Buradasınız
İLMÎ ARAŞTIRMA AHLÂKININ BAZI TEMEL SORUNLARI
İLMÎ
ARAŞTIRMA AHLÂKININ
BAZI
TEMEL SORUNLARI
Prof.Dr.
Ahmed Yüksel Özemre
Ahlâk
Nedir?
Belirli bir düzene bağlı olduklarını
beyân eden ya da gerçekten de bağlı olan kişilerin: 1) haksızlığa uğramamaları,
ve 2) haksızlığa sebep olmamaları için uymaları gerekli olan: A)
kurallar'ın, ve B) davranış biçimleri'nin oluşturdukları
normlar topluluğuna o düzenin ahlâk sistemi ya da,
kısaca, ahlâk'ı (etika'sı) denir. Edeb ise "ahlâkın zorunlu kıldığı
hayat tarzına uymak irâdesi ve sebâtı" demektir. Bu irâde ve sebâta sâhip
kimselere de "edepli" ya da eski deyimiyle "müeddeb"
denir.
Buna göre, bir ahlâk sisteminden söz
edilebilmesi için hem iyi tanımlanmış bir düzenin ve hem de bu düzene bağlı olan
kişilerin mevcûd olması şarttır. Şu hâlde ahlâk kavramı hem düzen
ve hem de o düzene ait kişiler yönünden izâfîlik arz etmektedir. Bu gözlem ise,
doğal olarak, farklı ahlâk kavramlarının var olabilmelerine ışık
tutmaktadır.
Farklı ahlâk sistemlerinin
biribirlerine göre durumları acaba nasıl olabilir? Bir de bunu gözden geçirelim.
Farklı iki ahlâk sistemini oluşturan norm kümeleri: ya 1) biribirlerinden
bağımsızdırlar (yâni bunların arakesit kümesi boş kümedir), ya 2) bu iki
kümenin bazı normları ortaktır (yâni arakesit kümesi boş küme değildir), ya da
3) kümelerden birisi diğerinin bir alt kümesidir.
Meselâ "iblîslere mahsûs ahlâkı
oluşturan normların kümesi" ile "İslâm ahlâkının normlarını oluşturan küme"nin
arakesiti boş kümedir; ama musevî ahlâk normlarının kümesi ya da laik cumhuriyet
ahlâkının normlarının kümesi ile islâmî
ahlâk normlarının kümesinin arakesit kümeleri boş küme değildir. Buna karşılık,
meselâ İslâm'da aile ahlâkını oluşturan normların kümesi Kur'ân'ın vaz etmiş
olduğu ahlâk normlarının bir alt kümesinden ibârettir.
İlâhî Ahlâk ise Allāh'ın,
Hâlik ve Rab olarak, mahlûkātı ile Ulûhiyet'i arasında vaz etmiş olduğu hukukun
normlarıdır. Buna binâen kâmil din de, söz konusu normlara uyarak
Allāh'ın ve mahlûkātının hukukuna riâyet etmek demektir.
İlim Ahlâkı
oluşturan fertlerin Toplum Ahlâkı'ından da, belirli bir mesleğe
mensûb kimselere özgü Meslek Ahlâkı'ndan da söz etmek mümkündür.
Meslek Ahlâkı'na batı dillerinde Deontoloji denilmektedir. Bu
kelime Eski Grekçe'de "deon: yapılması gereken" ve "logos: beyân,
açıklama" kelimelerinden oluşturulmuş bileşik bir kelime olup yapılması
gerekli olan görevlerin ve bunlarla ilgili kuralların açıklanması anlamında
kullanılmaktadır. Meselâ Tıbbî Deontoloji, hekimlerin: 1) tıb
ilmiyle, 2) diğer meslekdaşlarıyla, 3) hastalarla, 4) toplumla, 5) tıb
öğrencileriyle, 6) sağlık personeliyle, 7) tıbbî malzeme üreticileri ve
satıcılarıyla, ve 8) kurumlarla olan ilişkilerindeki: A) ahlâkî
sorumluluklarını ve B) bunların sınırlarını
tanımlamaktadır.
İlim ahlâkı da görünüşte bir
meslek ahlâkıdır ama İslâm'a göre İlâhî Ahlâk'ın bir
alt-kümesidir; ve hiçbir din İslâm kadar ilme değer vermiş, ilim ahlâkını ve
âlimi yüceltmiş değildir. Kur'ân'ın hemen hemen 1/8 kadarını oluşturan 750 kadar
âyet inananları:
isâbetli biçimde kullanmaya,
kavramaya
dâvet ve teşvik etmektedir. Oysa
Kur'ân'da insanların biribirleriyle olan sosyal ve hukukî münâsebetlerini
düzenleyen yalnızca 250 kadar âyet bulunmaktadır.
Hz Muhammed'in peygamberliğini tebliğ
ve tasdîk eden ilk vahyin "Oku!" emriyle başlamış olmasını da,
inananların ilim kazanmanın yolu-yordamı konusunda Cenâb-ı Hakk'ın lûtufkâr bir
işâreti olarak kabûl etmek gerekir. Nitekim İslâm âlemi bu emre ne zaman uymuşsa
parlak medeniyetlerin anası olmuş; ve ne zaman bu emri unutmuşsa her bakımdan
acze düşmüştür.
Hz Muhammed dahi ilim adamlarını
(ulemâ'yı) Peygamberlerin vârisleri gibi şerefli bir unvanla
taltif etmiştir. O'nun ilim konusundaki yüzlerce hadîsinden şu birkaçı İslâm'da
ilmin ve âlimin yeri ve değeri hakkında ne güzel
müjdelerdir:
- İlmi
çin'de dahi olsa arayın; gidin elde edin! çünkü ilim sâhibi olmak her müslümana
farzdır. Şüphe yok ki melekler ilim sâhibi olmak isteyenin üstüne
kanatlarını gererler.
- İlim
definelerdir; ve o definelerin anahtarı da sorudur. Allāh'ın rahmeti üzerinize
olsun! Soru sorun! çünkü soruda dört kişiye ecir vardır: sorana, öğretene,
dinleyene ve bunları sevene.
- İlim
ile mal bütün ayıpları örter.
- İlim
tahsil etmeğe çalışmak dine ne güzel bir yardımdır!
- Kimse,
bir ilmi yaymaktan daha üstün bir sadaka veremez.
- İlminden yararlanılan âlim,
ibâdetle vakit geçiren bin kişiden daha hayırlıdır.
- İlme
tâlib olan kimseye Cennet tâlib olur.
- âlim
kimseyle düşüp kalkmak, oturup durmak ibâdettir.
- âlim
ile âbid arasında yetmiş derece vardır.
- Hayırsızların en hayırsızı ilim
adamlarının hayırsızı, hayırlıların en hayırlısı da ilim adamlarının
hayırlısıdır.
- âlim
kimsenin yüzüne bakmak ibâdettir.
- İlmi
yazın ki kaybolmasın!
- Allāh'ım, fayda vermeyen ilimden
sana sığınırım!
- Rabb'm
benim eşyâ hakkındaki ilmimi arttır!
- Allāh'ım, Beni ilimle zengin et,
akılla ve yumuşaklıkla beze, kötülükten çekinmekle yücelt, kötü işlerde
bulunmamakla güzelleştir!
- İlmin
âfeti unutmaktır. Ehil olmayana ilim öğretmekse ilmi
yitirmektir.
- Şüphe
yok ki ilmin aşağılık kimselerden aranıp istenmesi kıyâmet alâmetlerindendir1.
İslâm'da ilmin ve ilim sâhibi
kimsenin bu derecede yüceltilmesindeki hikmet ilmin Cenâb-ı Hakk'a izâfe edilen:
Hayat, İlim, Semi', Basar, İrâde, Kudret, Kelâm ve
Tekvîn olarak belirlenmiş olan Sıfat-ı Sübûtiye'den
biri olması ve ilim sâhibi kimsede Cenâb-ı Hakk'ın bu sıfatının nûrunun tecellî
etmesinden ötürüdür.
İslâm'da ilmin kaynağı ve ilmin
asıl sâhibi, ilmi ezelî ve ebedî olup bütün mükevvenâtı kuşatan va Zât'ına İlim
sıfatını lâyık gören Zât-ı İlâhî'dir. Cenâb-ı Hakk'ın Bakara sûresinin 255.
âyetinde de te'yid ettiği gibi "İnsanlar O'nun ilminden ancak gene O'nun
müsaade ettiği kadarını kuşatabilirler". Bu da ilmin neden bütün insanlara
ve neden tümüyle verilmediğinin, neden zamana bağlı bir gelişim ve evrim içinde
bulunduğunun hikmetine ve, ayrıca da, âlimin ilmiyle boş yere mağrûr olmaması
gerektiğine işâret eder. Nitekim Cenâb-ı Peygamber başka iki
hadîsinde:
- âlimin
sermâyesi kibirliliğini terketmektir.
- İlmiyle
öğünen kimseye düşman olun!
diyerek ilmin âlimin zâtî malı
değil, fakat ilmin zâtî Sâhibi tarafından kendisine tevdî edilmiş, hıyânet
etmemesi gereken bir emânet olduğuna işâret etmektedir.
İşte bütün bunlardan ötürü
İslâm'da din ile ilim arasında aslā doktriner bir çelişki mevcûd
olmamıştır. Hıristiyanlıkta ise din ile ilim XVII. yüzyılın
başındanberi, biribirinden bağımsız ve hattâ doktrin temelinde biribiriyle
çelişik iki müessese olarak algılanmış; ve bu çelişki Galileo Galilei'nin (1564
– 1642) ilmî düşüncelerinden ötürü 1633 yılında Engizisyon Mahkemesi tarafından
mahkûm edilişi ile, bir paradigma (yâni bir "düşünce kalıbı")
olarak Batı Düşüncesi'ne yerleşerek hıristiyan aydınlarının vicdanları üzerine
ağır bir ipotek vaz etmiştir. II. Vatikan Konsili de bu Konsil'iden sonra gelen
Papa'lar da bütün çağdaşlaşma (aggiorna-mento) veyâ çağdaş görünme
çabalarına rağmen, bu ipoteğin kalkması için resmî hiçbir teşebbüste
bulunmamışlardır.
Gerek ilgili Kur'ân âyetleri
gerekse hadîsler İslâm'ın İlim Ahlâkı'nın normlarının temelini
teşkil ederler. Ancak, günümüze kadar, bu ahlâk başlıbaşına bir doktrin olarak
ve sistematik bir biçimde ele alınıp da işlenmiş değildir. Bu ahlâk müslüman
ilim adamlarının kendi kābiliyet, fehâmet ve temyîzleri çerçevesi içinde
hayatlarını tanzim ve tezyîn eden bir modus vivendi yâni bir hayat tarzı
şeklinde tezâhür edegelmiştir.
İslâm Dinine
Göre
İlim Ahlâkının Temel
İlkeleri
İslâm'a göre İlim Ahlâkı'nın temel
ilkelerine girmeden önce Arapça'da KFR (kefere) masdarının
etimolojik anlamının "örtmek, saklamak" olduğuna dikkati çekmek istiyorum. Bu
masdar, dinî anlamda, Hakk'ı ve Hakîkat'ı örtmek, saklamak
anlamını kazanmıştır. Bu kapsamda da âmene (inanmak) masdarının
zıddı görünümündedir. Kefere'den türetilen kâfir'in anlamları:
inanmayan, örten,
saklayan'dır. Şu hâlde kâfir: Hakk'ın ve Hakîkat'ın tecellîlerini
örten ve/veyâ bunlara inanmayan kimse demektir. Küfr ise: Hakk'ı ve Hakîkat'ı (hem kendi
kendisinin fehâmet ve temyîzine, hem de başkalarının Hakk'ı Hakk ve Hakîkat'ı da Hakîkat olarak fehm ve temyîz
etmelerine e n g e l olacak şekilde) örtüp saklamaktır. Bu
kapsamda küfrün zıddı sıdk ve kâfirin zıddı da
sıddîk (her ne bahâsına olursa olsun doğru olan ve doğruyu beyân
eden)dir. İslâm'da küfr haramdır; ve insanın nefsini küfrden sakınması ise
ibâdet mesâbesindedir.
Kur'ân'da:
- "Allāh'a yalan isnad edenden ya da
kendisine ulaşan doğru haberi yalanlayandan daha zâlim kim
olabilir ki?" (XXXIX/32)
- "Sana
gelen ilimden sonra eğer bazı kimselerin yersiz isteklerine2
uyacak olursan, sen elbette ki zâlimlerden olursun"
(II/145)
Şu hâlde bir âlim, ilmî
hakîkatları nefsinin hevâ ve hevesine mağlûb olarak olduğundan başka göstermeğe
yâni bunların mâhiyet ve hüviyetini örtüp saklamamağa kalkışmadığı sürece hem bu
yönden küfrden korunmuş olur ve hem de Cenâb-ı Hakk'ın Güzel İsimleri'nden El
Alîm ism-i şerîfinin gereğine göre hareket etmiş olarak o ismin tecelligâhı
olmuş olur.
Yâni İslâm, âlimin sıddîk olmasını taleb etmektedir. Kanaatimce İslâm'da İlim
Ahlâkı'nın, üzerine inşâ edilmesi gereken en önemli ilke budur. âlim, Cenâb-ı
Hakk'ın kendisine emânet ettiği ilmi korumak ve bu emânete hıyânet etmemekle
yükümlü olduğunun idrâkine sâhip olmalı ve bu nûru aslına uygun olarak
yansıtması gerektiğinin idrâkini de daima zinde tutmasını
bilmelidir.
Kur'ân'da:
- Ve
ululanıp insanlardan yüz çevirme! Ve yeryüzünde kasılarak yürüme! Şüphe yok ki
Allāh kibirlenen, övünüp duranların hiçbirini sevmez.
(XXXI/18)
Hadîslerde3
ise:
- ümmetimin hayrlıları âlimlerdir;
âlimlerin hayrlıları da merhametli olanlardır.
- ümmetimin helâki fenâ âlimler ve
câhil âbidler yüzündendir. Fenâların fenâsı fenâ âlimler, iyilerin iyisi
de iyi âlimlerdir.
- âlimler
arasında öğünmek, akılsızlara kendisini göstermek ya da halkın gönüllerini
çekmek için bilgi elde eden Cehennem'e yönelmiştir.
- Tamah
âlimlerin kalbinden Hikmet'i giderir.
- Allāh,
ilmini kendisine saklayıp gizleyene ateşten bir gem vurur.
- âlimlerin fenâsı emîrlerin4 ayağına gidenler, emîrlerin iyisi de âlimleri
ziyâret edenlerdir.
- ...
Kime bir şey belletiyorsanız ona karşı alçak gönüllü olun; cebbâr âlimlerden
olmayın.
- İstediğiniz kadar okuyun!
Bildiğinizle amel etmedikçe Allāh sizi mükâfatlandırmaz.
- Bildiği
ile amel edene Allāh bilmediğini de bildirir.
- Az
başarı çok bilgiden iyidir.
- Kıyâmet
gününde en ağır azâbı görecek olanlar Allāh'ın, (sâhip olduğu) ilminden
faydalanmayan âlimlerdir.
- Bilginler üç çeşittir. Birinci
kısmı bilgisiyle yaşar, insanlar da onun sâyesinde rahatça, bilgisinden
faydalanarak geçinirler. Bir başka kısmıysa, insanlar onun sâyesinde yaşarlar da
kendisi bildiğini tutmaz, kendi kendisini helâk eder. Bir de ilmiyle yaşıyan
fakat başkasını yaşatmayan, halka faydası dokunmayan bilgin
vardır.
- Bilgiyi
(ehlinden) gizleyene her şey, hattâ denizdeki balık ile havadaki kuş bile
lânet eder.
- İlmiyle
öğünen kişiye düşman
olun.
- Kim
"Ben âlimim" derse odur câhilin ta kendisi.
- Her kim
Allāh rızâsı için tevazuu kendisine âdet edinirse Cenâb-ı Hakk onu
yükseltir.
- İnsanların iki bölüğü vardır ki
bunlar düzgün oldu mu bütün insanlar düzelir, bunlar bozuldu muydu bütün halk
bozgunluğa düşer. Bunlar bilginler ve buyruk sâhipleridir.
buyurulmaktadır. Ayrıca Hz İsâ
da:
- Ağaçlar
çok ama hepsi de meyva vermez. Meyvalar çok ama hepsi de tatlı olmaz. İlimler
çok ama hepsi de faydalı olmaz.
demiştir.
Buna göre âlimin hayrlısı: 1)
öğünmeyi, kibri, tamahı, nekesliği, fırsatçılığı terk eden, 2) ilimlerinden
faydalanan, ve 3) başkalarını da faydalandıran alçak gönüllü
âlimlerdir.
Gene hadîslerde:
- Sefih
(âdî) kimselerle cidalleşmek, âlimlere karşı
üstünlük taslamak ve bu sûretle insanların teveccühüne mazhar olmakkasdıyla ilim tahsil etmeyiniz. Zirâ bu gâye için okuyanlar
Cehennem'liktir.
- Allāh'ın en fazla buğz ettiği
kimse cidalleşmede direnen kimsedir.
- İlimde
cidalleşmeyi öğrenen topluluk uygulamadan uzaklaşır.
- Doğruyu
bulduktan sonra cidalleşme âfetine kapılmadıkça bir topluluk doğru yoldan
sapmaz.
denilmektedir.
Buna göre âlim y a l n ı z c a hakîkatı keşfe, korumaya ve inandırıcı
delîlleriyle tebliğe memurdur. âlim, hakîkatın ve bu hakîkatın yol açtığı ilmin
menşei de, vasîsi de, savunucusu da değildir.
Allāh, tıpkı din söz konusu iken olduğu
gibi, ilmin de menşei olmak hasebiyle onun hem vasîsi ve hem de koruyucusudur.
Bu bakımdan İslâm'da âlimin ilmî bir gerçeği herkese kabûl ettirmek gibi
bir sorumluluğu yoktur. âlim, ilmî bir gerçeği herkese kabûl ettirmek gibi bir
sorumluluğu bulunmadığının sorumluluğunu müdrîk, temkinli ve vakur
olmalıdır.
Gerçekten de cidâl insanı rakîbine
üstün kılmak için her çâreyi mubah gören bir davranış biçimidir. İmâm-ı Gazalî
İhyâ-i Ulûmü-d Dîn isimli eserinde "cidâl marazı"nın (tıpkı
safsatacılık marazını kendilerine meslek, gâye ve hayat tarzı edinmiş
olanlarda görüldüğü gibi) hased, kibir, kin, gıybet, öğünme, tecessüs, hınç,
nifak, riyâ, inkâr ve
hakkı - görüp - de - kabûl - etmeyerek - bile - bile - cidâle - aşırı - hırsla - sarılma gibi
büyük ahlâkî zaaflara ve bu zaaflardan doğacak olan belâ ve âfetlere nasıl yol
açtığını ayrıntılarıyla izah etmiştir. Cidâlden vaz geçmenin fazîleti de şu
hadîsde bildirilmektedir:
- Kim ki
bâtıl (haksız) olduğunu anlayıp da cidalleşmeyi terk ederse Allāhu Teâlâ ona
Cennet'in kenar yerinde bir ev ihsân eder. Kim ki haklı olduğunu bildiği hâlde
cidalleşmeyi terkederse Allāhu Teâlâ ona Cennet'in en iyi yerinde bir binâ inşâ
eder.
Bundan başka, Hz.
Peygamber:
- İlmi
yayınız, öğretiniz! Eğitim ve öğretim usûllerini kolaylaştırınız, kat'iyyen
güçleştirmeyiniz! Okuttuklarınıza daima öğrendiklerini, anladıklarını,
ilerlediklerini müjdeleyiniz! öğretirken karşınızdakilerin anlayış yetenekleri
az olduğunda kızıp bağırmayınız, sükût etmeyi seçiniz!
- ...
Ehil olmayana ilim öğretmek ise ilmi yitirmektir.
buyurmaktadır. Gerçekten de ilim
öğretilmesi konusunda ehil olmayanlar verilen ilmi kabûl edemeyecek kadar koyu
câhil olan ve cehâletlerinde ısrar edenler ile kötü niyetli olanlardır. Hz
Alî'nin dediği gibi: "... Câhiller âlimlere
düşmandırlar".
Şu hâlde "öğretimi kolaylaştırma"
ve "ilmi ancak ehline tevdi etmek" İslâm'ın âlime yüklediği iki önemli ahlâkî
sorumluluktur.
Bugünün dünyâsında ve her çeşit
süflîliği, pespâyeliği ve cehâleti fazîletlermiş gibi gösteren Medya'nın olumsuz
etkilerine ve ilim ihtikârıyla "köşeyi dönme" çağrılarına rağmen nefsine ve
idrâkine hâkim olarak bu ilkelere sarılabilen vakur ilim erbâbına ne
mutlu!
İlim Adamı
Kime Denir?
Aslında, ilim ahlâkının bir doktrin
olarak açıkça ortaya konulmasının ve üniversitelerimizde sistematik bir biçimde
okutulup yorumlanmasının isâbetli olacağı âşikârdır. Bunun sâyesinde ilim adamı
namzetlerini ilim ahlâkı bakımından hayrlı bir biçimde yönlendirmek ve
kendilerinin ilim ahlâkına aykırı davranışlardan korunmalarına yardımcı olmak
mümkün olabilecektir.
Avâmın ve Medya'nın genellikle
bilim adamı diye bilip takdîm ettiği kimseler arasında, aslında:
1) bilimsel nitelikleri, 2) etkinlikleri, ve 3) ilmi idrâk ve ilim hakkında
tefekkür yetenekleri yönlerinden bir hiyerarşi (silsile-i merâtib,
derecelendirme) mevcûddur.
hiyerarşinin en alt düzeyinde bulunur. Bilim teknisyeni üniversite eğitiminden
sonra en az yüksek lisans ya da doktora derecesini kazanmış; bunun sonucu olarak
da, ister uygulamalı isterse teorik olsun, ilmin çok dar bir alanında bir
metodun uygulanması konusunda uzmanlaşmış bir kimsedir.
literatürü izlemede, bilim teknisyeni düzeyinde iken üzerinde uzmanlaşmış olduğu
metodu farklı alanlara uygulayabilmede, başka özgün metodlar ihdâs etmede ve
uygulamada yetenek sâhibi kimsedir.
vasfından başka, uzmanı olduğu alanların: 1) târihine, 2) felsefesine, 3)
epistemolojisine, 4) politikasına, 5) psikolojisine, 6) sosyolojisine, 7)
ekonomisine, ve 7) deontolojisine de hakkıyla vâkıf olan ve bütün bu konuları
global bir şekilde kuşatarak derinliğine tahliller yapabilen bir
kimsedir.
fazla ilimde âlim olan kimseye yakıştırılan
sıfattır.
kesbîdir; yâni insan, irâdesi ve azmi sâyesinde, çalışıp
çabalamakla bu mertebelere erişebilir. Bunların üstünde ise, ancak fıtraten çok
üstün yeteneklerle donatılmış olarak kâmil bir allâmenin eğitimiyle farklı bir
olgunluk kazanmış ve olağanüstü derin bir sezgiyle ilmî hakîkatları aslına
ihânet etmeyecek kadar sâdık bir biçimde fehm, idrâk ve temyîz edebilen,
bunlardan pratik sonuçlar da çıkarabilen, hem ilmî ve hem de beşerî olgunlukları
temkin, adâlet ve ihsân ile bezenmiş kimseler de vardır ki bunlara da
hakîm denir.
Burada takdîm edilen bilginler
hiyerarşisinde, kazanmış oldukları bilgi düzeyi ve deneyimleri dolayısıyla,
kendi dar uzmanlık alanlarının dışındaki konularda en kolay yanılma tehlikesine
mâruz bulunanlar: bilim
teknisyenleri ile bilim adamlarıdır. Bunlar genellikle
iki-değerli Aristo mantığının kurallarını uygulamayı iyi bilirler, ve her bir
olayın da somut bir sebebe bağlandığına îman ederler. Hele bunlar
deneysel alanda çalışan kimseler ise bu îman daha da kuvvetli olur. Zâten
hepimiz daha ilkokuldan başlayarak her olayın maddî bir sebebi bulunduğuna
inandırılmıyor muyuz? Pedagoji açısından ele alındığında bu, çocukluk çağı için
isâbetli bir eğitim tarzıdır. Zirâ ilkokuldaki eğitimden gâye çocukları,
etraflarındaki âlemde olayların biribirine bağlı olarak ve anlaşılması mümkün
bir düzen içinde vuku bulduğu, yâni içinde yaşamakta olduğumuz bu âlemin
anlaşılabilir ve anlaşılmasının da elzem olduğu
fikrine alıştırmaktır.
İşte bu alıştırmada
nedensellik (illîyet) ilkesi , yâni her şeyin
bir sebebi bulunduğuna îman, merkezî bir rol oynar. Bu ise akıl yürütmede,
mantığı isâbetli bir biçimde kullanma hasletiyle birlikte bilgi elde etmenin
kapılarını açan iki anahtardır.
Ancak: 1) her şeyin belirli bir
sebebi olduğuna îman etmek başka şey, 2) o sebebi fehm ve idrâk etmek başka şey,
3) o fehm ve idrâk edilen sebebi teşhis ve temyîz etmek başka şey, 4) o sebebin
gerçekten de bu teşhise uygun olarak mevcûd olduğunu isbat etmek başka şey, 5) o
sebebin söz konusu olayı doğuran yegâne sebep olduğunu (yâni bu sebep ile olay
arasında gözden kaçmış bir sebepler zinciri bulunmadığını) isbat etmekse
bambaşka şeydir.
Bilim
teknisyenlari
ile bilim adamları ya kendi dar uzmanlık alanlarının sınırları
içinde meselenin bu cepheleriyla hiç karşılaşmamış oldukları ya da meselenin bu
cepheleri kendilerini hiç ilgilendirmemiş olduğu için sebep
kavramının muğlâklığı üzerinde genellikle kafa yorup araştırma yapmış kimseler
değildirler. Dar uzmanlık alanlarının her günkü gözlemlerinin kendilerine telkin
ettiği kaba "sebep" kavramı yalnızca onların dünyâya bakış açısını
biçimlendirmekle kalmamakta, onlara, her şeyi ama her şeyi açıklayabilmenin ya
da reddedebilmenin baş döndürücü kudretine sâhip oldukları serâbının karşı
koyulmaz cezbesini de aşılamaktadır.
Bu cezbe onları, bazen, ilmî
olarak açıklayamadıkları ya da beşer olarak karşı oldukları bazı olaylar
karşısında olayı sübjektif bir biçimde ve ilim-dışı motivasyonlarla
(sâiklerle) reddetmeğe; ya da olay apaçık ortada iken bunu, tümüyle
ilim-dışı sebepler uydurarak ve uydurdukları sebeplerin realitesini tahkik
etmeğe gerek duymaksızın yalanlamağa kadar götürebilmektedir. Ve bunu
yaparlarken de Gerçeği arayan Gerçeğin kulu ve hizmetkârı objektif bir
âlim gibi değil de kendilerine inanmıyan râfızîler
tarafından, otoritelerine karşı böylelikle işlenmiş olan taarruz cürmünün
(Frasızcasıyla: crime de lèse-majesté'nin) cezâsını vermek için afaroza
başvuran öfke küpü Papa'lar misâli hınçla yaparlar. Bu davranış biçimi,
maalesef, akademik ortamlarda da nâdirattan değildir. Akademik ortamların
dışında da bütün Türkiye bu gibi tipleri ve bu kabil davranışları (gerek bazı
açık oturumlar, gerekse bazı konuların bilimsel irdelenmesi dolayısıyla)
televizyon ekranlarında ibretle seyretmek fırsatını sık sık
bulmaktadır.
Ancak, hemen belirtmek gerekir ki
bu kabil tipler ve davranışlar yalnızca Türkiye'ye münhasır değildir. Dünyâ'nın
her yerinde, bilim teknisyenleri ile bilim adamlarının bir kısmı için bu,
böyledir. Bu kategorideki bilginlerin psikolojisinin marazî bir vechesini
aksettiren bu kabil davranış bozukluklarına biz Papalık
kompleksi adını veriyoruz.
Bu davranış bir ideolojik doktrin
olarak Pozitivizm'in ifrâda kaçan bir deformasyonu olan
Bilimcilik Mezhebi'nin belirgin özelliğidir5.
Bu mezhebin sâliklerinde görülen en belirgin semptom, her ama her
meselenin: 1) iki-değerli Aristo mantığındaki kıyas (sillojizm), ve 2)
nedensellik ilkesi (illiyet prensibi) aracılığıyla akılcı(!)
ve de bilimsel(!) bir biçimde tahlil edilebileceğine ve
bir çözüme kavuşturulacağına dair katı bir îman sâhibi
olmalarıdır.
Mantığın iki-değerli Aristo
mantığından ve hele hele kıyasdan ibâret olmadığını bilmedikleri; ayrıca ilmin
bazı konularının nedensellik ilkesine uymamakta olduğu keyfiyetinden de
sebep kavramının çağdaş tahlilinden ve kritiğinden de haberleri
olmadığı için bu kimseleri ilmî temkin ve tetkike dâvet etmek de hep sonuçsuz
kalmaktadır.
İlim Ahlâkı
Açısından
Pozitif İlim ve
Metafizik
Lâtince kökenli pozitif kelimesinin etimolojik
anlamı: kesin, değişime uğramaz'dır. Müsbet
kelimesi ise Arapça'da sübût etmiş yâni "delîllere dayandırılarak kesinlik
kazandırılmış" anlamındadır. Görülüyor ki gerek Arapça müsbet kelimesi gerekse Lâtince kökenli
pozitif kelimesi aynı anlama sâhiptirler. Buna göre
"İlim Felsefesi"nde Pozitif ya da Müsbet İlimler delîllere
dayandırılarak, aksinin doğru olduğu
gösterilinceye kadar (yâni bir
anlamda izâfî bir) kesinlik kazandırılmış bilgiler
içeren ilimler hakkında kullanılmaktadır.
Bu, bir bakıma: 1) herhangi bir kimsenin kendi
Muhayyele'sinin telkin edebileceği yanıltıcı ilhâmın, mâhiyetini aslā
değiştiremeyeceği, 2) bu
bilgileri tesbit ve idrâk edenden de, tesbit ve idrâk için yararlanılan (hisler,
gözlem ve ölçü âletleri, akılyürütme kuralları... gibi) araçların tümünden de
bağımsız, 3) kişilerin
nefisleriyla değil objeler ile kāim olan objektif bilgilere dayanan ilim
demektir.
Pozitif ilimlerin objektifliği ya
Matematik'de olduğu gibi mantık kurallarının işlerliliğiyle; ya da diğer
ilimlerde olduğu gibi bu mantık kurallarının işlerliliği yanında bu ilimlerin
öngördükleri olayların gözlem ve ölçümlerinin mümkün hatâ sınırları içinde
uyuşmalarıyla (ve ayrıca da bütün bu olguların K.R. Popper anlamında yanlışlanabilir
olmalarıyla, yâni bu olguları gözlem ve ölçümler aracılığıyla yalanlayabilmenin
yol-yordamının potansiyel olarak mevcûd
olmasıyla6)
temin edilir.
Binâenaleyh, ölçüme tâbî tutulamayan ya
da kendisi değilse bile etkileri de ölçülüp gözlenemeyen, pozitif ilimlerce bilinen olaylara
ircâ edilemeyen (indirgenemeyen)
ya da bunlarla ilgisi kurulamayan (ayrıca, yanlışlanabilirlik
kriteri'ne
uymayan) bilgi ve olgular pozitif ilimlerin kapsamı dışında kalır. Bunlara
pozitif-ilim-dışı
veyâ (Eski Grekçe'de tabiat karşılığı füzis
kelimesinden mülhem olarak) fizik-dışı, fizik-ötesi
yâni metafizik
bilgiler ya da olgular denir.
İşte pozitif ilimlerin sınırları bu
kapsamda belli olmaktadır. Pozitif ilimlerin, kendi alanları dışında kalan ve
erişemedikleri
olgu ve bilgiler için kendi çerçeveleri
içinde
söyleyebilecekleri bir şeyleri yoktur. Eğer bir kimse bunun aksini iddia eder de
meselâ Rûh'un var ya da yok olduğunu pozitif ilimlerin çerçevesi içinde
tartışmağa kalkışır ve hattâ tartışma hakkının olduğunu iddia ederse, ya pozitif
ilim ile metafiziği bir kavram kargaşası sefâleti içinde
biribirine karıştırıyor
ya da pozitif-ilimsi bir görünüm altında safsata ya da sübjektif bir spekülâsyon
yapıyor demektir, vesselâm! Zirâ metafizik alanına ait bir kavramın ontolojik
realitesini pozitif ilim kıstaslarına göre kabûl ya da red etmeğe kalkışmak bir
avuç leblebinin ağırlığını bir diyapazonun çıkardığı "lâ" notasının sesi
cinsinden ölçmek kadar abestir.
Hemen ifâde etmek gerekir ki Metafizik
felsefenin çok önemli kollarından biridir ama pozitif ilim değildir. Metafiziğin
ayrı bir realitesi, ayrı bir değeri, ayrı bir etkinliği, ayrı bir vizyonu
vardır. Bir kimse metafiziğin çerçevesi içinde kalarak pozitif ilimlerin
mâhiyetiyle ilgili olay ve olguları pekālâ tartışabilir; bunun otantik bir
anlamı ve değeri vardır. Ama bu durumda aslā pozitif ilim yapıyor olmaz! Fakat
eğer bir kimse pozitif ilimlerin kıstaslarına dayanarak metafiziğin mâhiyeti ile
ilgili olay ve olguları tartışmağa kalkışırsa artık pozitif ilim değil yalnızca
pozitif ilim görüntüsü altında metafizik ve hem de semeresiz bir spekülâsyon ve
hattâ safsata yapıyor demektir.
Pozitif ilimlerde objektiflik bilinci,
târih boyunca, çok yavaş gelişmiştir. Objektifliği bir modus vivendi (bir
hayat tarzı) hâline getirmek ise çok sıkı bir otokritiği, ve bir nefis
hâkimiyetini gerektirir. Bugün bile, kendi alanlarında ne kadar başarılı
olurlarsa olsunlar, bütün bilim adamlarının ilim yaparken ve hele ilmi
yorumlarlarken ve de ilmin pratik sonuçlarını uygulamaya koyarlarken
objektifliğe her zaman sıkı sıkıya riâyet ettiklerini savunmak mümkün
değildir.
Bu zaafın sebeplerinin başında da
gençlere ilim öğretirken bunlara paralel olarak bir İlim Târihi
ve bir de İlim Ahlâkı
derslerinin okutulmaması gelir. Bu, üniversite eğitiminin gerçekten de önemli
bir prensip eksikliğidir. İlim Ahlâkı'na sâhip bir bilim adamı: hem 1) pozitif
ilim ile metafiziği tefrik ve temyîz etmekte muktedir, ve hem da 2) "ben
pozitif ilim ile metafiziği şu ya da bu şekilde biribirine karıştırsam bile
kimse farkına varmaz; ben de dâvâmda üstün gelmiş görünmek için bu kavram
kargaşasında istediğim gibi mugālâta ve safsatayı rahatça yapar, mücâdelemi
başarıya ulaştırırım"
kolaylığına sığınmayacak kadar: A) nefsine hâkim, B) ilmine karşı âdil, ve de 3)
iz'an sâhibi olmak mecbûriyetindedir.
Pozitif ilimlerin izah gücünün ve
sınırlarının kesinlik kazanması da metafizikten ve metafizik içerikli
kavramlardan ve hattâ bir takım mitos'lardan
(efsânelerden) arındırılması da kolay bir süreç değildir. Bugün bile,
uğraştıkları ilmin değeri ve epistemolojisi üzerinde kafa yormak fırsatını
bulamamış fakat çok değerli ve verimli bilim adamları dahi bu konuları
kolaylıkla biribirlerine karıştırabilmektedirler. Bu durum ilim elde etmenin ne
kadar zor ama ilim hakkında sağlıklı, isâbetli ve realist bir tefekkürün ise
daha da zor olduğunun; böyle bir tefekkürde, temyîzin yanılma payının ve
fehâmetin atâletinin ne denli büyük olabildiğinin
delîlidir.
İşte bunun içindir ki bilim
teknisyenleri
ve bilim adamlarının
bolluğuna karşı âlimlerin
yetişmesi çok daha zor ve nâdir olmaktadır.
Pozitif
İlimlerin Mâhiyeti ve Sınırları
Açısından
Bilginlerin Ahlâkî
Sorumlulukları
Pozitif ilimlerle uğraşmak için, her
şeyden önce, ister açıkça isterse zımnen ikrâr sûretiyle (yâni dile
getirilmeksizin, örtülü olarak) mutlakā:
bağımsız olarak var olan bir dış âlemin
varlığına,
âlemden bilgi (informasyon) elde etmenin mümkün olduğuna,
ve
âlemin anlaşılabilir olduğuna, yâni bu âlemde vuku bulan
olayla
rın: A) tasvir edilebilir,B) izah edilebilir, ve C) öngörülebilir
olduklarına
peşînen îman etmekgereklidir
.Bu asgarî îman olmazsa bu dış âlem hakkında herhangi bir ilmin kazanılamayacağı
da âşikârdır.
Pozitif ilimlerin dayanmakta oldukları
bu îmanın temelindeki bu söz konusu üç aksiyomun pozitif ilimlerin içinde değil
sınırlarının dışında kaldığına dikkati çekmek isterim. Yâni bu üç aksiyom,
kendileri hakkında, pozitif ilimlerin herhangi bir hüküm verebileceği nesneler
değildir; ve bu yönleriyla de bunlar ilmî değil, metafizik
muhtevâlıdırlar. Bu özelliklerinden ötürü de tartışmaya, spekülâsyona ve
hattâ istismâra her zaman açıktırlar.
Ancak, sırf bu îmanla pozitif ilimlerin
kendiliğinden iktisâb edilemeyeceği de âşikârdır. Pozitif ilimlerin kazanılması
için, önce bunların konularına giren nesneleri ve kavramları:
1) açık, 2) seçik, ve 3) kesin bir biçimde tanımlamak gerekir. Bu
mesele halledilip de muhtemel kavram kargaşalarının böylelikle peşînen önüne
geçildikten sonra:
âlemden bilgi (informasyon) elde etmenin yol-yordamlarının yâni
metodolojilerinin,
metodolojilerin gerçeği yansıtabilmedeki isâbetliliğinin, gücünün ve
sınırlarının,
edilen bu bilgilerin biribirleriyla olan ilişkilerini (ilintileri ve sebep-sonuç
ilişkilerini) ve bunları modellendirecek olan matematiksel
araçların,
araçların fizikî realiteyi yansıtabilmedeki isâbetliliğinin, gücünün ve
geçerlilik sınırlarının,
dayalı olarak teori
kurmanın ya da senaryo üretmenin: A) metodolojisinin, B)
diyalektiğinin,
teorilerin gözlem ve deneylerle uyumluluğunun,
teori ve senaryoların7
epistemolojik değerlerinin
belirlenmesi
gerekir.
Görülüyor ki pozitif ilim iktisâbı için
izlenmesi gerekli olan yol, aslında, her babayiğitin altından kalkamayacağı
kadar olağanüstü çetin ve meşakkatli bir yoldur. Bu, hatâ kabûl etmeyen bir
süreçtir. Bu süreçte en ufak bir hatâ derhâl sırıtır ve, kendisi hatâ yaptığının
farkında olmasa bile, müellifini derhâl afişe eder. Bu çetin süreç hep, pozitif
ilimleri objektif, ve eriştiği sonuçları da: 1) bunları anlamağa,
2) kontrol etmeğe, ya da 3) bu sonuçları doğuran girişimleri tekrarlamağa
muktedir kimseler nezdinde geçerli kılmak
içindir.
İşte gerçek âlim olmak,
bunun için, çok zordur. âlim sıfatına gerçekten de lâyık olanlar
ancak, pozitif ilimlerin iktisâbında söz konusu sürecin başından sonuna kadar
her bir safhasına hakkıyla vâkıf ve hâkim olan kişilerdir. Bu sürecin yalnızca
bazı safhalarına vâkıf ve hâkim olabilenler ise bilim teknisyenleri ve bilim
adamlarıdır.
Pozitif ilimler sürekli evrim
hâlindedir; bilim teknisyenlerinin, bilim adamlarının ve âlimlerin katkılarıyla
her geçen gün daha da gelişmekte, sınırları daha da genişlemektedir. Bu kapsamda
pozitif ilimler dış âlem hakkındaki son sözü söylemiş ve tabiatın bütün
sırlarını da objektif bir biçimde anlaşılabilir kılmış değildirler! Hattâ
tabiatın bütün sırlarının, sınırları ve metodolojileri bu türlü vaz edilmiş olan
pozitif ilimler aracılığıyla çözülüp çözülmeyeceği de, Gerçek denilenin ta
kendisine erişilip erişilemeyeceği de objektif bir cevâbı olmayan
metafizik içerikli yâni pozitif ilimlerin kapsamı dışında kalan
sorulardır.
Bu durumda pozitif ilimler erbâbına çok
büyük bir ahlâkî sorumluluk düşmektedir. Gerek pozitif ilim
iktisâbında, gerek pozitif ilimlerin çeşitli vechelerinin takdîminde ve
yorumunda, gerekse ilmî değer yargılarında pozitif ilim erbâbı nefsânî
dürtülerle değil fakat pozitif ilimlerin kendilerine kazandırmış olması gereken
objektiflik, temkin ve vekar ile hareket etmelidirler. Ancak, bunun çok yoğun
bir ilmî faaliyet, geniş bir görgü ve derin bir sezgiyle çok zor elde edilebilen
bir haslet olduğu da âşikârdır.
Ne kadar allâme olursa olsun hiçbir
pozitif ilim erbâbı kendisine takdîm edilen bir konuyu ayak-üstü çatılan bilimsi
görünüşünden başka hiçbir meziyeti olmayan (yâni gözlem ve deneylerle
geçerliliği tahkîm edilmemiş, hayâl mahsûlü izahlar içeren) mesnedsiz teorilerle
açıklamağa yeltenmek gibi beşerî ve ilmî bir zaaf sergilememelidir. Ne kadar
allâme olursa olsun hiçbir pozitif ilim erbâbı ne kendisinin ve ne de
pozitif ilimlerin bugünkü durumunun her konuyu açıklayabildiği ve
hele bu açıklamanın da gerçeğe uyduğu vehmine ve yobazlığına
kapılmamalıdır.
Gözlemler, Türkiye'de, bilim
teknisyenleri ile bilim adamlarının önemli bir bölümünün kendilerine yöneltilen
her soruya (kendi uzmanlık alanlarına girse de girmese de, bu soru pozitif
ilimlerin bugünkü düzeyinin cevaplandırabileceği bir soru olsa da olmasa da)
muhakkak ve bizzat bir cevap uydurmayı maalesef bir tutku hâline
getirmiş olduklarını göstermektedir. Bir pozitif ilim erbâbı, kendisini küçük
düşürmemek için, cevâbını bilmediği bir soruya cevap uydurmaktan da buna
ayak-üstü çatılmış bilimsi görünüşlü temelsiz teorilere dayanan uyduruk bir izah
yamamaktan da kaçınmasını bilecek kadar irâdesine hâkim, âdil, temkinli ve
dürüst olmalıdır.
İlmî değeri olmayan, sübjektif bir
boşboğazlıktan öteye gitmeyen uyduruk bir izah müsveddesi yerine o
konuda bilgisi bulunmadığını beyân etmek ya da pozitif ilimlerin bugünkü
durumunun söz konusu meseleyi ilmî ve
objektif bir biçimde izah etmeğe henüz
muktedir olmadığı ifâde etmek ise ilim erbâbı vasfına yakışan, ilim ahlâkına
uygun, isâbetli ve selâbetli bir tutum olur. Ancak, örneklerinden görülmektedir
ki nefsânî dürtüler, ilim erbâbının bir kısmının bu konuda berrâk bir bilince ve
sorumluluk duygusuna sâhip olmalarına müsaade etmemektedir. Bu eksikliği ortadan
kaldırmak üzere hiç değilse bütün doktora öğrencileri için zorunlu
bir ders olarak İlim Ahlâkı dersinin ihdâs edilmesinin isâbetli
bir tedbir olacaktır.
*
[1]Bu hadîs dahi ilim ehlinin ne
büyük bir ahlâka sâhip olması gerektiğine ışık tutmaktadır
.İstanbul'da Arkın Kitabevi tarafından 1970'lerde yayınlanmış olan, Abdülbâkî
Gölpınarlı'nın H. Muhammed ve Hadisleri kitabından
faydalanılmıştır.
İslâm'da Aklın önemi ve
Sınırı, 2. Baskı, Kırkambar Yayınları, İstanbul 1998, XXI. Bölüm:
"Bilimcilik" Dininin âmentüsü, s.271- 298.
[6]Bir teorinin, bir modelin, bir
senaryonun ya da bir iddianın yanlışlanabilir olması onun ilmî olmak vasfını
belirleyen çok önemli bir kıstastır. Meselâ ellerinde taşıdıkları bir sarkacın
salınımlarına ya da sapan şeklindeki bir ağaç parçasının titremesine bakarak
arazide su arayan kişileri yalancı çıkarmanın, yalanlayabilmenin imkânı yoktur.
Böyle bir kimse su bulunduğunu işâret ettiği yer kazılıp da su çıkmazsa daima
işâret etmiş olduğu yerde suyun bulunduğunu ama toprağın yeterince kazılmamış
olduğunu iddia edebilecektir. Onu yalanlayabilmek için mutlaka o yerin
antipoduna kadar kazmak gerekir ki bu da pratik yönden mümkün değildir. Kezâ bir
kişinin nevropatik olmasını S. Freud "libido'ya ya da hadım
olma kompleksi'ne bağlarken A. Adler
küçüklük kompleksi'ne, C.G. Jung ise kollektif arke-tipler'e
atfetmektedir. Bu üç izah çabasının da yalanlanabilmesi mümkün olmadığından bu
iddialar ilmî değil sübjektif iddialar sınıfına
girmektedir.
belirginleştirmekte yarar vardır. Senaryo: belirli bir zaman aralığı içinde sıralanan
ve biribirlerine bir şekilde bağlı olan olaylar topluluğu demektir. Epistemoloji kapsamı içinde ise senaryo: geçmişte bir kere vuku bulmuş ve/veyâ her
safhası hakkında tam ve kesin bilgi sâhibi olamadığımız olayların, olabildiğince
bir sebeb-sonuç ilişkisini gözeterek, nasıl oluştuklarınıakla-yatkın bir biçimde sıralamayı
amaçlayan özel bir modeldir.
Meselâ Evren'in bir Büyük Patlama (Big Bang) sonucu
doğmuş olduğunu ve bu patlamadan sonraki üç dakika içinde bütün temel tânecikler ile elementlerin
oluşmuş olduklarını anlatan ve bir dizi varayıma dayanan Lemaître-Gamow-Weinberg
teorisi(!) aslında akla-yatkın bir senaryodan başka bir
şey değildir. Buna alternatif bir başka senaryo da Hoyle-Gold-Bondi'nin farklı
bir varsayım kümesine dayanan Evren'in Durağan Hâl
Teorisi(!)'dir.
Benzer şekilde, kıtaların her yıl
biribirlerinden uzaklaşmasının mekanizmasını açıklamayı hedef alan Alfred
Wegener'in (1880-1930) Kıtaların Kayması Teorisi (!) de akla-yatkın bir
senaryodur.
Kezâ Charles Darwin'in
(1809-1882) Türlerin Evrimi Teorisi(!) de bu
kapsamda aslā bir teori değil yalnızca bir senaryodur.
Aynı şekilde bütün dinozorların bundan 65
milyon yıl önce pekçok hayvan ve bitki türüyle birlikte Dünyâ sahnesinden
silinip gitmiş olmalarının akla-yatkın bir açıklamasını
amaçlayan Volkanik âfet varsayımına dayalı
olaylar zinciri de Semâvî âfet varsayımına dayalı olaylar zinciri de bu
anlamda ve aynı sonucu açıklamaya yönelik olarak geliştirilmiş olan ve gerçeği
yansıttığını ispat etmenin de reddetmenin de mümkün olmadığı yalnızca iki ayrı
senaryodur.
Bir teorinin isâbetli olmasının kriteri gözlem ve deneylere uygunluğudur.
Gözlem ve deneyler teorinin mîhenk taşıdır. Ancak senaryoları bu kritere tâbî tutmak mümkün
değildir. Bundan dolayıdır ki aynı bir olayı, gözlem ve deneye uygunluk
açısından değil de akla-yatkınlık açısından açıklayabilen birden fazla
alternatif senaryo üretmek mümkün olmaktadır.