteller bu kelimelere,

dâimâ, izâfe edildikleri nesne ya da kavramları yücelten ve bunun dışında

kalanları da aşağılayıp horla­yan bir anlam yüklemiştir. Meselâ "modern düşünce"

dediniz miydi bu, medyanın ve entellerin dilinde: "tek geçerli ve de doğru olan

düşünce budur; bundan öncekilerin hepsi beş para etmez" demektir; "modern yorum"

dediniz miydi bu da: "tek geçerli ve de isâbetli olan yorum bu­dur; bundan

öncekilerin hepsi palavradır" demektir; "çağdaş davranış biçimleri" dediniz

miydi bu: "tek uygun ve de fazîletli davranış biçimleri bunlardır; bunlardan

öncekilerin hepsi de gülünç, saçma ve çağ-dışıdır" demektir. Yâni bu bağlamda

insan sürekli modern ya da çağdaş olmak, ve bunun gereği olarak da içinde

yaşadığı çağdan önce teessüs etmiş olan ne kadar müessese, inanç, ilim, ahlâk

anlayışı, düşünce, prensip, kural, kānûn, davranış biçimi, örf, âdet varsa

bunları mutlakā horlamak, aşağılamak ve reddetmek mecbûriyetindedir. Bu ise

nihilist ve anarşist bir telâkkiden başka bir şey

değildir.



İslâm Âlemi'nde sonradan Modernizm diye

isimlendirilmiş olan hareket ise hep İngiliz sömürge idâreleri altındaki İslâm

ülkelerinde fi­lizlenmiştir. Bu hareketin bellibaşlı öncüleri Afganistan'da

Cemâleddin Afganî (1839-1897); Mısır'da Muhammed Abduh (1849-1905) ile Reşîd

Rızâ (1865-1935); Hindistan'da Sir Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Şiblî Nûmânî

(1857-1914) ve Muhammed İkbâl (1877-1938) olmuştur.

Bu zevât, bir sömürge idâresi

altında olmanın kendilerine verdiği eziklik içinde, bu şartlara tâbi' tutulmuş

olmanın yegâne nihaî sebebinin: "İslâm'ın topluluk tarafından yanlış yorumlanıp

yanlış yaşanması olduğu" husûsunda hemfikirdirler. Bunlara göre: 1) İslâm,

zamanla, Asr-ı Saadet'deki sâfiyetinden uzaklaşmış, 2) bid'atlerin ve bâtıl

i'tikādların istilâsına uğramıştır; 3) İslâm'ı eski sâfiyetine döndürmek çok

zor bir iştir; İslâm Âlemi 4) içinde bulunduğu ağır şartlardan ancak aklı, din

dâhil, her işte ön plâna almakla, ve 5) İslâm'ı modern şartlara adapte etmekle,

yâni 6) İslâm'da değil fakat

islâmî yaşayışda bir "reform" yapmakla

kurtulabilecektir.



Buna göre İslâm'da Modernizm

aslında, bu dinin uygulamalarını, üzerilerine birikmiş olan fuzûlî yüklerden

arındırmağa yönelik bir İhyâ Hareketi olarak

başlamıştır. Fakat daha sonra bu hareket, Kur'ân ve Sünnet'in emrinde olması

gerekir iken aklın, Sünnet'in de Kur'ân âyetlerinin de üstünde ve onları

sorgulayabilen bir konumda tu­tulduğu düpedüz bir Dinde Reform Hareketi'ne

dönüşmüştür. Bu i'tibârla da eğer akıl ve mantık Kur'ân ve Sünnet ile çelişik

duruma düşer­se, aklın bu harekete göre yegâne kıstas olması hasebiyle,

Kur'ân'ın ve (reddedilmediği zaman) Sünnet'in de akla uygun hâle sokulması(!)

hareketin ana stratejisi olarak tecellî etmiştir.



Bu tutum, Modernizm'i

başlatanların bir kısmı fakat buna karşılık onları izleyenlerin de çoğunluğu

tarafından, hareketi hızla ifrâta yönelt­miştir. Bu hareket: 1) Sünnet'in (yâni

hadîslerin) hemen hemen tümü­nün reddine, 2) peygamberlerin mûcizelerine

yakıştırılan sözde akla yatkın, ama çoğu kere zannedildiği kadar bilimsel tabana

oturtulama­mış olan gerçek dışı zoraki açıklamalara, 3) Kur'ân'da sözü edilen

âhiret hayâtının ve bâzı mânevî varlıkların maddî şeylerle izahına

çalı­şılmasına, ve 4) akāid ile muamelâtın aşırı basitleştirilmesine yönelik bir

takım gayretlerle gitgide çok reaksiyoner bir veche

kazanmıştır.



Hattâ Modernizm'in böylece ortaya koyduğu

bu yeni anlayış, bu hareketi tenkid edenlerin bir bölümü tarafından, Cenâb-ı

Peygamber'in gerçek ve saf İslâm'ı olarak değil fakat islâmımsı (yâni islâmî

görü­nümlü) yeni bir din olarak telâkki

edilmiştir.



Modernizm'in hep İngiliz

sömürgelerinde filizlenmiş olmasına bakarak bu hareketin öncülerinin

ingilizlerin hesabına hareket eden pa­ralı ajanlar oldukları hakkında da pekçok

iddia ileri sürülmüş ve bu zevât pekçok mahfelde tekfir edilmiştir. Ancak

İslâm'da hüküm, bilin­diği gibi, zâhire bakılarak verilir. İspatlanmamış

iddialar temel alınarak vehme ve suizanna yönelik olarak adâlet tecellî edemez.

Sözü edilen zevâtın hepsinin de İslâm'ın ibâdet, erkân ve âdabına bağlı ittikā

sâhibi olduklarına dair pekçok şehâdet vardır. Buna göre, bunları alelıtlak

tek­fir etmek hiç bir meseleyi halletmediği gibi isâbetli ve de âdil bir tutum

da değildir.



Ancak bu zevatın, içinde

yaşadıkları cemiyetlerde geçerli olan ingilizvârî bir dünyâ görüşü ve hayat

tarzının etkisinde kalmış olmaları da kuvvetle muhtemeldir. Ama bu durum da

onların "ingiliz ajanları" olduğuna hükmetmek için yeterli bir sebeb olamaz.

Benim bu konudaki kanaatim bunların İslâm'ı, Kur'ân'ı ve Sünnet'i yorumlarken

isâbetle tesbit etmiş oldukları bâzı olgular yanında yaptıkları

hatâların, bililti­zâm yapılmış bir takım hınzırlıkları değil de samimî ama

isâbetsiz ka­naatlerini sergilemekte oldukları

şeklindedir.



Hiç kuşkusuz Modernist Akım'ın Türkiye

üzerinde de etkisi ol­muştur. Gerek Cemâleddin Afganî, gerekse Muhammed

Abduh'un dü­şünceleri, onlarla çağdaş olan pekçok Türk aydınını etkilemiştir.

Bunlar arasında en azından Mehmet Âkif Ersoy'u ve Ziyâ Gökalp'i sayabiliriz;

kezâ, Ömer Rızâ Doğrul ile Ömer Nasûhi Bilmen de böyledir. Bugünkü Tür­kiye'de

ise İslâm'ı Sünnet'den soyutlamak isteyen, dini son derece basit birkaç ibâdet

tarzıyla sınırlandırmayı (hattâ bâzı ibâdetleri bile ortadan kaldırmayı)

amaçlayan, Kur'ân'ı da sanki bir fizik kitabı imiş gibi

yo­rumlamağa kalkışan bir zümre,

yaptıklarının bilincinde

olsalar da ol­masalar da, hâlâ bu modernist ve reformcu hareketin uzantısında

faali­yet göstermektedir.



Bunlara

göre:



  1. "Din, yeniden yorumlanmalı ve bâzı

    mükellefiyet­ler ortadan kaldırılmak sûretiyle

    kolaylaştırılmalı",

  2. "İslâm, içine sap­lanmış olduğu

    Ortaçağ bataklığından(!) kurtarılmalı" (sanki bütün âlemlere rahmet olan Cenâb-ı

    Peygamber (s.a.) ve Kur'ân Ortaçağ'da zuhur etmedi!),

    ve

  3. "Kur'ân da çağdaş ilmin

    gereklerine uygun olarak çağdaş bir biçimde ve aklın önderliğinde

    yorumlanmalıdır".



(Bu bağlamda bir sâbık

cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılıp uzatılmıyacağı tartışmaları

sürerken birdenbire, 240 kadar Kur'ân âyetinin hükmünü kaybetmiş olduğunu ve

bunların yerine pozitif hukūk kurallarının konulmasının zarûrî olduğunu

televizyonlardan ilân edecek kadar da ileri gitmişti).



Dini yorumlamada akla verdiği

olağanüstü öneme bakılırsa Modernizm, Halîfe Me'mûn zamanında Abbasî Devletinin

resmî mezhebi kılınmış olan Mû'tezile mezhebinin adetâ yeniden ihyâsı

gibidir.

Modernist islâmcıların Sünnet'e,

yâni hadîslere, bakış açısı daha çok karamsar ve de agnostik'dir. Çoğu hadîslerin otantik,

yâni bunların Hazret-i Peygamber'in gerçek sözleri ya da davranışları olduğuna

inan­mamakta ya da en azından bunların gerçekliğini garanti etmenin müm­kün

olmadığını ve bu sebebden ötürü de dikkate alınmamaları gerektiği­ni savunmakta

ve hadîsleri, aralarında

objektif bir ayıklama metodu ihdâs etmekden âciz oldukları için de, külliyen

reddetmek eğili­mindedirler.



Muhammed Abduh ise hadîslerin

Kur'ân ile uygun olmaları krite­rine değer vermez de hadîslerin yalnızca akla

uygun olmasını kriter olarak kabûl eder. Aynı endîşe onun peygamberlere ait

mûcizelere yakıştırdığı akılcı fakat zorlama ve bilimsel olarak te'yidi mümkün

olmayan açıklamala­rında da ortaya çıkmaktadır.



Tefsir Ve

Te'vîl

Kendisi hakkındaki bilgimizin tam

ve kâmil olmadığı bir nesne­ye, daha iyi tanıdığımıza inandığımız bir başka

nesneyi tekābül ettire­rek, gerçek ile

bağdaşan bilgi üretmenin tarzına metod denir. Meselâ bir

hocanın kendi dersindeki öğrencilere yaptığı sınavlarda aldıkları notları

tekābül ettirmesi, öğrencilerin başarı düzeylerini ortaya koyma­ğa yönelik bir

metod, bir yol-yordamdır

Hakkındaki bilgimizin tam olmadığı

nesne bir cisim, bir olay, bir kavram, unsurları arasında bir takım ilişkiler

bulunan bir sistem ve hattâ başka bir metod dahî olabilir. Aslında metod,

çeşitli adımlardan oluşan bir reçete'dir. Sağlıklı, yâni

çelişkinden ârî gerçeğe uygun bilgi üretmek için bu adımların sırası genellikle

önemlidir.

Bilgi üretmenin metodu, ne yazık

ki, tek ve evrensel değildir. Her meselenin bünyesine ve mâhiyetine uygun

metodlar vadır. Meselâ bir çarpımın sağlayını yaparken izlenen metod, iki

üçgenin eşit oldukları­nın ispatında izlenenden hem yapı ve hem de mâhiyet

i'tibâriyle farklı­dır. Gerçekle bağdaşan bilgi kazanmak için, seçilmiş olan

metodun: 1) isâbetli olması, ve 2) isâbetli olduğunun da kanıtlanmış olması

gerekli­dir. Aksi hâlde metodun da, bu metod aracılığıyla elde edilen bilgilerin

de objektif (yâni metodu uygulayanın hevâ ve hevesinden, vehminden, marazî ve

süjektif saplantılarından ârî) olduğu savunulamaz.

Tefsir (yâni yorum) dahî, bu

bağlamda, bir bilgi üretimidir. Onun da, her mesele için kendine özgü bir

metodu, yolu-yordamı vardır. Tef­sirde kullanılan metod da gene, hakkındaki

bilgimizin tam ve kâmil ol­madığı bir nesneye daha iyi tanıdığımıza inandığımız

bir başka nesneyi tekābül ettirmekden ibârettir. Eğer bu tekābüliyet isâbetli

değilse tefsir, konunun uzmanlarını da sağduyu sâhibi kimseleri de bıyık altından

gül­düren cafcaflı bir lâf salatasından öteye geçemez. Meselâ Osmanlı

İm­paratorluğu târihinin marksist metoda göre tefsir edilmesi işte böylesine

isâbetsiz bir yakıştırma ve gerçekten uzak bir lâf

salatasıdır.

Çoğu kere tefsir ile karıştırılan ve

eşanlamlı sanılan bir kavram daha vardır; o da te'vildir. Tefsir arapça "fesr"

kelimesinden türetilmiştir. Fesr, örtülü bir nesnenin örtüsünü açmak, keşfetmek,

ortaya çıkar­maktır. Tefsir eden kimseye de "müfessir" denir. "Te'vil" ise rücû'

anla­mındaki "evl" kelimesinden, ya da bir diğer görüşe göre "evvel"

keli­mesinden türetilmiştir. Muhyiddin İbn Arabî'ye göre "bir şeyi te'vil

et­mek", onu Allāh'ın ilminde mahfûz olan ilk anlamına rücû' ettirmek de­mektir.

Zâten

Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde, meâlen:



Sana

Kitâb'ı indiren O'dur. Ondan bir kısmı muhkem (hüküm ifâde eden, mânâsı

açık ve yorum gerektirme­yen) âyetlerdir; bunlar Kitâb'ın anasıdır

(temelidir). Diğer kısmıysa müteşâbih (bir olguyu bir başka olgu­ya

benzetim yoluyla ifâde eden, ve dolayısıyla da ger­çeği açık bir biçim ifâde

etmeyen) âyetlerdir. Kalple­rinde (doğruluktan) inhirâf bulunanlar fitne

çıkarmak ve (kendi çıkarlarına uygun bir biçimde) te'vil etmek için

O'ndaki (Kitâb'daki) müteşâbih âyetlere uyarlar. Oysa bunların gerçek te'vilini

ancak Allāh ve ilimde râsih (yâni ilmi derinliğine ve sağlam bir biçimde

kav­ramış vukuf sâhibi) olanlar bilir. Onlar: "Biz O'na inandık, hepsi de

Rabbimizin katındandır" derler. Bunu ise ancak aklını isâbet ve dirayetle

kullanabilenler (ulü-l elbâb) akledip düşünebilir" (III/7)


denilmektedir.




Kur'ân'ın her düzeyden insana

hitâb eden en doğru ve en hayırlı tefsiri, hiç şüphesiz ki, Hazret-i Muhammed'in (s.a.) Sahîh Sünneti'dir. Asr-ı Saa-det'den sonra

derlenen tefsir kitapları ise yalnızca âyetleri açıklayan hadîsleri değil,

âyetin dilbilgisi (sarf ve nahiv) bakımından yapısını, içindeki kelimelerin

lûgavî nüanslarını, âyetlerin nüzûl sebeblerini de göz önünde tutarak kendine

özgü bir tefsir metodunun gelişmesine yol açmıştır.




Müteşâbih

Âyetlerin


Te'vilindeki

Takiyye

Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinin,

aynı zamanda, Kur'ân-ı Kerîm'i tek başına idrâk husûsunda reşîd (yâni

akıllı, doğru yol tutan, ergin) müslümanların riâyet etmeleri gereken sınırlara

da ışık tutmakta olduğu gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. Buna

göre, râsih ol­mayan bir müslümanın müteşâbih âyetleri te'vile kalkışması büyük

hatâdır. Zirâ bunların te'vilini ancak Allāh ve ilimde râsih olanlar bilir.

Nifak çıkarmak gibi kötü bir niyetle yapılmamış olsa dahî, râsih olma­yan bir

kimsenin te'vili nifâka ve fesâda yol açabilecektir.

Böyle bir kimsenin, hem te'vilin

nasıl yapılması gerektiği husûsunda ve hem de yaptığı te'vilin isâbetliliğini

sınamak husûsunda sağlam yöntemlerle donatılmış olmamasından ötürü, te'vilinin ilme de­ğil yalnızca vehmine ve hayâline

dayanmış olması kaçınılmazdır. Binâenaleyh, râsih olmayan bir

müslümanın müteşâbih âyetlerin te'vilinde isâbetli olması da isâbetliliğinin

derecesini idrâk ve temyiz etmesi de mümkün değildir. Te'vilin isâbetliliğinin

idrâk ve temyizi de ancak ve ancak ilimde râsih olanlara has bir

haslettir.

İlimde râsih olanlar ise müteşâbih

âyetlerin te'villerini de, bu te'villere varmak için yararlanmış oldukları

yöntemleri de râsih olma­yanlara açıklayamazlar. Bu konuda kesin bir

takıyye'ye uymalıdırlar. Zirâ eğer Allāh bunların herkes

tarafından idrâk edilmesini murâd et­miş olsaydı Kur'ân'da bunları tıpkı muhkem

âyetler gibi açıklar ve bun­ların idrâkini de, fark gözetmeksizin, herkese

lûtfedebilirdi. Müteşâbih âyetlerin te'villerinin ilimde rüsûh sâhibi olanların

dışındaki kimselerin idrâkinden gizli tutulmasının şüphesiz ki Allāh katında

derin bir hikmeti vardır. Bu hikmetin edebine de herkes riâyet etmelidir.

Anlaşılmaktadır ki muhkem

âyetler herkes ve özellikle de avâm için, müteşâbih âyetler de ilimde rüsûh

sâhibi olan havass

içindir.

Bu husûsun önemine Hz. Peygamber

(s.a.) de: "İlim kazanmak her müslümana farzdır; fakat ehil ol­mayana bir şey

öğreten kimse mücevherleri, incileri, altınları domuzların boyunlarına takan

kişeye benzer"2 diyerek işâret etmiştir.

Bâzı müfessirler ile, kendilerini

hem müfessir ve hem de her türlü ilimde rüsûh sâhibi olduklarını vehmeden bâzı

kimseler ise Kur'ân'ın kendi zamanlarındaki ilimlerin sonuçlarına göre tefsirini

ve hattâ müteşâbih âyetlere de dokunarak te'vilini yapmaya kādir oldukları

zehâbıyla başkalarının nezdinde büyük ve âllâme görünmek, kendi ken­dini ta'zîz

etmek, bir makāma gelmek ya da işgāl ettiği bir makāmı muhâfaza etmek

endîşesiyle yâni (ilim, idrâk, fehâmet, temyiz, temkin ve itidâlin değil de)

nefislerinin hevâ ve hevesinin kendilerini nasıl güt­tüğünün farkında bile

olmaksızın ne fahiş hatâlar yapmış ve ne nifâklara sebeb

olmuşlardır!

Bugünün ilmî realiteleri dahî

sürekli bir değişim içindedir; ve po­zitif ilimler de âlemle ilgili, değişmez

ve nihaî sonuçlara ulaşabilmiş değildirler. Bu i'tibârla çağın ilminin izafî

sonuçlarını Kur'ân tefsirlerine dayanak kılmak da, tefsirlere karıştırmak da

isâbetli, temkinli ve objek­tif bir tutum değildir. Aksine, böyle bir tutum

tehlikelidir de!




Tefsir

İhtiyâcı

Kur'ân'ı okumak sevaptır; ama

Kur'ân anlaşılmak, öğüt ve ibret alınmak için indirilmiştir. Bu husûsda bizzat

Kur'ân müminleri uyar­maktadır:



  • "Andolsun ki Biz size içinde

    sizlere öğüt bulunan bir kitap indirdik. Hâlâ mı akıllanmazsınız?"

    (XXI/10)


  • "Andolsun ki Biz Kur'ân'ı

    anlaşılıp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alacak kimse yok mu?"

    (LIV/32)


  • "Andolsun ki Biz bu Kur'ân'da

    insanlara (üzerinde) düşünüp öğüt alsınlar diye her türlü misâli verdik"

    (XXXIX/27)



Şu hâlde Kur'ân'ın anlaşılması

için düşünmek, akletmek, ibret al­mak lâzımdır. İşte tefsir bu ihtiyaçdan

doğmuştur. Daha önce de ifâde edildiği gibi, Kur'ân'ın her düzeyden insana

hitâb eden en doğru ve en hayırlı tefsiri Hazret-i Muhammed'in Sahîh

Sünnet'idir. Mü'minler Peygamber'in Sahîh Sünnet'i sâyesinde İslâm'ın ibâdet ve

sosyal hayatıyla ilgili muamelâtını ayrıntılarıyla öğrenmişlerdir. Çünkü Kur'ân

bütün muamelâtı ihtivâ eden bir ilmihâl de değildir, bir elkitabı da değildir.

Böylece Sahîh Sünnet, Kur'ân âyetlerinin üzerindeki örtüyü kaldıran ve on­ların

şümûlünü idrâklere yerleştiren bir tefsir olmuştur. Sahîh Sünnet, bir ba­kıma,

Allāh'ça olan Kur'ân'ın

mü'minlerin idrâkine sunulan bir tercü­mesi gibidir.

Zîrâ, Kur'ânı anlamak gerekir ama

her mü'minin idrâki Kur'ân'ın aynı derecede anlaşılmasına müsâit değildir. Ashâb

dahî âyetler indikçe Cenâb-ı Peygamber'den hem anlamadıkları kelimelerin

anlamını sorar­lar ve hem de âyetin tümü hakkında bilgi alırlardı. Çünkü Kur'ân

yeni ifâdeler, yeni mânâlar ve yeni deyimler getirmişti. Bunların hepsinin,

farklı bilgi düzeylerindeki Ashâb tarafından bilinmesi mümkün değildi. Onun

içindir ki ilk müfessir gene Hazret-i Muhammed olmuştur. Tefsir bakımından

Peygamber'den feyz alan Ashâb'ın ilim düzeyi de farklı idi. Ashâb'dan bu konuda

en bilgili kimseler başta Hazret-i Alî olmak üzere Hulefâ-i Râşidîn ile İbn-i

Abbas, İbn-i Mes'ud, Übey Bin Kaab, Zeyd Bin Sâbit, Mûsâ el-Eş'arî ve Abdullah

İbn-i Zübeyr idi. Bunlardan bil­hassa Hazret-i Alî, ayrıca, Kur'ân'daki bütün

âyetlerin nüzûl sebeblerini de bilmekteydi.

Asr-ı Saadet'den sonra derlenen

tefsir kitaplarının önemli bir bö­lümünde, yukarıda da sözünü etmiş olduğumuz

gibi, yalnızca âyetleri açıklayan hadîslerin değil aynı zamanda âyetin

dilbilgisi bakımından yapılarının, içindeki kelimelerin lûgat anlamlarının,

âyetlerin nüzûl sebeblerine ilişkin bilgi ve tahminlerin de yer almağa

başladığını görüyo­ruz.

Fakat daha sonraları bâzı kimseler

mânâ ve gāye ile ilgisi bulun­mayan pekçok husûsa ve hikâyeye de yer vermeğe

başlayarak, bu tefsir konusunda, sübjektif yanı ağır basan bir moda ihdâs etmişlerdir.

Muharref olmalarına rağmen Tevrat ve İncîller'deki bir çok ayrıntının bâzı

tefsirlerde yer alması işte bu yüzden olmuştur. Kur'ân'ı ve tefsirini hiç

ilgilendirmeyen bu ayrıntılara, tefsir edebiyatında, İsrâiliyyât adı veril­mektedir.

Sanki bu yetmezmiş gibi bir takım hikâyeler de Zenâdıka, Karamıta, Hâriciyye,

Bâtıniyye, Hurûfiyye ve Mû'tezile gibi İslâm'ın rûhuna aykırı i'tikād ve

davranış sâhibi fırkaların mensûbları tarafından genellikle hep siyâsî amaçlarla

uydurulup, yerli yersiz,

tefsirlere katıl­mıştır. Ayrıca bu fırkalar kendi sapık mezheblerini te'yid

etmek için âyetleri de istedikleri yöne çekiştirerek tefsir ve te'vil

etmişlerdir. Bütün bunlar mûteber olmayan, dalâlete sürükleyen

sözde-tefsirlerdir.




"Bilimsel

Tefsir"(!) Ve Modern Müfessirler

"Bilimsel Tefsir" modası,

bilhassa, İslâm'da zuhur etmiş olan bu Modernist Akım'dan sonra revaç

bulmuştur. Pozitif bilimler adına ya­lapşap birşeyler bilen nice kimse

âlim görünmek gāyesiyle Kur'ân'ı bu pozitif bilimlerin çerçevesiyle

kayıtlandırarak

nice saçmalıklar yap­mış, nice zırvayı ilim diye

yutturmağa kalkışmıştır. Modernist hareket içinde bunun başını, Mısır'da,

Muhammed Abduh'un manevî patronajı altında Reşîd Rıza'nın Menâr Tefsiri3

çekmiştir.

Filvaki Kur'ân'ın yaklaşık 1/8

kadarı, yâni 750 kadar âyet, mümin­leri okumağa, akıllarını kullanmağa,

düşünmeğe, yeri göğü incelemeğe ve bu incelemeden sonuç çıkarıp öğüt ve ibret

almağa dâvet etmektedir ama Kur'ân'ın gāyesi insanlara hidâyet ve

rahmettir (XVI/64). Kur'ân tabîat bilimlerine ancak bu

bağlamda değinir. Yoksa Kur'ân ne bir fizik, ne bir biyoloji, ne bir kimya, ne

bir jeoloji ve ne de bir astronomi kita­bıdır. İlle de bütün bilimsel gerçekleri

O'nda aramak ya da bütün âyetlerin bugünkü tabîat bilimleri aracılığıyla ve o

çerçevede açıklana­bileceğini vehmetmek, bütün ibâdetlerin muamelâtını ve

ayrıntılarını Kur'ân'da aramak kadar muhâldir. Fakat ne yazıktır ki Kur'ân'ın bu­günkü modern(!) yorumcuları,

sözünü ettikleri tabîat bilimlerinden hiç birinde âlim olmadıkları hâlde, kendi

hayâl ve vehimlerindeki sözde ilimlerle Kur'ân'ı tefsir edebileceklerini

zannetmek vehmiyle malûldürler.

Bugün, bilimler, bizi pratik yâni

uygulama yönünden tatmîn eden pekçok sonuca ulaşmıştır. Ancak işin bu yanı, aynı

bilimlerin dayandığı fiziksel realitelerin nihaî realiteler olduğu olgusunu ne

dayatır ve ne de îmâ eder. Bugünün bilimsel realiteleri sürekli bir değişim

içindedir4. Po­zitif bilimler de hiç değişmeyen nihaî hakîkatlara ulaşmış

değildir. Bu i'tibârla çağın bilimlerinin izafî kalmağa mahkûm sonuçlarını nihaî

sonuçlarmış gibi Kur'ân tefsirlerine dayanak kılmak da, tefsirlere karıştır­mak

da, hele hele "Bakın işte Kur'ân yüzyıllar öncesinden bu bilimsel gerçekleri

biliyordu" diye çığırtkanlık yapmak da isâbetli, temkinli ve de objektif bir

tutum değildir. Aksine tehlikeli ve Kur'ân'ı bühtân altın­da bırakabîlecek edeb dışı bir

tutumdur.

Meselâ "Batlamyus'un Güneş

Sistemi" modeline dayanarak ya­pılmış tefsirler çoktur. Bu model, Dünyâ'nın

merkezde bulunduğu, ve 4. felekte bulunduğu söylenen Güneş de dâhil olmak üzere

bütün geze­genlerin Dünyâ'nın etrafında döndüğünü ifâde eden bir modeldi. Bir

başka ve daha yakın bir misâl de bütün her yeri doldurduğuna inanılan Esîr'e

dayanarak yapılmış olan te'villerdir. Bu te'villerin hepsinin de fi­ziksel

gerçeği yansıtmadıkları daha sonra anlaşılmıştır5.

Güneş Sistemi'nin gerçeğini,

Batlamyus Modeli değil, Güneşi merkeze koyan ve Dünyâ da dâhil olmak üzere bütün

gezegenlerin Güneş'in etrafında dolandıklarını ifâde eden Kopernik Sistemi'nin

aksettir­mekte olduğu XVI. yüzyılda, ve Esîr'in ise bilimsel gerçeklerle

uyuş­mayan boş bir faraziye olduğu XX. yüzyılın başında tesbit ve te'yit

edilmiştir.

Bugünkü modern müfessirlerin

şahsiyetleri objektif bir biçimde müşâhede edildiğinde, elde edilen gözlemler

şöyle sıralanabilir:




1.Bu zevât genellikle ittikā

sâhibidirler. Kitaplarında ve TV'deki sohbetlerinde, yoruma girmedikleri zaman,

İslâm ve i'tikād hakkında isâbetli beyânları vardır. Pekçok kişiye de

ilhâm kaynağı olabilmekte ve dini sevdirebilmektedirler. Bu bakımdan sa'yleri

dâimâ meşkûr ola­caktır. Ancak:

2.Bu Modernist Akım çerçevesi

içinde Kur'ân'ın sistematik ya da bölüm bölüm tefsirine soyunanların hiç birisi pozitif bilimlerde yed-i tûlâ

sâhibi

(yâni hakkıyla uzmanlaşmış) değildir. Bunlar

arasında:

      1. hem pozitif

        bilimleri

        ,
      2. hem bunların metodolojilerini,
      3. hem bütün bunların zaaflarını ve

        sınırlarını

        ,
      4. hem bugünkü bilimsel sonuçların

        epistemolojik

        değerlerini

        ,
      5. hem bilim felsefesini,

        ve

      6. hem de bilim ahlâkını: A) bilen, B) bu alanlarda tefekkür edip de eser

        verebileceğini kanıtlamış

        bir tek kişi bile bulunmamaktadır.


Tefsir metodundan da haberleri

olmayan bu kimselerin kulaktan dolma yarımyamalak bilgi­lerle "Kurân'ı çağdaş bir biçimde bilimsel olarak

yorumluyoruz" terânesiyle tefsire kalkışmalarındaki kör cesâret de, temel

bilimlerdeki cehâletlerinin kendilerinin üzerine yıktığı manevî sorumluluğu

idrâk etmekden âciz olmaları da insanı şaşırtmaktadır.



3. Bu sözde müfessirlerin

hepsinde (kendilerine hem mânevî ve hem de pozitif bilimlerde otorite

olarak göstermeğe yönelik) bir dâvâ, bir benlik ve bu benliğin eseri olarak da

bir kibir ve bir azamet gözlen­mektedir. Kimisi, kitaplarında kendilerine

"ilim verilmiş" olduğunu vurgulamakta; kimisi, TV konuşmalarında buram buram

kibir kokan sahte bir tevâzu sergilemekte; kimisi, düpedüz "küçük dağları ben

ya­rattım" havalarına bürünmekte; kimisi ise Kur'ân'ın klâsik sünnî tefsir

metoduna riâyet eden eski müfessirlerin tefsirlerinde "Muhakkak ki (doğrusunu)

bilen Allāh'dır" mealindeki "Vallāhu a'lem" ibâresini sık sık ve tevâzu ile

kullanmalarının aksine, bu ibâreye hiç iltifât etmemek­te ve tefsir(!) ve

te'villerinde(!) hep kesin ve nihaî hakîkatları onlar bu­lup da çıkartmış

havasına bürünüp hitâb tarzı olarak çoğu zaman birinci şahıs tekili seçmektedir.

Bu sözde müfessirlerin her hâli bunların ehl-i dâvâ olduklarının

delîlidir.



4.Bu sözde-müfessirlerin bir

bölümü ise Kur'ân'ın: 1) çağdaş bi­limin bütün sonuçlarını ihtivâ ettiğini, 2)

14 yüzyıl önce bunları haber vermiş olmasının da bir mûcize olduğunu, ve

Kur'ân'daki 3) bu bilimsel gerçekleri keşfedip ortaya çıkarmakla da Kur'ân'ın

münkirlere karşı sa­vunmasını yaptıklarını iddia

etmektedirler.


Bu sözde-müfessirlerin bu fuzûlî

gayretlerinde apaçık dört hatâ gözlenmektedir:


1. Kur'ân insanlara hidâyet ve

rahmet olarak nâzil olmuştur (XVI/64). Sâhibi ve koruyucusu da yalnızca Allāh

(c.c.)'dur. İnsanların O'nu sığınak seçecek yerde, kendilerini O'na sığınak ve

koruyucu ola­rak vaz etmeğe cüret etmeleri en azından saygı ve temyiz

eksikliğidir.

2. Kur'ân'ı "münkirlere karşı bu

tarzda savunmağa kalkışmak" isâbetsiz, verimsiz ve yanlış bir stratejidir. Zîrâ

birisi kalkıp da bu sözde-müfessirlere: "Mâdem ki Kur'ân'da bugünkü bilimin

bütün sonuçla­rının beyân edilmiş olduğunu ve bunları da sizin keşfedip ortaya

çıkar­dığınızı söylüyorsunuz o hâlde glüonların, kromodinamiğin, süper si­cimlerin, 11 boyutlu uzayların, gizli kuvantik değişkenlerin, Fermi-Dirac istatistiğinin, yıldızımsı nesnelerin, temel tâneciklerin

sınıflandırılmasının

, kuarkların sayısının Kur'ân'daki

yerlerini ve bunlar­la ilgili âyetleri gösterir misiniz?" diye sorsa bunların bu

soruya verebi­lecekleri iknâ ve tatmîn edici hiç bir cevapları

yoktur.



Ayrıca, Kur'ân bu

sözde-müfessirlerin kendisini savunmalarından da, kendisine zımnen vasîlik

taslamalarından da, insanlara hidâyet ve rahmet iken bir fizik ya da astronomi

kitabı imiş gibi telâkki edilmesin­deki nâkıs tutumlarından da

münezzehtir.



3. Bu sözde-müfessirler şimdiye

kadar takiyonlar, parite, karadelikler, holografi, lazer, ışınlama(!) gibi

kavramları Kur'ân'daki bâzı müteşâbih âyetlerden istihraç husûsunda kendi hayâl

ve vehimlerini aşabilen akla yatkın ve objektif bir metod ortaya koyamadıkları

için hiç bir bilim adamını iknâ ve tatmîn edememişlerdir.



4. Ayrıca tefsir(!) ve

te'villerinde(!) de âhiret âlemi, melekler, cin­ler, mîzan, sırat köprüsü ve

benzerleri gibi pekçok mânevî olay ve var­lığı fizikî ve dolayısıyla da maddî

nesnelere indirgemeğe kalkışmakla koyu bir materyalizm sergilemekte olduklarının

bile idrâkine sâhib de­ğildirler.


Geçenlerde bir TV kanalında Ahmet

Hulûsî müstear adını kulla­nan bir zât: 1) cinlerin "mikrodalga"lardan

oluştuğunu(!), ve 2) Kur'ân'ı da kuvantum teorisiyle anlayıp(!)

yorumladığını(!) söyledi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof.

Dr. Saim Yeprem de bu konuşmaya telefon aracılığıyla yaptığı müdâhalede bu zâtı

gökle­re çıkardı; eserlerini devamlı tetkik edip üzerinde öğrencilerine

araştır­malar yaptırdığını ifâde etti. (Ve min el-garâib!)


Aslında, itiraf etmem gerekir ki,

cinlerin mikrodalgalardan oluş­maları bendenizi hiç mi hiç ilgilendirmemekte;

zîrâ evimde mikrodalga fırını yok. Ama, Allāh mutfaklarında mikrodalga fırını

bulunan ev hanımlarına sabır ihsân etsin! Bu hanımlar ya mutfaklarında cinlerin

fink atmasına eyvallāh diyecekler, ya da bunlardan kurtulmak için okuyup

üfleyeceklerdir; fakat bu sefer de, cinler kaçıp gitmiş olacakları için,

mikrodalga fırınları artık çalışmaz mı dersiniz?!



Ancak bendeniz, hasbelkader,

Teorik Fizik profesörü olmam do­layısıyla yıllardır Kuvantum Teorisi ile

uğraşırım. Bu bakımdan da Ah­met Hulûsî beyin "Kur'ân'ı Kuvantum Teorisi

aracılığıyla anlayıp yo­rumladığı" şeklindeki şahsî dâvâsının epistemolojik içeriği

bendenizi çok yakından ilgilendirmektedir. İstanbul Üniversitesi Fen

Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü'nde defalarca bu dersi okuttum. Ders kitaplarıma

dercettim6. Mâiyetimdeki biri doçente, nezâretim altında, bir Kuvan­tum Mekaniği Çözümlü Problem

Kitabı hazırlattım7.

Kuvantum Teorisi'nin epistemolojisi hakkında doktora tezini idâre ettim8.

1978'de, doktorantım olan Prof. Dr. Yalçın Koç "Kuvantum Teorisinin

Episte­molojisi" konusunda bugün, bendenizi fersah fersah aşmış olan bir

hayrülhalef ve de uluslararası bir şöhret oldu. En son olarak da muhterem

meslekdaşlarımdan rahmetli Prof. Dr. Çetin Cansoy te'lif ve neşr etmiş ol­duğu

Kuvantum Mekaniği isimli

kitabının 366 sayfa tutan birinci cil­dini bendenize ithaf

etti9.



Kısacası incelemesiyle, ders

takrîriyle, ders kitabı yazmakla, dok­tora yaptırmakla ve başkalarına bu konuda

ilhâm kaynağı olmakla öm­rümün yaklaşık 40 yılı geçti. Ve ben hâlâ, temsil

ettiği fiziksel realite

açı­sından10 gerçek bilim adamları arasında: 1) künhü tam anlamıyla

fehmedilememiş, 2) matematiksel zorlukları tümüyle aşılamamış, 3) arz ettiği

kavramsal çelişkileri çözümlenememiş ve çözülememiş, 4) gravitasyon ile olan

ilişisi hâlâ bir muamma olan, 5) yorumu hakkında teessüs etmiş olan Paris ve

Kopenhag Ekollerinin biribirlerine zıtlığı da henüz tevhîd edilememiş bulunan bu

teoriyi ihâta edememenin sıkıntısını yaşıyorum.



Ve tabiî, peygamberâne bir ilhâma

mâlik olmadığım için de, kuvantik flüktüasyonların kavramsal dayanağı olan

çok-bağımlı topolojik uzaylar ile kuvantik probabilitelerin kavramsal dayanağı

olan sonsuz boyutlu amorf Hilbert uzayları arasındaki ilişkinin fiziksel âleme

projeksiyonunu da, tıpkı diğer teorik fizikçiler gibi, maalesef çözebilmiş

değilim.

Kuvantum Teorisi konusunun bütün

Dünyâ'da parmakla gösteri­lecek bir otoritesi değilim, ama herhalde câhili de

pek sayılmam; ne de olsa 40 yıllık bir Teorik Fizik Kültürü'ne dayanan

bir fehâmet, idrâk, temyiz ve de bilgi sâhibiyim. Ancak, bunca yıllık çabama

rağmen ko­nunun bizâtihi arz etmekte olduğu güçlükler dolayısıyla, tıpkı diğer te­orik fizikçiler gibi,

Kuvantum Teorisi'nin her yönüne hâkim değilim.

Bundan dolayı,

bendeniz gibi bir fânînin bu fevkalâde kısıtlı bilgisiyle, çizmeyi aşarak,

Kuvantum Teorisi aracılığıyla Kur'ân'ı yorumlamaya kalkışmasının mutlak olarak

imkânsız olduğu bedihîdir. İş böyle olun­ca, Kur'ân'ın Kuvantum Teorisi'ne

dayanarak yapılan bir yorumunun(!) bu teorinin açıklamağa çalıştığım ve henüz

kimsenin çözememiş oldu­ğu zorlukları bakımından, Kuvantum Teorisi'nde biraz

mürekkep yala­mış biz fânîler tarafından anlaşılması da maalesef imkân dışı

görün­mektedir. Bu durumda Ahmet Hulûsî beyin tenezzülen önce biz fânilere

Kuvantum Teorisi'nin bu müşkillerini hâl ve tedrîs etmesi daha kolay, daha

verimli, daha isâbetli ve daha feyizli olmaz mıydı acabâ? Bu iş için de en

elverişli yer üniversitelerimizin Fizik Bölümleri'dir. Böylece hem öğrenciler

Kuvantum Teorisi alanındaki yüksek fikir ve buluşlarından istifâde etmiş olurdu,

ve hem de kendisinin bu müşkilleri halletmesi belki de ülkemize bir Nobel Fizik

Ödülü kazandırırdı.



Kâinat'taki bütün olayların eninde

sonunda maddî, fizikî olaylara ircâ edilerek açıklanabileceğini ve bunun da

mutlakā matematiksel bir model gerektirdiğini temel dogma olarak kabûl

eden ideolojiye Bilim­cilik (Fransızcası:

Scientisme) denir. Aslında bir îmân umdesi olarak değil de ilimde

"yol-gösterici" bir ilke olarak kabûl edilmesi gereken bu husûs, körükörüne bir

ideoloji kalıbına sokulduğunda, Materyalizm'in (eski adıyla dehrîliğin)

gelişmiş fakat aynı zamanda da çok sinsi bir tü­rünü

oluşturur.



Fizik'de Kuvantum Teorisi'ni

Kopenhag Ekolü'nün geliştirmiş ol­duğu felsefe uyarınca yorumlayanların W.

Heisenberg'in Belirsizlik İl­kesi'nden hareketle irâde-i cüz'iyyeyi açıklama

teşebbüsleri de, Ahmet Hulûsi'nin yukarıda sözü edilenler ile benzeri yorumları

da, Prof. Dr. Hans von Ajberg müstear adının ardına saklanan ama profesör filân

ol­mayan bir zâtın bu kabil yorumları da hep bu Bilimcilik Dini'nin ökse­sine

yakalanmış olan Modernist Akım marazının semptomatik

görüntü­leridir.



Bir de, son zamanlarda, bâzı

kimseler Big Bang (yâni Büyük Pat­lama) Teorisinin Kâinat'ın yaratılışını

açıklayan bir teori olduğu iddia­sıyla bunun "Kur'ân'ı te'yid ettiğini"

söylemektedirler. Bu, bilinçsizce ifâde edilmiş bir iddiadır. Çünkü, bilindiği

gibi, te'yid dâimâ bir üst makām tarafından olur. Bu bakımdan, Kur'ân herhangi

bir şey tarafından, hele hele böyle bir spekülatif senaryo

tarafından te'yid edilemez. O, bu kabil bir te'yidden

münezzehtir.



Big Bang ya da Büyük Patlama

Teorisi denilen senaryoda11 :

1) zamanın başlangıcında bütün Kâinat'ın kütlesinin avuç içi kadar küçük bir

hacımda olduğu, 2) t=0 ânında bunun tıpkı bir radyoaktif

atomun parçalanması gibi bölünerek ufacık tâneciklere ayrıştığı, 3) bu

tâneciklerin biribirlerinden uzaklaşarak, hacmi gitgide artan ve bugün yarıçapı

15 milyar ışıkyılına ulaşmış olan bir Kâinat oluşturdukları, ve 4) bugünkü

Kâinat'ın büyümesinin de bu ilk patlamanın eseri olduğu iddia

edilmektedir.




Bu teori (!) şu sorulara bilimsel

bir cevap bulamamaktadır:


  1. Kâinat'ın bu muazzam kütlesi

    hangi fiziksel ilkelere uygun

    olarak

    avuç içi kadar bir yerde bulunuyordu?
  2. Başlangıçtaki bu kütlenin dışında ne vardı?
  3. Bu

    kütle niçin patladı

    ?Kütlenin patlamasıyla ortaya

    çı­kan tânecikler patlama öncesinde

    hangi fiziksel ilkeler uyarınca oluş­muşlardı

    ?



Aslında "Büyük Patlama Senaryosu"

bugün bilim âleminde moda olduğu içindir ki medyada sözü edilebiliyor. Yoksa bu

senaryonun teo­rik sonuçlarının aynısını öngören başka senaryolar da var ama

bilim âleminin kendisine özgü bâzı kuralları ve sosyolojik yapısı sebebiyle

onlardan sıkça söz edilmez. Meselâ Hoyle-Narlikar-Arp üçlüsünün ta­sarladıkları

senaryo12 da aynı sonuçlara ulaşmakla beraber onun başlangıcında böyle bir sürü

soruyu da peşinden sürükleyen bir Büyük Patlama bulunmamaktadır. Bu üç bilim

adamı Kâinat'ın t

=0 ânından-beri bugünkü görünüme

sâhib olduğunu senaryolarının dayan­dığı ilke olarak

seçmişlerdir.



Pozitif bilimlerin Kâinat'ın

kökeni hakkındaki spekülâsyonlarını bâzı kimselerin fizikî realitenin gerçekten

de nihaî hâli olarak vehmet­meleri ve bunu kendi sübjektif yorumlarına malzeme

yapmaları yalnız­ca hazin bir bilgi ve temyiz fıkarâlığı sergilemektedir, o

kadar!

Diyânet

İşleri Başkanlığı'nın


"İlmî Tefsir

Projesi"

Diyânet İşleri Başkanlığı 1993

Mayıs ayında "İlmî Tefsir

Proje­si"

ile ilgili olarak bir yazılı açıklama yayınlamıştı13. Bu

açıklamanın bâzı pasajları şöyledir:


  1. " Söz

    konusu tefsir ilmî

    bir

    tefsir olacaktır".
  2. "...

    Kur'ân'ın âyetleri, ilmî gelişmelerle açıklık kazanmakta, âyetlerin hikmetleri

    ve Kur'ân'ın mûcizevi yönü daha iyi anlaşılmaktadır. Başka bir ifâde ile Kur'ân,

    ilimle içice ve sürekli olarak

    karşılıklı alışve­rişte bulunmaktadır

    . Bu nedenle (söz konusu)

    tefsir "ilmî" özelliğini taşımaktadır".

  3. "Kur'ân'ın ilmî olarak tefsiri

    gibi ciddî bir konuda, sâhasının uzmanı çok sayıdaki ilim adamını çalışmaya

    ortak etmekten, yâni kolektif çalışmaya yönelmekten başka çâre bulunmamaktadır.

    Ülkemizde yeterli ilim adamı potansiyeli

    bulunmaktadır. Bu nedenle ... ilmî çalışmasında ihtisas komisyonları kurulacak

    ve başta tefsirciler olmak üzere, hadîsciler, fıkıhçılar, kelâmcılar,

    felsefeciler, tarihçiler, filologlar, edebiyat­çılar, sosyologlar, psikologlar,

    tabipler, astronomlar ve benzeri branşlarda uzmanlar yer

    alacaktır".



Her şeyden önce "Kur'ân ilimle ... sürekli olarak karşılıklı

alış­verişte bulunmaktadır"

ibâresinin gerçeği yansıtmayan

fevkalâde talihsiz bir ifâde olduğuna dikkati çekmek istiyorum. Şüphesiz ki

Kelâm, Fıkıh, Tasavvuf, Hadîs ve kısmen de İslâm Felsefesi gibi ilim­lerin

Kur'ân'dan esinlendikleri, O'na dayandıkları, O'ndan yaptıkları alıntılarla

zenginleşip geliştikleri bir vâkıadır. Ama sözü edilen bu ilim­lerin de, pozitif

ilimlerin de Kur'ân'a bir şey vermeleri ya da Kur'ân'ın bunlardan bir şeyler

alması, yâni Kur'ân ile ilimler arasında herhangi bir

alış-verişin mevcûd olması külliyen muhâldir.

Kur'ân sâdece

verir; almaktan kesinlikle münezzehtir ve ebediyete kadar da böyle bir

alış­verişe muhtaç olmadan Cenâb-ı Hakk'ın Hazret-i Peygamber'e indirdiği gibi

kalacaktır.

Bu tefsirin hazırlanmasında

uygulanacak olan metod olarak da, tefsirin, kurulacak pekçok ihtisas komisyonu

tarafından yapılması gös­terilmektedir. Ancak her bir ihtisas komisyonunun

çalışmasının esasları nasıl olacaktır? Tefsire girecek metnin kararını her bir

komisyon nasıl verecektir? Üyeler arasında anlaşmazlık olursa bu nasıl

çözümlenecek­tir? Her bir ihtisas komisyonunun metni nasıl telif, terkib ve

tevhid edi­lecektir? Tefsirin isâbetliliğini kim garanti edecektir? Üyelerin

belirli meseleler hakkındaki ihtilâflarının çözümünde Kilise'nin

Konsilleri'ndeki gibi demokratik bir

oylama­ya mı gidilecektir? Bu takdirde de söz konusu tefsire İlmî Tefsir

yerine Demokratik Tefsir

denilmesi daha isâbetli olmaz mı?

Meselâ Belkıs'ın tahtının Hazret-i

Süleyman'ın nezdine taşınması hâdisesini ihtisas komisyonlarındaki bir zât

çağdaş(!) bir biçimde, yâni modernist akımın gereğine uyarak her şeyi, ve

tabiî Kur'ân'ı da akla uydurmayı vaz geçilmez ilke kabûl ederek, açıklamağa

kalkar da bunun ışınlanma(!) veyâ holografi(!) yâhut da takiyonlar(!) aracılığıyla vuku

bul­muş olduğunu iddia ederse ya da üç ayrı zât bu üç isâbetsiz iddiayı or­taya

atarsa bunlardan hangibirinin isâbetli olduğuna ve tefsire alınıp alınmamasına

hangi otorite, hangi makām karar verecektir?

Filvâki, sonunda, nihaî karar

merciinin Diyânet İşleri yüksek Ku­rulu olduğu ilân edilmiştir ama eğer bu kurul

600 bilim adamının katkı­sıyla hazırlanacağı söylenen bütün bu ilmî tefsirin

isâbetliliğini temyiz edecek kadar çağdaş bilimlerde de yed-i tûlâ sâhibi idi

ise o zaman ne­den oturup da bu tefsiri kendisi yapmaz? Bu da anlaşılır iş

değildir.

Bir de, tabiî, müteşâbih âyetler

meselesi vardır. Bu husûsda ne yapılacaktır? Tefsir, iddiaya göre, ilmî

olacağına göre gene bu âyetler­den hareketle bir takım yakıştırmalarla çağdaş

ilmin sonuçları buradan istihraç edilmeğe mi çalışılacak? Bu takdirde bu gene

Kur'ân'ı bir ilim kitabı derekesine düşürmek olmayacak mıdır? Bu, kezâ,

müteşâbih âyetler hakkında Cenâb-ı Hak'kın (III/7) âyetinde getirmiş olduğu

kayıda ve îkāza da aykırı hareket etmek ve edeb dışına çıkmak olmayacak

mıdır?

Bütün bu sebeblerden ötürü, hâlâ,

Diyânet İşleri Başkanlığının bu teşebbüsünün yukarıda nâkıs yanlarını

vurgulamağa çalıştığım Modernizm çerçevesinde kalacak demokratik ve vehmî bir tefsir

olacağı endîşesini taşıyorum.

Bu projeyi savunanlardan, Ankara

Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Atay,

gazetelerde çıkan bir beyânâtında14:



"Özellikle Cumhuriyetten sonra

Kur'ân'a ve İslâmiyete yönelik saldırılar karşısında Kur'ân'ın da çağdaş

anlamda gözden geçirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Bu­nu iki şekilde

değerlendirebiliriz: Teknik, modern ilim­lere karşı Kur'ân-ı

Kerîm'i müdafaa etmek.

Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in mevcûd

tefsirleri kendi asrına göre hazırlandığı için günümüz şartlarına cevap

vermemektedir. Hattâ yanlış olanları da vardır. Şu anda müslüman toplumda bir

çok yanlış bilgi mevcûd. Şu anda ya­pılması gereken mevcûd eski fikirlerin

yanlış olduğunu belirtmek ve bunun yerine yeni, doğru fikirler koymak­tır. Böylece Kur'ân-ı Kerîm modern ilimlere karşı

ko­runmuş olur."



Bu pasajın yazılı bir beyanâtın

parçası olmamış olmasını ve zaptedilirken de sayın profesörün ifâde etmek

istediklerinin aynen yansıtılamamış olmasını ümid ve temenni ederim. Zirâ bu

hâliyle bu pasaj maalesef vahim ve çarpık bir kanaati: "Hıristiyanlık'da dinin

ve ilmin biribirlerinden bağımsız ve ilgisiz iki ayrı alan olduğu" husûsunda

Kilise'nin asırlar boyu işlemiş olduğu ve Cumhuriyetten sonra da entellerimiz

tarafından, hiç bir kritikten geçirilmeksizin, gerçeğin ta kendisi bir kaziyye

olarak kabûl edilen bir düşence-kalıbını (paradigma'yı)

yansıt­maktadır.



Kur'ân'ın

tekniğe ve modern ilimlere karşı müdafaa edilmesi de, korunması da külliyen

mesnetsiz ve muhâldir.

Zîrâ bir nesne, ancak ve ancak,

kendi ahvâlinde istenilmeyen bir değişiklik yapabilecek bir şe­yin etkisine

karşı savunulur ve korunur. Oysa tekniğin de modern ilim­lerin de Kelâmullāh

olan Kur'ân'da bir değişiklik yapması, Zât'ına İlim sıfatını lâyık görmüş ve bu

sebeble de ilmin menşei olan Allāh (c.c.)'nun sünnetine aykırıdır, muhâldir.

İlimle Kur'ân arasında bu yüz­den bir çelişki yoktur; olamaz da! Buna karşılık

bilimsel görünüşlü, gerçekliği kanıtlanmamış ve kanıtlanması da mümkün olmayan

(meselâ insanın maymundan türemiş olduğuna dair Darwin'in spekülâsyonu gi­bi)

bâzı spekülâsyonlar,

mâhiyetleri iktizâsı, Kur'ân'ın âyetleriyle bağdaşamayabilirler. Spekülâsyon

ile ilim kesin bir biçimde temyiz ve tef­rik edilmezlerse kavram kargaşasına ve

çarpık kanaate düşmek işten bi­le değildir.



Sonuç

Sonradan Modernizm adı verilen akım geçen

yüzyılda İngiliz müstemlekesi olan müslüman ülkelerde ezilmişliğe bir reaksiyon

olarak müslüman aydınlar tarafından tohumu atılan bir ihyâ hareketi olarak başlamıştı.

Bu aydınlar, İslâm ülkelerinin Batı emperyalizmine karşı ta­kındıkları miskin ve

sünepe tavırdan yakınmakta, ve bu tavrın İslâm'ın değil de Asr-ı Saadet'den

sonra uydurulmuş bir sürü bâtıl i'tikād ve bid'atin uzun vâdeli eseri olduğunun

idrâkiyle, dini eski sâfiyetine rücu ettirmeyi hedef

almaktaydılar.



Ancak hareket çabucak çığrından

çıktı. Batı düşüncesinin hiç bir elekten geçirilmeden kabûlü ise, insanları,

aklın Kur'ân'ı ve Sünnet'i dahî sorgulayabilecek nitelikte olduğu vehmine sevketti. Bunun üzerine hareket bir ihyâ hareketi olarak başlamış iken bu sefer

Sünnet'i çoğunlukla reddeden, ibâdeti namaz vakitlerini dahî azaltacak kadar

basitleş­tirmek isteyen, Kur'ân'ı da sözde çağdaş bilimin gereklerine göre

tefsir etmeyi amaçlayan (açıkça telâffuz edilmese bile gerçekte) bir "dinde reform

hareketi

"ne dönüştü. Pekçok kimse de, ne yazık ki, bu

hareke­tin anarşist câzibesine kapıldı.



Bu hareket çerçevesinde mütâlâa

edilmesi gereken önemli bir husûs da: Kur'ân'ı bir fizik ya da astronomi kitabı

derekesine indiren; bü­tün mânevî olaylara ve nesnelere maddî ve fiziksel

nesneler gözüyle bakıp bu çerçevede yorumlayan; Kur'ân'ı "kuvantum fiziğine göre

yo­rumladığını(!)", cinlerin "mikrodalgalardan oluştuğunu", "tayy-ı zaman ve

tayy-ı mekânın takiyonlarla vuku bulduğunu" iddia eden; ve daha ni­ce bu kabil

zırvayı ve münâsebetsizliği

fütursuzca lânse edebilen ya da medya aracılığıyla ettirtebilen dâva sâhibi,

medyatik, karizmatik ve de sosyetik sözde-müfessirlerin Türkiye'nin,

medyanın belirli bir kesimiy­le gübrelenen mümbit toprağında pıtırak gibi bitmiş

olması keyfiyeti­dir.

Diyânet İşleri Başkanlığı da "İlmî Tefsir Projesi"

ile modernist akıma resmî bir katkıda bulunma zemini hazırlamaktadır.

Bu, açıklan­dığı kadarıyla, isâbetsiz bir metodolojiye dayanan ve ilmî olmaktan

çok parmak hesabına dayanan ve ancak Kilise'nin Konsilleri'nde görülen demokratik bir tefsir projesi

olmak yolunda­dır15.



Aklı Kur'ân'ın hâdimi kılacak

yerde, Kur'ân'ı akla uydurmağa ve bunları pozitif bilimlerin himâyesine tevdî

et­meğe yönelik gayretlerin isâbetle teşhis, tesbit ve ilânı pekçok müslümanı

dalâlete düşmekten koruyacaktır. Bu teşhis ve tesbitler dahî, hiç kuşkusuz,

cehâlete karşı bir cihâddır.





* *

*







[1]"Bilgi

ve Hikmet" dergisinin 11. sayısında 1995'de yayınlanmıştır.
[2]Süyûtî, Câmi

al Sagıyr, 2.

cild, s.45;

Bulak/Mısır baskısı, Hicrî 1286.

[3]Meselâ Bk.: J. Jomier, Le Commentaire Coranique du

Manâr, Tendances Modernes de L'exegèse Coranique En Egypte;

Maisonneuve, Paris

1954.

[4]Bk. Ahmed Yüksel Özemre, "Fiziksel

Realite

"

Meselesine Giriş,

Açılımkitap, İstanbul

2005.

[5]Bk. Ahmed Yüksel Özemre, "Said

Nursî ve Esîr Kavramı", Euro Agenda-Avrupa Günlüğü, Sayı: 5, s.309-313,

Berlin-Wien-İstanbul, 2004.

[6]A.Y.Özemre, Çağdaş

Fiziğe Giriş Ders Kitabı

, 3. baskı, s.41-198, İst. Univ.

Fen Fak. Yay., 1978.

[7]Emine M.Rıza, Teorik-Fizik Dersleri Cild

3A I - Kuvantum Mekani­ği Çözümlü Problem Kitabı,

İst. Univ. Fen Fak. Yay.,

1982.

[8]Yalçın

Koç,

Doğa'nın

Kuvantum Mekaniksel Betimlemesi ve Ölç­me Sorunu

, İst. Univ. Fen Fak.

Yay., 1983.

[9]Çetin Cansoy, Teorik Fizik Dersleri Cild:

3A/Kuvantum Mekani­ği

(Birinci Kitap), İst. Univ. Fen

Fak. Yay., 1995.

[10]Bk. Ahmed Yüksel Özemre, "Fiziksel

Realite

"

Meselesine Giriş,

Açılımkitap, İstanbul

2005.

[11]A.Y. Özemre, Teorik Fizik Dersleri

Cild:8 - Kozmolojiye Gi­riş

, İst. Univ. Fen Fak. Yay.,

1981.

[12]Bk. 1) Jayant Narlikar and

Halton Arp, Astrophysical Journal, Vol. 405, p.51-56, 1993. 2) F. Hoyle,

G.Burbridge and J.Narlikar, Astrophysical Journal, Vol. 410, p. 437-457,

1993. 3) Ciel et Espace/Big Bang: Les Astronomes Qui N'y Croient

Pas", Octobre 1993.

[13]Yeni Hafta

gazetesi, 17-23 Mayıs 1993 tarihli 42. sayısı.

[14]Yeni

Hafta gazetesi, 17-23 Mayıs 1993 tarihli 42.

sayısı

[15]Bu proje daha sonra Diyânet

İşleri Başkanlığı tarafından Türkiye Diyânet Vakfı'na ısmarlandığı zaman projeyi

yürütecek olan 12 kişilik yürütme kurulu bendenizi de ne türlü bir katkım

olabilir diye görüşmeye çağırmıştı. Kendilerine bu proje hakkındaki olumsuz

düşüncelerimi 3,5 saat boyunca izah ettimdi. Bunun üzerine Tefsir yayınlanırken benden de 1,5-2

sayfalık bir özet isteyeceklerini bildirdiler. Eğer gerçekten de böyle bir özet

isterlerse bunun 1,5-2 sayfaya sığmıyacağı ama bu özette en azından yollama

yapabileceğim bir eser bulunabilmesi için ben de Kur'ân ve

Tabîat İlimleri (Tenkidî Bir Yaklaşım) isimli kitabımı yazdım (Kaknüs

Yayınevi, 112 sayfa, Üsküdar 1999) ve söz konusu kurulun üyelerine takdîm

ettimdi. Bu proje şimdilerde (yâni Haziran 2003'de) Diyânet İşleri Başkanlığı

tarafından askıya alınmış durumdadır.

Tasarım & Geliştirme | kerataif