Buradasınız

"HADÎSLERİN SIHHATİ" MESELESİNE "OBJEKTİF BİR METODOLOJİ" ÇERÇEVESİNDE BAKIŞ

"HADÎSLERİN SIHHATİ"

MESELESİNE

"OBJEKTİF

BİR METODOLOJİ" ÇERÇEVESİNDE

BAKIŞ




Prof.Dr.

Ahmed Yüksel ÖZEMRE


Hadîs Neye Denir?
1) Hz Muhammed'in (Kur'ân-ı

Kerîm'de tesbit edilmiş olan vahyin dışında) söylemiş olduğu rivâyet edilen

sözlere, 2) O'nun yazdırmış olduğu mektuplara ve evrâka, 3) kendisinin vasıflarını haber veren

rivâyetlere, 4) O'nun bir olay karşısında izhâr ettiği tutumunu ve tavrını

anlatan rivâyetlere, ya da 5) Peygamber'in hâl-i hayâtında vuku bulmuş bir olaya

şâhid olanların rivâyetlerine ve hattâ bâzen, 6) Mâlik bin Enes'in (712-795)

Muvattâ isimli hadîs

külliyâtında yer almış olduğu gibi, Sahâbe ve Tabiîn'in şahsî görüş ve

fetvâlarına dair rivâyetlere dahî hadîs denilmektedir1.

Eğer Peygamber, sözlerinde, doğrudan doğruya Allāh'ın (Kur'ân'da bulunmayan)

kelâmını dile getirmekteyse buna da hadîs-i kudsî

denilmektedir.



Pekçok hadîs külliyâtı bulunmaktadır.

Bunların en tanınmış ve de mûteber addedilenleri ise Buhârî'nin2

(810-870), Müslim'in3

(819-875), Ebû Dâvûd'un4

(817-889), Tirmizî'nin (824-892), Neseî'nin (830-915) ve İbni Mâce'nin (824-886)

hadîs külliyâtlarıdır. Bu altı hadîsçinin külliyâtlarının tümüne Kütüb-i

Sitte (Altı Kitap) denilmektedir. Kütüb-i Sitte, bir kısmı mükerrer,

yaklaşık 31.000 kadar rivâyet ihtivâ etmektedir5.

Bunları ve diğer hadîs kitaplarını6:

A) önyargısız ve B) ciddî bir biçimde inceleyen biraz idrâk ve temyîz sâhibi bir

müslüman: 1) Kur'ân'a, 2) Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân'ın övdüğü yüce

ahlâkına, 3) Cenâb-ı Hakk'ın mîzân üzere vaz edip hıfzetmekte olduğu Tabîat

kānûnlarına, 4) müşâhedeye - mantığa - sağduyuya muhâlif, ya da 5) biribiriyle

çelişik pekçok rivâyeti [yâni Kur'ân'ın menşe' ve mâhiyet i'tibâriyle

rayba fîh (II/2) olmasına karşılık, bu hadîs külliyâtlarının çok şüpheli ve

şâibeli rivâyetleri de] barındırması karşısında, ister istemez, hadîs adı

altında toplanmış bulunan bu rivâyetlerin sıhhati meselesiyle dramatik bir

biçimde karşı karşıya kalmaktadır.



Özellikle Emevî ve Abbâsî

dönemlerinde pekçok hadîs uydurulmuş olmasından sonra yapılmış olan ayıklama

ameliyelerine rağmen nasıl olup da bir kısmı çok mûteber addedilen

hadîs kitaplarında hâlâ bu kabil rivâyetlerin kalmış olması anlaşılabilir bir

keyfiyet değildir.



Bu durumda, mûteber addedilen bu

kitaplardaki ve diğerlerindeki rivâyetler her ne olursa olsun: 1) gene de

her türlü şüpheden-hâtâdan uzak, ve 2) aslā sorgulanamaz (lâyüs'el)

sahîh hadîs olarak mı kabûl edilecektir?7

Yoksa, bunların daha objektif kıstaslar çerçevesi içinde

yeniden incelenip dikkatli bir elemeye tâbi' tutulmaları mı gerekecektir? Bu

bakımdan hadîslerin sıhhati meselesi, eninde sonunda, sahîh rivâyeti sahîh

olmayandan ayırabilen objektif bir metodoloji meselesi olarak

karşımıza çıkmaktadır.

Ancak, şimdiye kadar bu konu,

bildiğim kadarıyla, aslā objektif bir metodoloji meselesi olarak

idrâk ve temyîz edilmiş değildir. Bütün bu hadîslerin sahîh olduğunu iddia

edenler, bunların sıhhatine delîl olarak, bunları sahîh olarak kabûl eden başka

müellifleri göstermekle meseleyi hallettiklerini vehmetmektedirler. Bunun

aksine, rivâyetlerdeki bu tutarsızlıkları müşâhede ve tesbit etmiş bulunanların

bir kısmı ise, işin kolayına kaçmakta ve, ya hadîslerin tümünü reddetmek ya da

hadîslerin dinî hayata yön verme fonksiyonunu minimuma indirmek gibi olumsuz bir

tutum takınmaktadırlar. Bu tavırların her ikisi de ilmî ve de objektif bir

metodolojiyle ilgisi olmayan sübjektif vehimlerden başka bir şey

değildir.




İnen Vahy İle Hz Peygamber'in

ümmetine


Vahy-dışı Hitâbı Arasındaki

Mâhiyet Farkı


Kur'ân vahyin mâhiyetini, aşağıdaki

âyette de görüldüğü vechile, iki kısma ayırmaktadır:




Sana Kitâb'ı indiren O'dur. Ondan

bir kısmı muhkem

(hüküm ifâde eden, mânâsı açık ve

te'vil-yorum gerektirmeyen) âyetlerdir.Bunlar Kitâb'ın anasıdır

(temelidir). Diğer kısmıysa müteşâbih (bir olguyu bir başka

olguya benzetim yoluyla ifâde eden, ve dolayısıyla da gerçeği açık bir biçimde ifâde etmeyen)

âyetlerdir. Kalplerinde (doğrulukdan) inhirâf bulunanlar fitne çıkarmak

ve (kendi çıkarlarına uygun bir biçimde) te'vil etmek için O'ndaki

müteşâbih âyetlere uyar. Oysa onların te'vîlini ancak Allāh ve ilimde râsih

olanlar bilir. Onlar: "Biz O'na inandık, hepsi de Rabb'imizin katındandır"

derler. Bunu ise ancak ûlü-l elbâb (akıllarını dirâyet ve isâbetle

kullanabilenler) akledip düşünebilir. (III/7)



Buna göre: 1) Kur'ân âyetleri

muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki türlüdür; 2) muhkem âyetler

Kur'ân'ın temelidir; 3) müteşâbih âyetler te'vîle muhtaçtır; 4) ancak, müteşâbih

âyetlerin te'vîlini yalnızca Allāh ve ilimde rüsûh sâhibi olanlar bilir (yâni

muhkem âyetlerin herkesin fehâmetine açık olmasının tersine müteşâbih âyetler

herkesin fehâmet ve idrâkine açık değildir8;

5) bu âyetler muhkem âyetler gibi hem inanmayı ve hem de bunlarla amel etmeyi gerektiren âyetler değil,

yalnızca inanmayı gerektiren âyetlerdir; 6) kalplerinde doğrulukdan inhiraf

bulunanlar fitne çıkarmak ve/veyâ, ilimde rüsûh sâhibi olmamalarına rağmen ille

de te'vil etmek gâyesiyle, müteşâbih âyetlere başvururlar.



Buna karşılık Hz. Peygamber'in ümmete

hitâbında Cenâb-ı Hakk, O'na, mesajını açık ve net bir şekilde

duyurmasını (XXIV/54); Rabb'in yoluna hikmetle ve güzel öğütle

çağırmasını, ne insanlarla en inandırıcı

yöntemlerle tartışmasını (XVI/125) emretmiştir. Ayrıca Cenâb-ı Hakk: "Nitekim size, mesajlarımı

iletmesi, sizi arındırması, vahiy ve hikmeti bildirmesi ve bilmediklerinizi

öğretmesi için içinizden bir resûl

gönderdik" (II/151) demektedir.



Resûllullāh'ın bütün bunlardan, ve

hele hele öğreticilik (muallimlik) ve mürebbi'lik görevlerinden, ictinâb etmesi

aslā mümkün değildir. Kur'ân'ın övdüğü yüce ahlâkı dolayısıyla Cenâb-ı

Peygamber'in peygamberliğinin gereği olan öğüt vermede eksik ve kusurlu

davranması da muhâldir. O mutlakā efrâdını câmi' ve ağyârını mâni', açık ve de

seçik kelâm etmelidir. Yâni Hz Peygamber'in sözleri, beşerî açıdan, te'vîl

gerektirecek kadar esrarlı ve muğlāk olamaz. Aksi hâlde bu, Resûlullāh için

büyük bir nâkısa olurdu. Zâten İslâm fıkhına göre ancak zâhire göre hüküm

verilir. Bir kimse Hz Peygamber'e atfedilen bir rivâyetteki nâkısaları te'vîl

etmeğe tevessül edip de bu sözlerin ardında bulacağını umduğu mânâyı bizzât

kendisi üretmeye kalkışacak olursa bu yalnızca, onun, elindeki metnin zâhirini

tahrîf etmesi ve kendi nefsinin sübjektif semeresini Hz Peygamber'e izâfe etmesi

demektir.



Şu hâlde, bir kimse kalkar da

Resûlullāh'dan yapılan rivâyetlerin bâzılarının hem sahîh ve hem de tıpkı

müteşâbih âyetlerde olduğu gibi te'vîl edilmesi gerekliliğini savunursa bu,

Resûlullāh'ın (XXIV/54) âyetinin emrine uymamış olduğu hakkında zımnî ve

vahîm bir ithâm olurdu. Yok eğer söz konusu rivâyet konusunda en ufak bir şekil,

mânâ, delâlet ve mâhiyet şüphesi varsa, zâten sırf bu yüzden, o rivâyetin

sahîh hadîs olarak kabûlü muhâldir.




Kur'ân'a

Göre


Hz Peygamber'in

Nitelikleri


Hakkında: "O hâlde Sen Allāh'a

tevekkül et! Muhakkak ki Sen apaçık hakka uymaktasın" (XXVII/79)9;

"Muhakkak ki Sen en yüce ahlâka uymaktasın" (LXVIII/ 4)10;

"Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (XXI/107); "Kim

Resûl'e itaat ederse Allāh'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, Biz Sen'i

onların başına koruyucu olarak göndermedik" (IV/80)11;

"Allāh'a ve Resûl'üne îmân edin..." (XLVIII/9, LVII/7);

"Allāh'a ve Resûl'e itaat edin ki merhamet edilmişlerden

olasınız!" (III/132); "... Resûl size neyi verdiyse onu alın, neyi

yasakladıysa ondan çekinin" (LIX/7); "Ey îmân edenler! Allāh'a ve Resûl'e

ihânet etmeyin..." (VIII/27); "Eğer O [Resûl] Bize bâzı sözler isnâd

etmeğe kalkışsaydı Biz O'nun kuvvetini-kudretini alır, can damarını keserdik de

buna sizden kimse engel olamazdı" (LXIX/44-47)12

âyetleri bulunan Cenâb-ı Peygamber'e, bu âyetler kapsamında, tâbi' olmak

bakımından mü'minler büyük bir sorumluluk altında

bulunmaktadırlar.



Unutulmamalıdır ki Kur'ân'daki

âyetlerden bir tânesini reddetmek dahî kişiyi İslâm'ın dışında bırakır. Kur'ân

ise tümüyle her türlü şüphenin ötesindedir (II/2); ve Kur'ân'ın her türlü

şüphenin ötesinde olduğu da her müslüman tarafından dâima zinde tutulan kesin

bir idrâk ile idrâk edilmelidir.



Yukarıdaki âyetlerin içeriği, her

müslümanı, Cenâb-ı Peygamber'in yaptığını yapmak ve yapmakdan çekinmiş

olduğundan da çekinmek yolunda Peygamber'in ahlâkını örnek almayı (XXX/21) bir

hayat tarzı olarak idrâk etmekle mükellef

kılmaktadır. Bu bakımdan günümüze kadar intikāl etmiş olan hadîslerin: 1)

sıhhatinden emîn olabilmek

de

, 2)

sıhhatli olanlarına

uymak da, Hz Peygamber'i örnek almak isteyen

"idrâk ve iz'an

sâhibi

her müslüman

için

",

olağanüstü bir öneme sâhiptir.



Yukarıda zikredilmiş olan âyetler,

müslümanlar için, Resûlullāh'ın da her türlü şüphenin ötesinde tutulması

gerektiğinin tartışılmaz dayanaklarıdır. Buna karşılık vahyin, indiği zaman

tesbit edilmiş (yâni hemen sahâbe tarafından ezberlenmiş ve vahiy kâtipleri

tarafından da yazıya geçirilmiş) olması hasebiyle zaman içinde değişikliğe

uğratılmasının (tahrîf edilmesinin) önüne geçilmiş olmasına karşılık

Resûlullāh'ın: 1) günlük yaşantısı, 2) çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu

sözleri, ve 3) çeşitli olaylar karşısında takınmış olduğu tutum ve tavırları

hakkındaki bilgilerimiz yalnızca O'nun vefâtından seneler sonra yazıya

dökülmüş olan rivâyetlere dayanmaktadır.



Bu durumda müslümanlar, kendisine

hakkıyla tâbi' olabilmek için, Resûlullāh hakkında edilen rivâyetlerin

sıhhatinden nasıl emîn olabileceklerdir?


Hadîslerin

Sıhhati'nin


Olmazsa Olmaz İlk

Şartı


Hadîslerin sıhhatinden emîn olmak,

râvîler zincirinin güvenilirliği

ya da râvîlerin biribirleriyle

ilişkilerinin sıhhati

gibi bugün için tahkik edilmesi

mümkün olmayan sübjektif temellere değil, bunlardan tümüyle bağımsız

objektif bir temele

dayandırılmalıdır.



İlk hadîs toplayıcıları
rivâyetlerin sıhhatinden emîn

olmanın kıstası

olarak râvîler zincirinin13 güvenilir kimselerden oluşmuş

olmasını prensip ittihâz etmişlerdir. Oysa içtimaî hayatta bâzı hatâları

görülmüş olsa bile bir kişinin Hz Peygamber'den bir hadîs rivâyet ettiğinde de

muhakkak hatâlı olacağını peşînen kabûl etmek gerçeği yansıtmayabileceği gibi bu

tutum ahlâken (XLIX/12) âyetine14

de aykırıdır. Öte yandan

güvenilir olduklarına

inanılan

râvîlerin hepsinin de hâfızalarının zâfiyet göstermemiş ve dillerinin sürçmemiş

olduğunu kim garanti edebilir15?

Ortadan kaldırılması mümkün olmayan bu şüpheler dolayısıyla, râvîler zincirinin

kendi-başına-rivâyetin-sıhhatinin-garantisi

olarak

addedilmesi epistemolojik açıdan tatminkâr ve objektif bir kıstas değildir.

çünkü hem Emevîler ve hem de Abbâsîler döneminde, uydurulmuş bir hadîsin altına

güvenilir olduğuna

inanılmış bir râvîler zinciri ekleyerek

sayısız uydurma hadîsin imâl edilmiş olduğu bilinen bir

olgudur.



Bugün hadîs ile meşgûl olan pekçok

kimsedeki yaygın kanaat isnâd konusunun günümüz için de geçerli, ve her hadîs

rivâyetini doğru olarak kabûl etmenin saflık olduğudur. Bu zevât asl olanın: her

hadîsi araştırmak, doğruluğunu veyâ yanlışlığını ortaya koymak olduğunda

hemfikirdirler. Ancak isnâd sisteminin bugün hadîsler için geçerli olmadığı,

onun yerine kaynakların geçerli olduğunu savunmakta ve "Kimden duydun?" değil de

"Hangi kaynaktan aldın?" sorusuna verilen cevâbın, hadîsin sıhhatini garanti

eden, yeterli bir cevap olacağını kabûl etmektedirler16.



Burada da objektif bir metodoloji

yerine sübjektif bir

otoriteye rücû'un17

ağır basmakta olduğu gözlenmektedir.

Gene yukarıda zikredilmiş olan

âyetlerden ötürü kesin olan bir şey varsa o da Cenâb-ı Peygamber'in âyetlerin

nüzûlünden sonra bunlara (yâni Kur'ân'a) muhâlif hiçbir sözünün ya da

hareketinin olamayacağıdır. Bu i'tibârla, şu ya da bu şekilde Kur'ân'a muhâlif

olduğu ortaya konan bir rivâyet hakkında verilebilecek tek hüküm bu rivâyetin

sahîh bir hadîs sayılamıyacağıdır.



(1) Şu hâlde, râvîlerinin kim

olduklarına bakılmaksızın, bir rivâyetin sahîh sünnetten sayılabilmesi için

"birinci objektif

18

kıstas" onun Kur'ân'a muhâlif bir muhtevâsı

olmamasıdır.

Yâni Sünnet'in

sahîh olmasının olmazsa olmaz ilk şartı, rivâyetinin Kur'ân'a muhâlif

olmamasıdır. Zâten bu konuda Cenâb-ı Peygamber de:




"Benim sözlerimi Allāh'ın kitabının

ölçülerine vurunuz. Şâyet uygun düşerse o bendendir ve onu ben

söylemişimdir

"19

diyerek bu olmazsa olmaz şarta mü'minlerin dikkatini

çekmiş bulunmaktadır.




Şimdi bir misâl olarak Müslim ve

Tirmizî'de bulunan şu hadîsi göz önüne alalım

20:




"... Asıl müflis, kıyâmet günü

namazı ile, orucu ve zekâtı ile gelir. Öte yandan, şuna buna hakāret etmiş,

iftirâ atmış, birinin malını yemiş, öbürünün kanını akıtmış ve falanı dövmüş

olarak gelir. Yaptığı iyilik ve sevapları işte böylece ona buna dağıtılacaktır.

Borcu ödenmeden sevapları biterse, bu defa

onların günahlarını kendisi

yüklenecek ve sonra da cehenneme atılacaktır

."



Bu rivâyet, en azından son cümlesi

açısından, Hz Resûl'ün söylemesi imkân dışı olan uydurma bir rivâyettir; çünkü

"kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceği" hakkındaki Kur'ân'ın (VI/ 164,

XVII/15, XXXV/18, XXXIX/7 ve LIII/38) âyetlerine

muhâliftir.




Hakkında âyet Nâzil Olmazdan

önceki


Nebevî Uygulamaların Sahîh Sünnet'den


Sayılmayacağı

Hakkında


Bununla beraber, burada bir ihtimâlin

daha vârid olduğuna dikkati çekmek gerekmektedir. O da Cenâb-ı Peygamber'in bu

sözlerinin mezkûr âyetlerden daha hiç biri nâzil olmadan söylemiş olması

ihtimâlidir. Peygamber aslā bir âyeti nakzedemez ve neshedemez ama âyet pekālâ

Peygamber'in (beşerî vasfıyla söylemiş olduğu) sözlerini hem nakzedebilir ve hem

de neshedebilir. Hz Peygamber ileride yanlış anlama ve

uygulamalara yol açmasın diye ve yüksek bir idrâk ve hikmetle, ağzından Kur'ân

hâricinde çıkmış olan sözlerin kayda geçirilmesine herhâlde sırf bu yüzden izin

vermemiştir.



Buna benzer bir durum da zinâ suçu

işleyenlere recm (yâni taşlayarak öldürme) cezâsının uygulanmış olduğuna dair

rivâyetler için de vâriddir. Kur'ân'da: "

Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara

karşı aranızdan dört şâhit getirin. Eğer şâhitlik ederlerse, o kadınları ölüm

alıp götürünceye yâhut Allāh onlara bir yol açıncaya kadar evlerde

hapsedin

"

(IV/15), "

İçinizden fuhuş yapan her iki

tarafa cezâ verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara cezâ verip eziyet

etmekten vazgeçin; çünkü Allāh tevbeleri kabûl eden ve çok

esirgeyendir

"

(IV/16) ve "

Zinâ eden kadın ve zinâ eden

erkekten her birine yüz sopa vurunuz

; Allāh'a ve âhiret gününe

inanıyorsanız, Allāh'ın dininde (hükümleri uygularken) onlara acıyacağınız

tutmasın. Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezâya şâhit

olsun

" (XXIV/2)

denilmektedir.



Buna rağmen bâzı hadîslerde

Cenâb-ı Peygamber'in zinâ suçu sâbit olan birkaç kişiyi recmettirmiş olduğu

rivâyet edilmektedir21.

Hz Peygamber'in Kur'ân'ın (XXIV/2) âyetindeki açık hükmü çiğneyerek zinâya

uygulanan cezâyı nefsânî olarak arttırması Kur'ân'ın O'nun yüce ahlâkı

hakkındaki tavsifi ve Peygamber'e yüklemiş olduğu mükellefiyetler (IV/105,

V/48-49, XIV/11, XVIII/27) ile bağdaşmadığından: 1) ya bu hadîsler uydurma

hadîslerdir, 2) ya da bu recm uygulaması henüz (IV/15, IV/16 ve XXIV/2) âyetleri

nüzûl etmeden vuku bulmuş olan, o zamanki yaygın örfe uygun bir

uygulamadır.



Ne gariptir ki Türkiye Diyânet

Vakfı'nca bir heyete hazırlattırılarak yayınlanmış olan Kur'ân-ı Kerîm ve

Açıklamalı Meâli'nin Ankara 1993 târihli 2. baskısının 79. sayfasında

(IV/16) âyetine eklenmiş olan açıklayıcı not aynen

şöyledir:




"Bu iki âyet fuhuş denilen çirkin

fiil ile ilgilidir. Müfessirlerin çoğuna göre her ikisi de zinâ denilen fuhşa

ait olup, birincisi evlilerin zinâsı, ikincisi ise bekârların zinâsı hakkında

ilk devirlerde tatbik edilen cezâyı

açıklamaktadır. Daha sonra gelen âyet (Nûr 24/2) ve hadîsler ile

Hz. Peygamberin tatbikātına göre

bu âyetler neshedilmiş

, bekârların zinâsı için belli

sayıda sopa, evlilerin zinâsı için ise "recm" cezâsı

getirilmiştir...

"



Aynı Meâl'in 349. sayfasında Nûr

sûresinin 2. âyetine eklenmiş olan açıklayıcı not da aynen

şöyledir:




İslâm hukuku dilinde bu

cezâlandırma şekline "had" denir. âyette emredilen bu uygulama yalnız bekâr olup

da zinâ eden içindir.

Eğer evli bir erkek ve kadın zinâ

etmişlerse buna "recm" cezâsı verilir

.



Görüldüğü gibi söz konusu

müellifler Hz Peygamber'in Kur'ân'ın bir hükmünü ortadan kaldırabileceğini

(
neshedebileceğini) ve onun yerine kendisinin uygun

gördüğü (dolayısıyla İlâhî/Kur'ân'î değil de

nefsânî) bir uygulamayı vaz edebileceğini

söylemektedirler. Kanaatimce bu, Hz Peygamber'in yazımızın başına dercetmiş

olduğumuz Kur'ân âyetleriyle müsellem olan yüce ahlâkını tekzîb eden ve O'nu

Kur'ân'ın (yâni Allāh kelâmının) üstünde bir mevkie yerleştiren olağanüstü vahim

bir hatâ, bir vehim ve bir idrâk eksikliğidir.



Bundan çok daha vahim bir hatâ da

recm cezâsıyla ilgili olarak Hz Ayşe'ye izâfe edilen bir başka uydurma

rivâyettir:




âişe (radyallāhü anhâ)'dan: Şöyle

demiştir:



Andolsun ki recm etme âyeti ve

yetişkin kişiyi on defa emzirme

(sebebi ile nikâhlanmanın

haramlığı)

âyeti indi ve andolsun ki bu

âyetler tahtımın altındaki bir yaprakta

(yazılı) idi. Resûlullāh (sallallāhü aleyhi ve sellem)

vefât edip biz O'nun ölümü ile

meşgûl olunca, evde beslenen bir koyun

(veyâ bir keçi) girip o yaprağı

yedi

"22



Bu rivâyet Kütüb-i Sitte'de yalnızca

İbn Mâce'nin

Sünen'inde bulunmaktadır. Ayrıca,

Kütüb-i Sitte'nin hepsinde de yer almış olan olan bir başka rivâyette de şöyle

denilmektedir:




..... (Abdullah) bin Abbâs

(radiyallāhü anhümâ) dan rivâyet edildiğine göre:


Ömer bin el-Hattâb

(radiyallāhü anh)

(halîfe iken Medîne-i Münev-vere'deki Mescîd-i Nebevî'de bir Cumâ hutbesinde)

şöyle

demiştir:



(Ey Müslümanlar)
Şüphesiz ben şundan korkarım:

Halkın üzerinden uzun bir zaman geçer de

nihâyet bir adam: Ben Allāh'ın kitabında
(zinâ eden evliyi) recmetme (hükmünü) bulmuyorum, der ve bu yüzden halk

Allāh'ın farîzalarından birini terketmekle dalâlete giderler. Bilmiş olun ki

(zinâ

eden)

kişi muhsan (evlenmiş) olup beyyine (dört erkek şâhid), veyâ gebelik, ya da itirâf

olduğu zaman şüphesiz recmetmek haktır. Şüphesiz ben recm âyetini okudum. âyet

şudur: "Şeyh ve şeyhâ

(yâni muhsan erkek ve

kadın)

zinâ ettikleri zaman onları

muhakkak recmediniz".Resûlullāh

(sallallāhü aleyhi ve

sellem)

recmetti ve O'ndan sonra da biz

recmettik

23.



Bu son iki rivâyetin uydurma

oldukları şuradan bellidir ki

bunlar "
Kur'ân'ı muhakkak ki Biz indirdik

ve muhakkak ki O'nun koruyucusu da Biz'iz

" (XV/9) âyetinin kesin hükmüne

muhâlif iddialar içermektedirler. Zîrâ bu âyet Cenâb-ı Hakk'ın kelâmı ile, idrâk

ve iz'an sâhiplerine: 1) Kur'ân'ın bizzât Kendisi'nin koruması altında olduğunu,

ve bundan dolayı da ebediyyen 1) herhangi bir eksikliğe uğramaksızın, 2)

herhangi bir ek ile tahrîf edilmeksizin Hz Cebrâil'in Hz Muhammed'e tebliğ

ettiği şekliyle muhâfaza edileceğini vaad ve ilân etmektedir.

Sözde-recim-âyeti'nin bugünkü Mushaf'da bulunmadığının iddiası ise Cenâb-ı

Hakk'a yalan ve vaadini tutmamak isnâdları değil midir?



Bu durumda, söz konusu iki

rivâyetin hem Hz. Ayşe'nin ve hem de Hz. Ömer'in imajlarını tahrif etmeğe

yönelik bir propagandanın eseri olması da muhtemeldir.



Anakronik24

Unsurlar İhtivâ


Eden Rivâyetler

Uydurmadır


Hadîs olarak telâkki edilen bâzı

rivâyetler anakronik unsurlar ihtivâ etmektedir. Meselâ Tirmizî'de bulunan ve

İbn Abbâs'dan neşet ettiği söylenen:




"ümmetimden iki sınıf vardır ki,

bunların İslâm'dan nasipleri yoktur: Mürcie ve Kaderiyye

"25



rivâyeti uydurma bir rivâyettir;

çünkü Cenâb-ı Peygamber'in zamanında Mürcie ve Kaderiyye fırkaları da bunların

doktrinleri de teşekkül etmiş değildi. Mürcie

"
amele önem vermeyen ve îmânı

yeterli gören

"

bir fırka ve Kaderiyye de VIII. yüzyılın ortalarında yâni Cenâb-ı Peygamber'in

vefâtından yüz yıl kadar sonra ortaya çıkmış olan Mu'tezile fırkasının

"

herkesin kendi kaderini kendisinin

yaratacağı

"

husûsundaki doktrinidir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Peygamber'e izâfe edilen bu sözler

bizzât onun ağzından çıkmış sözler değil, vefâtından belki bir ya da iki yüzyıl

sonra O'na izâfe edilmiş olan uydurma sözlerdir.



Kezâ Müslim'de Kitâbü-l Fazâilü-s

Sahâbe bahsinde bulunan ve Ebû Sufyân'ın şu rivâyeti de muhteşem bir anakronizma

örneğine dayanan uydurma bir rivâyettir:




Ebû Sufyân'dan: Resûl'e dedim ki: "Ey Allāh'ın

Resûlü! Bana üç iyilikte bulun! Kızım ümmü Habîbe'yle evlen! Oğlum Muâviye'yi

kâtib yap! Ve müslümanlarla savaştığım gibi kâfirlerle savaşmam için bana emir

ver!"



Hâlbuki Ebû Süfyân'ın kızı ümmü

Habîbe H. 6/M. 628 yılında Habeşistan'da

mültecî olarak bulunuyorken Hz Peygamber ile evlenmiştir. Nikâh Hz Peygamber'in

gıyâbında kıyılmış, vasîliğini Hâlid bin Saîd yapmış ve Peygamber'i de

Habeşistan Necâşî'si temsil etmiştir. Ebû Sufyân ise, bu hâdiseden iki yıl sonra

H. 8/M. 630 yılında ve Mekke'nin fethi akabinde müslüman

olmuştur.



(2) Bu bakımdan hadîs niyetine

yapılmış olan bir rivâyetin sıhhati konusunda bir başka objektif kıstas da

rivâyetin anakronik unsurlar ihtivâ etmemesidir.




Cenâb-ı Peygamber'in Kur'ân

Tarafından


övülmüş Ahlâkına Muhâlif

Rivâyetler


Hadîs olarak telâkki edilen bâzı

rivâyetlerde Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân tarafından övülmüş olan ahlâkına

muhâlif unsurların bulunması da o rivâyetin sahîh olmadığının objektif

delîlidir.

Bu kabil rivâyetlerden biri de Ebû

Dâvûd'da yer almıştır. Kā'b bin Mâlik'den geldiği söylenen bu rivâyet Hz

Peygamber'in, kendisi aleyhinde şiirleri ile tezyîf edici ve inatçı bir

propaganda yapan Mekke'li Kā'b bin el- Eşref'i bir adam gönderterek öldürtmüş

olduğu hakkındaki iftirâdır26.

âlemlere rahmet olarak gönderildiği (XXI/107) âyetiyle tesbit edilmiş olan bir

Peygamber'in bu kabil bir suikast ile bir şâiri öldürtmüş olması muhâldir27.



Kur'ân'ın övdüğü yüce ahlâkı

dolayısıyla Cenâb-ı Peygamber'in peygamberliğinin gereği olan öğüt vermede eksik

ve kusurlu davranması da muhâldir. O mutlakā efrâdını câmi' ve ağyârını mâni',

açık ve de seçik kelâm etmelidir. Bu ahvâle aykırı rivâyetlerin O'na izâfe

edilmemesi gerekir. Bunun aksinin vârid olması Hz Peygamber'e

bühtândır.



Bu kapsamda belirli bir kesimde

sahîh hadîs diye pek revaç bulmuş olan

"
ümmetimin ihtilâfı

rahmettir

" sözü

de aslā Hz Peygamber'e izâfe edilemez. Bu uydurma bir rivâyettir. Zîrâ (X/40,

XI/85, XXVIII/77, XLVII/22-23, vb...) âyetlerinde de takbîh edilmiş olduğu

vechile bozgunculuk yâni fesad çıkarma da en azından iki cenah arasında bir

ihtilâf doğurur. Tıpkı 4. halîfe Hz Alî'ye başkaldıran Muâviye'nin ve kezâ Hz

Ayşe ile Talha ve Zübeyr'in sebeb oldukları fesadlarda olduğu gibi. Bu fesadlar

binlerce müslümanın kanının akmasına sebeb olmuştur. Bunun neresi rahmettir?

Burada haksız olan taraflar âhiret'te bu ihtilâfların hesabını muhakkak

vereceklerdir. Tevhîd dini olan İslâm'da rahmet olan müslümanların ihtilâfı

değil, ancak ve ancak vahdetidir.



(3) Şu hâlde hadîs niyetine yapılan

bir rivâyetin sahîh olmasının bir başka

objektif şartı da rivâyetin Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân tarafından

övülmüş olan yüce ahlâkına muhâlif unsurlar ihtivâ

etmemesidir.




Fizikî Olarak Allāh'ın Kevnî

Düzenine


Muhâlif Unsurlar İhtivâ Eden

Rivâyetler

Buhârî, Müslim ve Tirmizî'de İbn

Mes'ûd'dan rivâyet edilmiş olan28:



"Biz Allāh Resûlü sallallāhu aleyhi

ve sellem ile Mina'da bulunurken ânîden ay ikiye bölündü. Bir parçası dağın

arkasına, diğer parçası da önüne düştü. Allāh Resûlü sallallāhu aleyhi ve sellem

bize:

"Şâhit

olun, bakın!"

buyurdu
"



hadîsi de uydurma bir hadîstir.

İkiye parçalandıktan sonra bir parçası Mina dağının arkasına diğer parçası da

önüne düşmüş olan nesne aslā Ay olamaz. Ay, Dünyâ'nın çekim kuvvetine bağlı

olarak yaklaşık 384.000 km uzaklıkta dolanan, çapı da Dünyâ'nınkinin dörtte

birinden biraz büyük, yâni yaklaşık 3.470 km olan bir gök cismidir. Ay şu ya da

bu şekilde ikiye bölünse ve bu her iki parça da

(
bütün mekanik kānûnlarının

aksine

) Dünyâ'ya

yönelse, hızları ne kadar büyük olursa olsun, bu parçaların yeryüzüne düşmesi

göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman süresi içinde değil, en azından

birkaç gün içinde olur. Ayrıca bu kadar büyük parçaların toprağa çarpmaları da

yeryüzündeki bütün hayâtın sonu olurdu.



İbretle okunması gereken ve Usmâ (ya da

Umeys) kızı Esmâ'dan iki ayrı şekilde

rivâyet edilen uydurma bir hadîs29

de şöyledir:




Birinci versiyon - " Allāh Resûlü sallallāhu aleyhi ve

sellem öğle namazını Sehbâ'da kıldırıp Ali'yi bir işe gönderdi. Dönünce

Peygamber sallallāhu aleyhi ve sellemin ikindi namazını kıldığını gördü. Sonra

Peygamber sallallāhu aleyhi ve sellem başını Ali'nin kucağına koyup uyudu. Güneş

batıncaya kadar onu kımıldatmadı. Ondan sonra Allāh Resûlü sallallāhu aleyhi ve

sellem şöyle dua etti:

Allāh'ım! Kulun Ali kendini

Peygamberi için hapsetti. Ne olur Güneş'i onun için geri çevir!".

Esmâ dedi ki: "Dağların ve yerin üzerinde

görününceyedek Güneş onun için tekrar doğdu. Bunun üzerine Ali kalktı, abdest

alıp ikindi namazını edâ etti. Ondan sonra Güneş tekrar battı. Bu olay Sehbâ'da

cereyân etmiştir

".



İkinci versiyon – Dedi ki:

"
Peygamber sallallāhu aleyhi ve

selleme vahiy indiği zaman, nerdeyse bayılacak gibi olurdu. Bir gün O'nun başı

Ali'nin kucağındayken kendisine vahiy indi. Daha sonra Allāh Resûlü sallallāhu

aleyhi ve sellem ona:

İkindiyi kıldın mı? Diye sordu. Hayır dedi. Bunun üzerine Allāh Resûlü

sallallāhu aleyhi ve sellem Allāh'a dua etti de Güneş'i geri çevirdi ve Ali

namazını kıldı

". Esmâ dedi ki: "Güneş battıktan sonra tekrar

doğduğunu ve Ali ikindiyi kılıncayadek (gökyüzünde) durduğunu

gördüm

".



Bu kevnî olayı binlerce kişinin görüp

tanıklık etmesi gerekirken olayın yalnızca Usmâ (ya da Umeys) kızı Esmâ

tarafından görülmüş olması bunun ya

rüyâda ya yakazada vuku bulmuş

sübjektif bir olay

olduğuna ya da bu hanımın ismi

kullanılarak uydurulmuş bir rivâyet olduğuna işâret

etmektedir.

Kur'ân'da: "(Allāh) göğü yükseltti ve mîzânı

vaz etti

" (LV/7)

ve kezâ "

eğer Hakk onların keyiflerine

uysaydı, gökler yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur

giderdi...

"

(XXIII/71) denilmektedir.



İlk âyet Cenâb-ı Hakk'ın bütün

fizikî Kâinat için bir ölçü, bir denge vaz etmiş olduğunu ifâde etmektedir ki

bu,

Sünnetullāh da denilen, Tabîat kānûnlarıdır.

Bu kānûnlar sâyesindedir ki bizler gök cisimlerinin hareketlerini

hesaplayabilmekte ve bundan ezân vakitleri gibi pratik sonuçlar çıkarmakta; ya

da uzaya atılan Uzay Mekiği'nin yörüngesini tâyin ederek uzayda ne zaman nerede

bulunması gerektiğini ve Dünyâ'ya ne zaman ve hangi yörüngeyi izleyerek dönmesi

gerektiğini tesbit edebilmekteyiz. Bu (fizik, mekanik, kimya, vb... gibi) Tabîat

kānûnlarında Cenâb-ı Hakk'ın vaz etmiş olduğu mîzân'ın dışında hiçbir

değişiklik, hiçbir

bozulma yoktur. Olsa olsa beşerin bunları

lûtf-i ilâhiyle keşfetmesinde zaman içinde ve (II/255) âyetine göre30

tecellî eden ilmî ilerleme sâyesinde hassasiyeti arttırıcı iyileştirmeler

vardır.



İkinci âyette ise, idrâk ve iz'ân

sâhibi kimselere, göklerin yerin ve bunların içinde bulunan kimselerin bozulup

gitmemesi için, inanmayanların keyiflerine uyulmıyacağı ve

bildirilmektedir.



Bununla irtibatlı olarak Ebû

Avâne'nin

Müsned'inde yer alan31

bir hadîs de idrâk ve iz'an sâhiplerine Hakk'ın bizzât vaz etmiş olduğu mîzânın

korunduğu ve korunacağı te'yid etmektedir. Hz. Peygamber, oğlunun vefâtına

tesâdüf eden bir Güneş tutulmasının halk tarafından Güneş'in de Peygamberin

yasına iştirâk etmekte olduğu şeklinde yorumlanması üzerine hutbede: "

Ay ve Güneş Allāh'ın âyetlerinden

bir âyettir ve Allāh ne Muhammed'in oğlunun ölümü, ne de bir fânînin doğumu için

âyetini değiştirir

" demiştir.



(4) Şu hâlde hadîs niyetine

yapılan bir rivâyetin sahîh olmasının

bir başka objektif şartı da rivâyetin Allāh'ın fizikî olarak mîzân üzere

koruduğu kevnî düzene muhâlif unsurlar ihtivâ

etmemesidir.




Müşâhedeye, İlme ve

Sağduyuya


Muhâlif Unsurlar İçeren

Rivâyetler


çeşitli hadîs külliyâtlarında

karşılaşılan bâzı hadîslerde müşâhedeye, ilme ve de özellikle sağduyuya muhâlif

rivâyetlere rastlanılmaktadır. Bununla ilgili birkaç misâl aşağıda takdîm

edilmektedir.




"Rabb kızarsa vahyi Farsça indirir.

Râzî olursa Arapça indirir

"32



rivâyeti uydurma bir rivâyettir.

Cenâb-ı Peygamber hiçbir sehâbiye Farsça bir âyet ezberletmiş ya da yazdırmış

değildir.




"Ey Hümeyrâ33!

Güneşlenen su ile yıkanma! Zîrâ o cüzzâm yapar

"
34



şeklindeki rivâyet akla, sa33ğduyuya

ve gözlemlere aykırıdır. Eğer bu doğru olsaydı yazın sıcak havada denize

girenlerin hepsinin cüzzâm illetine yakalanmış olması

gerekirdi.




"Sıcak şiddetlenince (öğle)

namazını soğutun (tehir edin biraz). çünkü sıcağın şiddeti Cehennem'in

hararetindendir.

"35



şeklindeki rivâyetin son cümlesi

ise en azından acâyiptir. Burada öğle sıcağının Cehennem'in hararetinden neşet

ettiği gibi bir özdeşleştirme yapılmaktadır ki bunun ilim ve sağduyu ile ilgisi

yoktur. (VII/40) âyetinde suçluların cezâ yeri olarak nitelendirilen Cehennem'in

ateşinin Dünyâ'ya kadar erişip de mü'minleri dahî rahatsız ettiğini telmih eden

bu ifâde, söz konusu rivâyetin en azından ikinci cümlesinin uydurulmuş olmasının

delîlidir.



Buhârî'nin Türkçe tercümesindeki

şu rivâyetin

36

ise, olağanüstü garâbetine rağmen, Buhârî'nin külliyâtında nasıl olup da yer

almıştır, anlaşılır iş değildir:




" Ebu Hüreyre radiyAllāh ü

anhden:

Şöyle demiştir: Resulullah

sallalahu aleyhi vesellem (efendimiz) buyurdu ki her kim Cuma günü cenabet guslü

ile istiğsal ettikten sonra (ilk saatte Cuma namazına) giderse bir deve, ikinci

saatte giderse bir sığır, üçüncü saatte giderse (sağlam) boynuzlu bir koç,

dördüncü saatte giderse bir tavuk, beşinci saatte giderse bir yumurta

37

kurban etmiş gibi (sevaba nail) olur...

"
38



Etimolojik olarak kurban: "Cenâb-ı Rabbü-l âlemiyn'e

yakınlaşmayı (

kurbiy-yet'i) sağlayan şey" anlamında ise de

dinî uygulama bakımından: "Rabb'ın rızâsını kazanmak gâyesiyle belirli şartlara

riâyet ederek belirli bâzı hayvan türlerini usûlünce boğazlamak, ya da bu türlü

boğazlanan hayvan" anlamındadır. Kütüb-i Sitte'de Hz Peygamber'in kendisi için

hep koyun, zevceleri için de bâzen sığır kurban ettiğini bildiren onlarca hadîs

bulunmaktadır. Ayrıca tavuğun ve hattâ yumurtanın dahi(!?) kurban ilebileceğini

bildiren bir başka rivâyet de bulunmamaktadır. Ayrıca yumurtanın

usûlüne uygun bir biçimde

nasıl

boğazlanacağı da bir başka önemli mesele olup bu hususta da herhangi bir

rivâyete ya da fetvâya(!?) rastlamamış olduğumu ifâde etmem

gerekir.



Bundan başka, meselâ İstanbul'da, 21

Aralık 2001 Cuma günü Güneş'in doğuşu 07.19 ve öğle ezânı vakti de 12.09 dur.

Buna göre o gün, bir deve kurban etmiş olmanın sevâbını kazanmak isteyen bir

kimsenin boy abdesti aldıktan sonra Cuma namazına 07.09 da gitmesi ve câmide 5

saat beklemesi gerekecektir. Yok eğer yalnızca bir yumurta kurban etmiş olmanın

sevâbıyla yetinmek isterse câmiye Cuma ezânından bir saat önce gitmiş olması

yeterli olacaktır.

Dünyâ'nın ömrünün 7000 yıl olduğu

husûsunda özellikle Suyûtî tarafından takdîm edilen rivâyetler de, bugünkü ilmî

sonuçların Dünyâ'mızın yaşını 4,5 milyar yıl olarak tesbit etmiş olması

dolayısıyla, i'tibâr edilmemesi gereken uydurma

rivâyetlerdir.



(5) Şu hâlde hadîs niyetine

yapılan bir rivâyetin sahîh olmasının

bir başka objektif şartı da müşâhedeye, ilme, sağduyuya muhâlif unsurlar ihtivâ

etmemesidir.




Mesele çözmek Yerine çözülmez

Meseleler


Vaz Eden

Rivâyetler


Bâzı rivâyetler bir meseleyi çözecek

yerde çözülmesi mümküm olmayan meseleler vaz etmekle mâlûl gözükmektedirler.

Meselâ:




"Cuma'da hazır bulunun ve imâma

yakın durun! çünkü kişi cuma'da (imamdan) uzak durursa (böylece) Cennet ehlinden

olduğu hâlde Cennet'ten uzaklaşmış olur

"39


rivâyetini ele alalım. Bu rivâyet,

imâma yakın durmanın tanımının ne olduğu anlaşılmadığından şüphe uyandırıcı bir

rivâyettir. İmâma yakınlık onun hemen arkasında durmak mıdır, ilk iki safın

kapsamı içinde mi telâkki olunmalıdır ya da câmide ne kadar saf varsa bunların

yarısı mıdır? İmâma yakın olacağız diye Cuma' namazına iki saat önce tehâcüm

eden mü'minlerden kaçı yakın sayılacaktır? Bu rivâyet mesele çözmemekte, aksine

çözümsüz meseleler vaz etmektedir.




"Batıdan ve doğudan fitne zâhir

olduğu zaman Şam'ın ortasında toplanın. Zîrâ o gün yerin altı yerin üstünden

iyidir

"40


rivâyeti ise, benzer şekilde, bir

sıkıntıyı ortadan kaldıracak yerde çözümü olmayan meseleler ve sıkıntılar vaz

etmektedir. Batıdan ve doğudan fitne çıktığı zaman bütün müslümanlar Şam'a nasıl

vâsıl olacaklardır? Fitne kuzeyden ya da güneyden zuhur ettiğinde müslümanların

herhangi br tedbir almalarına gerek yok

mudur? Söz konusu fitne bugün çıkmış olsa Şam şehri ya da Sûriye mıntıkası41

birbuçuk milyar müslümanı nasıl istiâb edecektir? Müslümanlar Şam'da toplandılar

diye fitneden nasıl korunmuş olacaklardır? Bunlar burada ne zamanadek

kalacaklardır? Bu kadar insanın Şam'da toplanması sayısız ikmâl, barınma ve

geçim meselelerini ve bunlara bağlı olarak sayısız fitneyi de peşinden

sürüklemeyecek midir? Bana kalırsa bu rivâyet Şam'ı hânedanlıklarının başkenti

yapmış olan Emevîler'in bu şehre ve de Sûriye'ye kutsal ve de mubârek bir veche

kazandırmak için uydurmuş oldukları bir şeydir.



Fesâhatı, belâgatı ve merhameti

müsellem olan, işleri kolaylaştırmasıyla meşhûr Hz Peygamber'in mezkûr

rivâyetlerin muhtevâsını ifâde etmiş olması muhâldir. Bunlar: 1) ya sonradan

uydurulmuştur, 2) ya da râvîler Hz Peygamber'in merâmını anlamaksızın kendi

idrâk kapasitelerine göre hatırlarındaki sözleri su-i niyetleri olmaksızın

deforme ederek kâğıda dökmüşlerdir. Her iki hâlde de bu rivâyetlerin

aydınlatıcı, irşâd edici ve mesele halledici fonksiyonları kalmamıştır. Bundan

ötürü bunları sahîh hadîs olarak addetmak ve bunlarla amel etmek mümkün

değildir.



(6) Şu hâlde hadîs niyetine

yapılan bir rivâyetin sahîh olmasının

bir başka objektif şartı da çözümü olmayan meseleler vaz etmiş

olmamasıdır.




Hadîsleri

Hakkında


Hz Peygamber'in

Tavsiyeleri


Hz. Peygamber Celâlüddin Süyûtî'nin

Câmi'u-s Sagîr başlıklı hadîs külliyâtında şu hadîsler ilgi

çekicidir:




"İyice bildiklerinizin dışında

benden söz nakletme konusunda Allāh'dan korkun. Kim bile bile benim söylemediğim

bir sözü söyledi diye benim adıma yalan konuşursa Cehennem'deki yerini

hazırlasın

"42



"
Benim bir sözümü duydunuz mu,

benim söylediğimi bildirerek size bir söz söylediler mi, o sözü gönlünüz tasdîk

ederse, o söz kalbinizi yumuşatırsa, o sözü kendinize yakın bulur, benimserseniz

bilin ki o söze sizden daha yakınım ben (, gerçekten de benim sözümdür o söz).

Fakat size bir sözüm söylenince gönlünüz inkâr ederse o sözü, içinizde bir

beğenmezlik, bir nefret duygusu uyandırırsa o söz, kendinizden uzak bulursanız o

sözü, bilin ki o söze sizden de uzağım ben (, benim sözüm değildir o

söz)

"43.


Bu sonuncu rivâyetin, eğer sahîh ise, hadîsler arasında mü'minler için

sübjektif bir ayıklama

ve

rivâyetin

sıhhatine inanma

imkânı

tanıdığı âşikârdır. Ancak, bu rivâyetin tek başına bir kıstas alınması ve

yukarıda zikredilmiş olan: "

Benim sözlerimi Allāh'ın kitabının

ölçülerine vurunuz! Şâyet uygun düşerse o bendendir ve onu ben

söylemişimdir

"

rivâyetinin hükmünü geçersiz kılması mümkün ve de rasyonel

değildir.



Bu sübjektif kıstas yukarıda sıralamış

olduğumuz 6 objektif kritere de takılmamış olan bir rivâyetin sıhhati hakkında

ileri sürülebilecek sübjektif kabûl ya da red husûsunda mü'mini mânevî

sorumlulukdan âzâd eden, merhamet ve müsâmaha dolu nebevî bir ruhsattır.

Hadîsçiler arasında sıhhatleri çok tartışılmış olan:

"
Sen olmasaydın, Sen olmasaydın bu

felekleri yaratmazdım

", "ölmeden önce

ölünüz!

",

"

Nefsini bilen Rabb'ini

bilir

", vb...

gibi hadîslerin kabûl ya da reddi husûsunda fikir beyân etmiş kimseleri Cenâb-ı

Peygamber'i rencîde etmiş olmak kuşkusundan kurtaracaktır ama o hadîsin sahîh

olup olmadığı husûsunu gene de mübhem bırakacaktır.




Sonuç

İlk hadîsçiler rivâyetlerin sıhhatini

râvîlerin güvenilir olması

kriterine

bağlamışlardı. Ama aynı kriter, farklı motivasyonlar uğruna, aynı râvî

zincirlerine dayanarak sayısı milyonu aşan hadîslerin uydurulmasına da fırsat

verdi. Daha sonra bâzı hadîs külliyâtları zaman içinde sahîh ve mûteber addedildiler. Bugün ise elimizde

râvîlerin güvenilirliği hakkında objektif araştırma imkânı kalmamış olduğundan

hadisle meşgûl ilâhiyatçılar bir hadîsin sıhhatini kaynağına yâni söz konusu

mûteber addedilen kitaplarda bulunmasına

bağlamakta ve bu kitaplardaki hadîsleri sorgulamaya gerek duymadan sahîh olarak

kabûl etmektedirler.


Ancak, bunların yalnızca sübjektif

(nefsânî) kabûller olduğu âşikârdır. çünkü

yalnızca Kütüb-i Sitte denilen hadîs küllîyâtlarını bile: A) önyargısız ve B)

ciddî bir biçimde inceleyen biraz idrâk ve temyîz sâhibi bir müslüman: 1)

Kur'ân'a, 2) Cenâb-ı Peygamber'in bizzât Kur'ân'ın övdüğü ahlâkına, 3) Cenâb-ı

Hakk'ın mîzân üzere vaz edip hıfzetmekte olduğu Tabîat kānûnlarına, 4)

müşâhedeye-mantığa-sağduyuya muhâlif, ya da 5) biribiriyle çelişik pekçok

rivâyeti barındırması karşısında, ister istemez, bu kitaplarda hadîs adı altında

toplanmış bulunan bu rivâyetlerin sıhhati meselesiyle dramatik bir biçimde karşı

karşıya kalmaktadır.


Bu durum, mûteber olduğu söylenen bu hadîs

küllîyâtlarının sıhhati meselesinin bu gibi sübjektif kriterlere değil de

objektif kriterlere bağlanmasının ve bütün hadîslerin, şekil ve muhtevâ

açılarından, vaz edilecek objektif bir

metodolojiye

göre yeniden incelenip ayıklanmasının gerekli olduğun telkin etmektedir.

Yukarıdaki incelememiz bu kabil objektif bir ayıklama metodolojisinin objektif

kriterleri olarak aşağıdaki kriterlerin uygulanmasının isâbetli olacağını ortaya

koymuş bulunmaktadır:



1. Hadîs metninin Kur'ân'a muhâlif

bir muhtevâsı olmamalıdır.



2. Hadîs metni anakronik unsurlar

ihtivâ etmemelidir.

3. Hadîs metni Cenâb-ı Peygamber'in

bizzât Kur'ân tarafından övülmüş olan yüce ahlâkına muhâlif unsurlar ihtivâ

etmemelidir.



4. Hadîs metni Allāh'ın fizikî olarak

mîzân üzere koruduğu kevnî düzene muhâlif unsurlar ihtivâ

etmemelidir.



5. Hadîs metni müşâhedeye, ilme ve

sağduyuya muhâlif unsurlar ihtivâ etmemelidir.

6. Hadîs metni çözümü olmayan

meseleler vaz etmiş olmamalıdır.




Doğrusu, bu objektif kriterler

tatbîk edilerek Kütüb-i Sitte'de bir ayıklanmaya tevessül edildiğinde, bu

kriterlere takılmamış kaç rivâyetin geriye kalacağını fevkalâde merak etmekteyim. Bu yeni

kriterleri vaz ederken yalnızca

bir araştırma yönü belirlemiş olduğumun da

farkındayım. Hadîslerin sıhhati meselesi,

meselenin objektif bir metodoloji

meselesi olduğunu teşhis ve temyîz edebilen diğer başka araştırıcıların

vaz

edecekleri başka objektif kriterlerin ilâvesiyle mutlakā tahkim

edilmelidir.




* *

*







[1]İmâm Mâlik bin

Enes Muvattâ'yı Abbâsî halîfesi Ebû Câfer el-Mansûr'un arzusu

üzerine ve 40 yılda hazırlamıştır. İlk olarak yaklaşık 100.000 hadîs rivâyeti

ihtivâ etmekte iken, müellifinin sıkı bir eleme çalışması yapması üzerine 40 yıl

sonunda Muvattâ'daki rivâyetler 1720'ye inmiştir.
[2]Buhârî

Sahîh isimli,

tekrarlarıyla birlikte 7.397 (tekrarsız 2.602) rivâyet içeren, eserini 600.000

rivâyet arasından eleme yaparak derlemiştir.
[3]Müslim kitabını

300.000 hadîs arasından ayıklayarak tasnif etmiştir. Müslim'in kitabı 4000 kadar

hadîs ihtivâ etmektedir.
[4]Ebû Dâvûd

kitabını 500.000 hadîs arasından ayıklayarak tasnif etmiştir. Ebû Dâvûd'un

kitabı 4800 kadar hadîs ihtivâ etmektedir.
[5]Hadîs

külliyâtları hiç kuşkusuz bunlardan ibâret değildir. Ahmed bin Hanbel'in

(781-855), bir rivâyete göre 750.000 bir diğer rivâyete göre de bir milyon

rivâyet arasından eleme yaparak 28 yılda tamamladığı söylenen ve 10.000 i

mükerrer 40.000 rivâyet ihtivâ eden Müsned'ini de zikretmek

yerinde olur. (Eğer bu bir milyon rivâyet sahîh olsa idi Cenâb-ı Peygamber'in,

23 hicrî yıllık peygamberlik döneminde ve her gün yalnızca 6 saat uyku uyumuş

olduğu varsayımı altında, ortalama her 9 dakikada bir hadîs söylemiş olması ya

da bir rivâyete konu olacak bir hareket yapmış olması

gerekecekti).
[6]Meselâ:

Mâlik'in, Dârimî'nin, Ahmed bin Hanbel'in, Ebû Ya'lâ el-Mevsilî'nin, Bezzâr'ın,

Tâberânî'nin ve Suyûtî'nin hadîs külliyâtlarını.
[7]Hadîslerin

hadîsçiler nezdinde sahîh addedilmesinin kriterleri genellikle râvîlerinin: 1)

ahlâkî vasıfları, 2) içtimaî durumları, ve 3) biribirleriyle olan ilişkileri

hakkındaki rivâyetlere dayanmaktadır.
[8]Bu, tıpkı,

Yüksek Cebir'deki Hiperkompleks Sistemler'in ya da Teorik Fizik'teki

A.Einstein'ın Rölâtivite Teorisi'nin bir ilkokul öğrencisinin fehm ve idrâkine

açık olan bir keyfiyet olmamasına benzer.
[9]Bu âyet Hz

Muhammed'in ahvâlinin hakka uygun olduğunu ilân

etmektedir.
[10]Bu âyet ise Hz

Muhammed'in ahlâkının en yüce ahlâk olduğunu beyân

etmektedir.
[11]Bu âyet Cenâb-ı

Peygamber'in mertebesinin yüceliğinin, O'nun gerçekten de Allāh'ın Arz'daki

halîfesi olduğunun ve O'na itaat etmenin Allāh'a itaat etmekle eş tutulacağının,

Allâh'ın rızâsını kazanmak için O'na itaat etmenin gerekliliğinin

delîlidir.
[12]Bu âyet de

Cenâb-ı Peygamber'in kendi nefsinden Allāh'a hiçbir şey izâfe ve isnâd

edemeyeceğinin delîlidir.
[13]Râvîler

zinciri'ne senet ya da isnâd da denir.
[14]"Ey

inananlar, zandan çok sakının! Zîrâ zannın bir kısmı günâhdır. Biribirinizin

gizli şeylerini araştırmayın! Biriniz diğerinizi arkasından

çekiştirmesin..."
[15]Kütüb-i

Sitte'de ve Muvattâ'da bulunan ve Ebû Hüreyre'den menkul

bir rivâyette Cenâb-ı Peygamber'in: "Evde, atta ve kadında uğursuzluk

vardır" dediği ileri sürülmektedir. Hz Peygamber'in zevcesi Hz Ayşe: Ebû

Hüreyre bu hadîsi ezberleyememiş! çünkü Peygamber (s.a.v.): "Allāh Yahudilerin

belâsını versin! Onlar (nasıl oluyor da) evde, kadında ve atta uğursuzluk

olduğunu söyleyebiliyorlar" dediği esnâda Ebû Hüreyre içeriye girmiş, fakat

sözün başına değil sonuna yetişmiştir diyerek Ebû Hüreyre'nin hatâsını

tashîh etmiştir. (Bk.Ebû Hüreyre'ye Yönelik

Eleştiriler, s. 85-86, İnsan Yayınları, İstanbul 2001).
Osman Güner: Bu durum Ebû

Hüreyre'nin hadîs rivâyetinde dikkatsiz ve tedbirsiz olduğuna ve,

hadîsçilerin râvîlere uyguladıkları kriterler açısından, rivâyetlerine

i'tibâr edilemiyeceğine delâlet eder. Bununla beraber, Cenâb-ı Peygamber'in

yanında en çok 3 yıl bulunmuş olan Ebû Hüreyre, bir rivâyete göre 5300 küsûr ve

Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'ne göre ise (Bk.

A.g.e., cild: 10, s. 162, İstanbul 1994) 3800 küsûr rivâyetle hadîs râvîleri

arasında ilk sıradadır. Buna karşılık, Hz Muhammed'in en yakın ve en kadîm dâvâ

arkadaşlarından Ebû Bekir'in rivâyet ettiği hadîslerin sayısı 142,

Ömer'inkilerinki 50, Osman'ınkilerinki 14 ve Alî'ninkilerinki ise 20

kadardır.
[16]Meselâ Bk.

Beşir İslâmoğlu: Hadîs Dersleri, Denge Yayınları, s. 67,

İstanbul 1996.
[17]Otoriteye

rücu' epistemik değeri olmayan, Ortaçağ İslâm ve Hristiyan âlemlerinde

yaygın bir sözde-ispat tarzıdır.
[18]Objektif: yâni

kişilereden bağımsız.
[19]Celâlüddin

Suyûtî: Câmi'ü-s Sagîr Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi", 1. cild, s.

319, No. 659, Yeni Asya Neşriyât, İstanbul 1996.
[20]Bk.

Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 5. cild, s. 384,

No. 9993, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.
[21]Bk.

Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 3. cild, s. 63-71,

No. 9993, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.
[22]Bk. Sünen-i İbn-i Mâce Tercemesi Ve

Şerhi, terceme ve şerh eden: Haydar Hatipoğlu, cild: 5, Kitâbü-n

Nikâh bölümü, s. 415, Kahraman Yayınları, İstanbul

1983.
[23]Bk. Sünen-i İbn-i Mâce Tercemesi Ve

Şerhi, terceme ve şerh eden: Haydar Hatipoğlu, cild: 7, Kitâbü-l

Hudûd bölümü, s.156, Kahraman Yayınları, İstanbul

1983.
[24]Anakronik:

târihe (kronolojik sıralamaya) aykırı.
[25]Bk.

Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 4. cild, s. 214,

No. 7673, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.
[26]Bk.

Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 3. cild, s. 215,

No. 6215, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.
[27]Bu rivâyetin de

istedikleri kimseleri sorgu sual etmeksizin öldürme yetkisine sâhip olduklarına

delîl olsun diye iktidârı elinde tutanlar tarafından uydurulmuş olması

ihtimâlden uzak değildir.

[28]Bk.

Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük Hadîs Külliyatı), 5. cild, s. 85, No.

8530, İz Yayıncılık/Yeni Şafak, İstanbul 1997.
[29]Tâberânî:

Mu'cemü-l Kebîr/ Bk. Rûdânî: Cem'ul-Fevâid (Büyük

Hadîs Külliyatı), 5. cild, s. 85, No. 8533-8534, İz Yayıncılık/Yeni

Şafak, İstanbul 1997.
[30]"...İnsanlar

O'nun (yâni Allāh'ın) ilminden ancak O'nun istediği kadarını kuşatabilirler

(idrâk edebilirler...)
[31]Bk.

Mustafa İslâmoğlu: üç Muhammed (İki Tasavvur Bir Gerçek), 2.

Baskı, s.42, dipnotu: 29, Denge Yayınları, 2000.
[32]Bk.

Sâdık Cihan: Uydurma Hadîslerin Doğuşu Ve Sosyo-Politik Olaylarla

İlgisi, s. 22, Etüt Yayınları,

Samsun 1997.
[33]Hümeyrâ: Hz

Peygamber'in zevcesi Hz Ayşe'ye hitâb şekli.
[34]A.g.e.

s. 22.
[35]Ahmed Ziyâüddin

Gümüşhânevî: Râmûz-ul Ehâdîs Tercümesi, s. 47, No. 370, Pamuk

Yayınları, İstanbul.
[36]Zeynüddin Ahmed

Zebidî: Sahihi Buharî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi (çeviren

Ahmed Naim), cild: 3, s. 17, Hadîs no. 480, Diyânet İşleri Reisliği

Neşriyâtından No. 7, İstanbul 1936.
[37]Eğer bu rivâyet

sahîh ise(!), bundan bir müddet önce tavuğun da kurban edilebileceğine fetvâ

vermiş olan Marmara İlâhiyat Fakültesi eski Dekanı Prof.Dr. Zekeriyya Beyaz'a

yapılmış olan eleştiriler isâbetsiz olmuştur. Olsa olsa bu zât bu hadîse binâen

yumurtanın dahî kurban edilebileceği konusunda halkı bilgilendirmemiş olması

açısından eleştirilebilirdi!
[38]A.g.e.

de s. 20 de, Neseî'de bulunan bir diğer rivâyette "tavuk ile yumurta

arasında bir de serçe kurban etmek fazîletini bahş eden bir mertebenin daha

zikredilmiş" olduğu ifâde edilmektedir.
[39]A.g.e.

s. 32, No. 213.
[40]A.g.e.

s. 54, No. 443.
[41]Eskiden Şam

hem Şam şehrine ve hem de Sûriye mıntıkasına delâlet etmekte idi

(Bk. İslâm Ansiklopedisi, Şam bendi, MEB

Yayınları)
[42]Celâlüddin

Suyûtî: Câmi'ü-s Sagîr Muhtasarı, Tercüme ve Şerhi", 1. cild,

s.65-66, No. 78, Yeni Asya Neşriyât, İstanbul 1996.
[43]Abdülbâkî

Gölpınarlı: H. Muhammed ve Hadisleri, s.1, No. 1, Arkın Kitabevi,

İstanbul 1957. Kezâ Bk. Câmi'ü-s Sagîr'ın Hicrî 1286 Mısır/Bulak

Matbaası basımının 1. cildi, s.44.


Tasarım & Geliştirme | kerataif