Buradasınız

CUMHÛRİYETİN İLK ELLİ YILINDA ÜSKÜDAR KADINLARI

CUMHÛRİYETİN İLK ELLİ YILINDA ÜSKÜDAR KADINLARI1

Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre

Cumhûriyet'in ilk elli yılında Üsküdar kadınlarında gözlenen en belirgin özellikler: 1) iffet, 2) sabır, 3) tevekkül, 4) merhamet ve 5) tutumluluktu. Bu beş haslet onları müstesnâ birer eş ve ana, ve kezâ ailenin istikrârının da teminâtı kılmaktaydı. 1970'lerin ortalarına kadar, Üsküdar'da, kulağımıza ancak iki ya da üç çiftin boşanmış olduğu haberi gelmişti, çünkü Üsküdar'ın kadınları "Allah'ın en hoşlanmadığı helâl: boşanmaktır" hadîsine yürekten inanmış ve bu hadîsin muhtevâsını idrâkli, salâbetli ve de sabırlı bir hayat tarzına dönüştürmüşlerdi.

Üsküdar kadını maddî ve mânevî acılarını ve çilelerini, genellikle yalnız başına çeker ve hazmederdi. Üsküdarî ailelerde dâimâ kol kırılır, ama yende kalırdı. Üsküdar kadınları çocukluklarından itibâren mü'min ve hattâ sofu olurlardı ama, birkaç istisnâsı hâriç, asla yobaz olmazlardı. Sofulukları ise yaşlarıyla orantılı olarak artardı. Başlarını şimdilerde, pekçok kimsenin yaptığı gibi, abartılı ve bir ucu sırtından belinin altına kadar sarkan devâsâ bir eşarpla değil, ya çenelerinin altında düğüm atılmış "sıkma baş" tâbir edilen sâde bir başörtüsü ile ya da kulaklarının ve ensesinin bir bölümünü de içine alan (bugünkü anlamından farklı) bir "türban" ile örterlerdi. Hanımlar evlerde ve bâzen de mahalle aralarında komşuya geçerken başlarını "sarkma yemeni" ile örterlerdi. Sarkma yemeni, genellikle kenarları oya işlemeli olan bir yemeniyi verev katlayarak iki ucunu enseden geçirip alnın üstünde düğümleyip üçüncü ucunu da enseden dört parmak kadar aşağıya sarkıtarak bağlanırdı. Bu türlü baş bağlamada kâhkül [yâni perçem] ve zülüfler yemeniden dışarı taşarlardı. Üsküdar kadınlarının çoğunluğu rüküş olmaktan ve teşhircilikten çekinen sâde, mahfî ama vakur kimselerdi.

İstisnâlar hâriç Üsküdar kadını kocasına ismine "Bey" eklemeksizin, Üsküdar erkeği de karısına ismine "Hanım" eklemeksizin hitâb etmezdi. Kadın kocasına olan muhabbetini "Beyefendiciğim" ve erkek de karısına olan muhabbetini "Hâtuncuğum" diye hitâb ederek izhâr ederdi.

Üsküdar kadını çocuklarını evlendirdikten sonra ve hele kocası da vefât etmişse, genellikle, beş vakit namazını kılar; Ramazan ayı dışında da genellikle Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmayı âdet hâline getirir; Kelime-i Tevhid zikrine devâm eder; arada sırada câmilerde cemaatle namaz kılmaya ve beğendiği bir vâiz efendinin va'zını ya da bir hâfızın Kur'ân tilâvetini dinlemeye gider; Perşembe akşamları da, ikindi ve akşam ezanları arasında: 1) evini dualarla tütsüler2, 2) Kur'ân-ı Kerîm hatmine devâm eder ve özellikle de 3) Yâsin-i Şerif kıraat ederdi. Her hatmin sonunda da eşini dostunu çağırır; izaz ve ikrâmda bulunur; hatim duasını yapar ya da birine yaptırırdı. Pekçok Üsküdarlı kadının ise, duası henüz yapılmamış ama gerektiğinde eşin dostun mevtâlarına hediye edilmek üzere, yedekte hazır duran hatimleri bulunurdu. Kocasının vefâtının yıldönümlerinde de evinde ya da câmide mutlaka Mevlîd okuttururdu.

Üsküdar kadınları da dedikodudan hoşlanırlar ama fesatlıktan ve nifak çıkarmaktan fevkalâde çekinirlerdi. Bununla beraber bâzı mahallelerde nedense herkesi biribirine düşürmeye meraklı bir "fesat kumkuması" gene de bulunurdu. Bu durum, mahalleli tarafından bir kere teşhis ve tesbit edildi miydi artık o kadına tam bir izolâsyon politikası uygulanır, kapılar açılmazdı. Eğer bu kabil kimseler bir de bücür iseler hanımlar, aralarında ondan söz ederken, pek âlimâne bir tavırla: "Zâten kardeşim: Külli tavîlün ebleh, külli kesîrün fitne" (… bütün uzun boylular aptal, bütün kısa boylular da fitnefücur olur) diye ahkâm keserlerdi.

Üsküdar kadınları, genellikle, genç kızlıklarında zayıf fakat evliliklerinde balık etinde olurlar ve, genellikle, kocalarından da daha uzun yaşarlardı. Üsküdar'da uzun boylu, balık etinde, gösterişli, olgun ve edâlı hanımları "vardakosta" diye tavsif ederlerdi. Üsküdar kadınları kocaları vefât ettikten sonra, istisnaî hâller hâriç, genç iken dul kalmış olsalar bile genellikle bir daha evlenmezler; ve, eğer çocukları evlenmiş de ayrı ev açmışlarsa, çocuklarına yük olmasınlar diye de  kendi evlerinde hür ve tek başlarına oturmayı, tencerelerini kendilerinin kaynatmasını tercih ederlerdi.

Üsküdar kadınlarının rağbet ettikleri tuhâfiye dükkânları, Atlas Sokağı'nın köşesindeki Şekerci Hasan Efendi'nin dükkânı ile Büyük Hamam Sokağı [halk arasında: "Boyacı Sokağı3"] arasında sıralanmış olup, sırasıyla: Zareh Efendi ile eşinin, Takvor Efendi ile oğullarının, Istepan Efendi'nin,  Haçik Efendi'nin, Dırtad Efendi'nin, Mâvi Köşe Tuhâfiye evi sâhibi Süleyman Bey'in ve 81 numaradaki arnavut Şerâfettin Bey'in dükkânları ile bunların karşısındaki sırada 104 numaradaki Attâr Hocalar'ın dükkânından Uncular Caddesi'ne doğru iki dükkân evvelki Mehmet Nermi Haskan4 Bey'in dükkânıydı. Zareh'in dükkânı, veresiye vermesi dolayısıyla, Reji'de5 çalışan hanımların rağbet ettikleri bir yerdi.

Üsküdarlı hanımlar tuhâfiyenin çok çok daha kalitelilerini ise İstanbul'da Bahçekapı ve civârındaki: "Şişman Yanko Birâderler", "Ata Atabek", "Bi-Ba-Bo", "Gülnihal", "Orozdibak" gibi ve bunlara benzer mağazalardan ya da Beyoğlu'ndaki: "Au Lion d'Or", "Baker", "İlyadis", "Mayer" ve "Lazaro Franko" gibi ve bunlara benzer mağazalardan satın alırlardı. Daha harcıâlem ve daha ucuz tuhâfiye için de İstanbul'da Mahmutpaşa Yokuşu'ndaki dükkânlara gidilirdi.

Üsküdar kadınlarının bir başka hasleti de ev idâresinde iktisâda riâyetkâr yâni tutumlu olmalarıydı. Ekseriyeti kendilerinin ve çocuklarının ve hattâ bâzen de kocalarının kılık kıyâfetlerini tâmir edecek ve bizzât dikecek kadar da usta terzi olurdu. Buna becerisi yetmeyenler ise "gündelikçi terzi" tutarlardı. Bu gündelikçi terziler daha çok rum, mûsevî ya da ermeni hanımları olurdu. Gündelikçi terzi sabah saat 08.00'de eve gelir ve bir gün içinde provaları dâhil bir kostümü ya da bir paltoyu dikip teslim ederdi. 1940'lı yıllarda bunların gündelik ücretlerinin 5-6 lira ama 1950'lerin ortalarında 30 lira kadardı.

Çarşıdan olabildiğince az alışveriş etmek için Üsküdar'ın kadınları, genellikle:  reçellerini, şerbetlerini, salçalarını, tarhanalarını ve yoğurtlarını kendileri îmâl eder; turşularını kendileri kurar; ve hattâ çirozu bizzât kurutur ve lâkerdayı bile kendileri tenekeye basarlardı. Baklava ve böreklerin yufkalarını gene kendileri açar; lokma, revânî, lalanga, baklava, hurma tatlılarını, muhallebiyi ya da su muhallebisini de gene kendileri üretirlerdi. Zâten hemen her evin ya da konağın bahçesinin bir köşesinde günlük yumurta ihtiyâcını karşılayacak bir kümes bulunur ve çiçek tarhlarının dışında kalan kısmında da sebze ekili olurdu. Bunun ötesinde, pekçok kadın Üsküdar'ın bugün yerlerinde yeller esen yeşillik alanlarında hudâyinâbit biten ebegümeci, lâbada, ısırgan ve hodan [ya da ıspıt] toplarlar ve bunlardan lezzetli yemekler yaparak aile bütçesine katkıda bulunurlardı.

II. Cihan Harbi'nin kıtlık döneminde millet yama yapmak için, rengine bakmadan, konudan komşudan yamalık kumaş parçası dilenecek hâle gelmişti. Pekçok kimsenin: dirsekleri, dizleri, kaideleri, çorapları hep yamalarla tahkîm edilmişti. Anneler ve öğretmenler çocuklara "Aman evlâdım! Yama değil, yırtık ayıptır" telkininde bulunurlardı. öğrenciler ve memurlar dirseklerindeki yamalar da tirfillenip yırtılmasın diye bileklerinden pazularının ortasına kadarki alanı kaplayan, her iki ucu lâstikli, önlüklük satenden yapılmış siyah, gri ya da solgun mâvi kolluklar takarlardı.

Kabûl günlerinde bile hanımlar bir yandan sohbet ederken, diğer yandan da o zamanlar giydikleri ipek çorapların6 kaçıklarını yumurta tâbir edilen tahtadan elipsoidal bir araçla ve özel bir tığla tâmir ederlerdi. Üsküdar çarşısında ipek çorapları tâmir eden 3-4 dükkân bile türemişti. Bu çorapların artık kullanılamıyacak kadar eskileri ise ip hâline getirilir ve bundan çeşit çeşit paspaslar, halılar ve hattâ yastık yüzleri örülürdü.

Bu yıllar, hanımların attârlarda satılan "rafya" liflerini7 boyadıktan sonra kendilerine ayakkabı ya da terlik üstleri ördükleri senelerdir de. Bunlar kalın ipten yapılmış ya da mantardan bir tabana monte edilir ve ortaya evde giyildiğinde bir-iki yıl, sokakta giyildiğinde 8-10 ay dayanabilen  ucuza mal edilmiş bir çift ayakkabı çıkardı. Bu yıllar Uncular Caddesi'nde tahta tabanlı takunya, sandalet ve ayakkabı imâl eden iki dükkânın da iyi işler yaptıkları yokluk yıllarıdır.

Üsküdarlılar erkek çocuğuna düşkün olmakla birlikte bunu alenen ifâde etmeye mahfiyetleri müsaade etmediğinden doğumdan önce "Aman! Allah elini, ayağını, yüzünü düzgün etsin! Kaderi güzel olsun!" diye temennide bulunurlardı. Bir de "Seversen oğlanı sev! Kız kendini sevdirir" derlerdi.

Üsküdar kadınları, hâmile olduklarını anlar anlamaz, ilk iş olarak bir boy abdesti alıp Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin türbesini ziyâret ederek: "İlâhî ya Rabbî! Karnımdaki şu çocuğun kusursuz doğmasını; Sen'in hayırlı bir kulun, Cenâb-ı Peygamber'in de  hayırlı ümmetinden olmasını ve burada yatan Azîz Mahmûd Hüdayî Hazretlerinin rûhâniyeti gibi yüksek bir rûhâniyet sâhibi olmasını lûtfet!" şeklinde bir duada bulunurlar ve bunu da bir Fâtiha ile noktalarlardı. Doğacak çocuğun böylelikle Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin rûhâniyetine tevdî edilmiş olduğu söylenirdi.

Üsküdar'da hâmilelerin karınları yukarı doğru yönelmişse doğacak olan çocuğun erkek, karınlar aşağı doğru sarkıksa da doğacak çocuğun kız olacağına muhakkak nazarıyla bakılırdı. İşin ilginç yanı, bu kehânet çoğunlukla da gerçekleşirdi.

Üsküdar'ın ebeleri, doğurttukları çocukların göbek kordonlarını: "Büyüdüklerinde sesleri güzel olsun!" diye normalden bir karış daha uzun keserler ve kafalarındaki saçların teşkil ettiği merkezlerin sayısına bakarak da çocuğun başından, ömrü boyunca, kaç evlilik geçeceği hakkında kehânette bulunurlardı. Ve ebelerin bu niyet ve kehânetlerindeki isâbet payı da, hayrettir, çok yüksek olurdu! Ayrıca, bu ebeler fevkalâde de hâzik olurlardı. Üsküdar'ın tanınmış ebesi Sâdiye hanımın senelerce çocuk sâhibi olamamış çiftleri, uyguladığı tedâvî sâyesinde, çocuk sâhibi kılmış olduğuna kaç defa şâhit olunmuştur8. Zeynep Kâmil Hastahânesi'nde doğan kızlara mutlaka Zeynep ve oğlanlara da mutlaka Kâmil göbekadı konulurdu.

Loğusalık 40 gün sürer, bu süre zarfında loğusa sokağa çıkarılmaz ve odada da yalnız bırakılmazdı. Loğusa yatağının başında sırmalı kadife kesesi içinde Kur'ân asılı durur; yastığın altında da özel Loğusa Muskası bulunurdu. Ziyârete gelenler hediyelerini takdîm ederken: "Maşâallah, fe tebârekallahu-l ahsenü-l hâlikiyn. Tebrik ederim kızım. Allah analı babalı, dedeli tayalı etsin! Zâtına mutî kul, Peygamber'ine hayrlı ümmet kılsın! Senin de sütün gür olsun, evlâdım" diye dua ederler, yeni doğana bakarak da, Besmele çektikten sonra Kalem sûresinin nazar âyetleri diye bilinen: "Ve in yekâdulleziyne keferû leyuzlikuneke bi ebsârihim lemmâ semi'uzzikre ve yekulûne innehu lemecnûn. Ve mâ hüve illâ zikrün lil âlemiyn" şeklindeki 51. ve 52. âyetlerini okuyup çocuğun üzerine üflerlerdi. Misâfirlere baklava biçimindeki loğusa şekerinden yapılmış loğusa şerbeti ikrâm edilirdi. Loğusa şekeri: şeker, karanfil esansı, tarçın ve kırmızı gıdâ boyasından yapılır; şekercilerde ve attârlarda satılırdı. Bu şerbet sıcak içilirdi. Şimdilerde, yaz günlerinde, bunu buzlu olarak da ikrâm ediyorlar.

O dönemlerde evlerdeki önemli ısınma araçlarından biri de mangaldı. Bakırdan ya da pirinçten olurdu. Mangallar "Konak Mangalı", "Süleymâniye Mangalı", "Selânik" ya da "Manastır Mangalı", "Trabzon Mangalı", "Nargile Mangalı", "Bursa Mangalı" ve "Siirt Mangalı" olarak yedi çeşit olurlardı. Bunlar biribirlerinden yükseklikleri, parçalarının sayısı ve süslemeleriyle fark ederlerdi. En yaygın tipi pirinç dökümden ve kapaksız olan "Siirt Mangalı" idi. En süslülerine ise, Süleymâniye semtinde imâl edildikleri için, "Süleymâniye Mangalı" denirdi. Üsküdar konaklarında mangalla meşgul olmak, genellikle, büyük gelinlerin görevi idi.

Üsküdar hanımları ise Muharrem ayına mahsûs aşûreyi büyük bir teşrîfatla hazırlardı. Muharrem ayı girdi miydi fukarâ-i sâbirîn olsun konaklısı olsun, evlerinde muhakkak aşûre pişirirlerdi. Aşûre zikirler çekilerek, âyetülkürsî'ler okunarak pişirilir ve hiç değilse bir tadımlık olsun, gayrı müslimler dâhil, bütün komşulara dağıtılırdı. Aşûre tenceresinin kapağının içinde yoğunlaşan buharın oluşturduğu su damlaları da gene zikirlerle ufak bir şişeye alınır ve birer damla Besmele çekilerek ve "Şifâ olsun İnşâallah!" diyerek gözlere sürülürdü. Bunca zikir ve dualarla üretilmiş olan bu damlaların gözleri kuvvetlendirdiğine ve bâzı göz hastalıklarına bile iyi geldiğine inanılırdı.

Hanımlar, ayrıca, evde imâl ettikleri reçellerden kayısı, çilek, vişne, kabak, karpuz kabuğu ve patlıcan reçellerinin parlak ve diri olmaları için bunların çiğ meyvalarını önce birkaç saatliğine kireç kaymağına yatırırlardı".

Mahallede birinin hasta olduğu öğrenildiğinde hasta evine, yarım limonu ve ekmeği ile birlikte bir tas et ya da tavuk suyuna şehriye çorbası yollanırdı. Hasta ziyâretleri ise hastanın gönlünü alacak kadar uzun, hastayı rahatsız etmeyecek kadar kısa sürerdi. Ziyâretçi hastaya "Allah âcil şifâlar versin, hiç görmediye döndürsün! Bu hastalığınız günahlarınızın bedeli olsun!" diye dua eder, hasta da "Berhudâr olunuz efendim; âmin!" diye cevap verirdi. Vefâtından endîşe edilen hastalar için: "Allah çoluğuna çocuğuna acısın!", ve vefâtı beklenen hastalar içinse: "İki rahmetten biri! Allah çektirtmesin!" diye dua edilirdi.  Bir kimsenin vefâtında da, yakınlarına: "Allah bu acınızı unutturtmasın! [ya da: Allah bu acınızı unutturacak başka acı yüzü göstermesin!]" diye tâziyette bulunulurdu.

çiçek, kuşpalazı, kolera, veba, tifo, sıtma gibi bulaşıcı hastalık bulunan evler, kapılarına sarı renkte bir ilân asılarak, kırk gün karantina altına alınırdı. Karantina süresince mahalleli bu evin bütün pazar işlerini ve hattâ yemeklerini dahî yüklenirdi.

Üsküdar'da misâfirliğe, önceden haber vermeye gerek duyulmadan, fakat sabahları ev sâhibesinin temizlik ve yemek pişirmek gibi işlerle meşgul olacağı düşüncesiyle, genellikle saat 14.00'den sonra gidilirdi. Ama, fazla senli benli hanım komşular pencereden biribirlerine, saat 10.00 sularında: "Ayol, gel de bir sabah kahvesi içelim!" diye de seslenebilirler; ya da yazları öğleden sonra birkaç dostlarıyla birlikte İcâdiye'de, Fıstıkağacı'nda, Altûnizâde'de ya da çamlıca eteklerinde bir "Kır sefâsına çıkmak"9 üzere randevulaşabilirlerdi. Dönüşte herkes, mevsimine göre, ya gelincik ya katır tırnağı ya da kekik toplamış olarak dönerdi. O zamanlar Üsküdar'ın sınırları içindeki doğru dürüst tek mesîre10 yeri ise Şemsipaşa kıyılarıydı; şimdi de öyledir. Fakat şimdi Üsküdar'da her yer beton yığınlarının işgali altında bulunduğundan, artık beldenin sınırları içinde kır sefâsına çıkmak  imkânı da kalmamıştır.

Üsküdarlı hanımlar misâfirliğe giderken çocuklarını da götürürlerse "Aman evlâdım! Misâfir ev sâhibinin kuzusudur. Nereye çekerse oraya gider" diyerek misâfirlikte ev sâhibesinin kurallarına riâyet edilmesi gerektiğine işâret ederlerdi. Üsküdar evlerinde ve konaklarında misâfirlik esnâsında artık konuşacak bir şey kalmadığında fırdöndü, domino, altmışaltı ya da tombala oynanırdı. Yapılan ikrâmlara da: "Ellerinize sağlık! Allah betinizi bereketinizi arttırsın!" diye teşekkür edilir, ev sâhibi buna: "âfiyet olsun, efendim!" diye cevap verirdi.

Bu ziyâretlerde ilk önce takdîm edilen "safâ geldiniz kahvesi"nden başka mevsimine göre limonata ya da gelincik11, gül, portakal, vişne, demirhindi, kızılcık şerbeti; reçel ya da limonlu lohuk12 ikrâm edilirdi. Kışın tarçınlı zencefilli sahleb ya da boza sıraya girerdi. O zamanlarda, bozanın içine sarı leblebi atmak gibi bir zıpçıktılık henüz icâd edilmiş değildi. Üsküdar konaklarında misâfirlere pasta, pötibör vs… ve çay ikrâm edilmezdi. Çok resmî misâfirliklerde ise "safâ geldiniz kahvesi"nden sonra misâfirlerin gideceğine yakın, hizmetçilerin kendi aralarında "Allah selâmet versin kahvesi" diye adlandırdıkları bir ikinci kahve daha ikrâm edilirdi.

çocukluğumda hanımların bir kısmı sigaralarını13 bizzât sararlar ve hâlâ gümüşden bir sigara maşasıyla tutarak içerlerdi. Diğer bir kısmı misâfirlikte kendilerine ikrâm edilen kahveyi içtikten sonra: "Neyse hâlim, çıksın falım!" diyerek fincanı ters çevirip tabağının üstüne kapatır, hazır bulunanlardan fal bakmaya hevesli birinin fallarına bakmasını beklerlerdi.

Eğer ziyâret edilen ev büyük bir konaksa, uğurlanırken, misâfirler: "Efendim, hayrlara muhâtab olunuz! İhyâ ettiniz. Ayaklarınız Kâbe'ye varsın! Bunu saymıyoruz. Çoluğu çocuğu toplayın, gece yatısına da buyurun İnşâallah!" diye teşyî edilirlerdi. Hanımların günlerinde misâfirler evden ayrılırlarken, yapılmış olan ikrâmdan dolayı memnûniyetlerini, ev sâhibesine: "Efendim; ellerinize sağlık! Pek zahmetlere girmişsiniz" diye ihsâs ederler, ev sâhibesi de tevâzu ile: "Aman efendim, iz'am etmeyiniz! Allah hayrlısıyla tekrarını nasîb etsin!" diye cevap verirdi.

Üsküdar'ın hanımları ise bu dönemlerde: Şükûfe Nihal [Başar] (1896-1973), Peride Celâl [Yönsel] (doğ. 1916), Kerîme Nâdir [Azrak] (1917-1984), Muazzez Tahsin [Berkant] (1900-1984), Mükerrem Kâmil [Su] (1906-1984), Hâlide Nusret [Zorlutuna] (1901-1984), Hâlide Edip [Adıvar]14 (1884-1964), Esat Mahmut Karakurt (1902-1977) ve Refik Hâlit Karay'ın romanlarına, Peyâmi Safa ve onun yüksek edebiyat kalitesinde bulmadığı eserlerini imzâlamış olduğu Server Bedi müstear ismiyle yazdıklarına pek düşkündüler. Üsküdar hanımları daha sonraları da Barbara Cartland'ın (1902-2000) pembe romanlarının tiryâkisi olacaklardı.

Gene çocukluğumda, Üsküdar'ın hanımları, uzman berberlere, saçlarını lüle lüle gösteren "perma"  yaptırırlardı. O zamanlarda bu hem çok girift, hem çok tehlikeli ve de en az birkaç saat süren yorucu bir operasyondu. Bu operasyon esnâsında saçların ve derilerin yanması ya da haşlanması işten bile değildi. Bâzı hanımların başına bu türlü kazâlar gelir ama gene de perma yaptırmaktan vaz geçmezlerdi. Bu hanımlar kremlerden Krem Pertev'e, Nivea ve Havilland kremlerine ve pudralardan da Tokalon pudrasına itibâr ederlerdi. Hanımların üç önemli makyaj levâzımı olan sürme15, rastık ve kına da attârlarda satılırdı.

Üsküdar'da hanımlar ya şekerci Zekeriyâ Bey'in imâlâtı olan kolonyalara ya da o zamanlar Ankara'da büyük şöhret yapmış olan Eyüp Sabri Tuncer'in farklı kokulu: Fujer, Hâtıralar, Menekşe, Tütün, Altın Damla, çimen, Kadın Teni, çam ve Beyaz Zambak kolonyalarına itibâr ederlerdi. Hâli vakti yerinde olan hanımlar ise 1920'li yıllarda piyasaya çıkan ve büyük bir itibâra mazhar olan fransız Arpège ve Chanel 5 parfümlerini kullanırlardı.

Hanımların lodoslu havalara rastlayan toplantı günlerinde ise hep lodosun kendileri ve yakınları üzerindeki olumsuz etkilerinden söz edilirdi. Bu toplantı günlerinin başlıca eğlencesi olan tombalada tombalayı çeken hanım meselâ 68'i 89 diye okuyup da sonra hatâsını fark eder, özürlerle düzeltirse sırf bu yanlışı yüzünden "çinko" ve hattâ "tombala" demiş olan hanımlar bile onu üzmemek için: "Normal efendim, normal! Bu lodos kimde hâl, dikkat bırakıyor ki?" diye ahkâm keserlerdi.

Her gün mahalleleri dolaşan mûsevî eskici Mişon Efendi mevcûdiyetini: "Eskiler alâyiiim" nidâsıyla duyururdu. Sokakta oynayıp da, âdetâ canhıraş: "Hay, gözün kör olmayasıca! Hadi artık oyunu bırak da eve gel!" dâvetlerine aldırış etmeyen çocukların annelerinin: "Aman Mişon Efendi himmet et de şu bizim oğlanı bir korkutuver, eve dönsün kereta!" diye ricâ etmesi üzerine eskici, yüzüne olabildiğince korkunç bir ifâde verirken, sakalının altından da kıs kıs gülerek: "Eskiler alâyiiim. Sokaklarda oynayan, ana sözü dinlemeyen çocukları da alâyiim, iğneli fıçılara atayiiim" diye gürler, çocukların çil yavrusu gibi dağılıp evlerine koşuşmalarını sağlardı16. Analar da eskiciye, derûnlarından: "Hayy Allah senden râzî olsun Mişon Efendi" diye dua ederlerdi. Mişon Efendi ise bu sefer açıktan açığa gülüp ellerini oğuştururken hayrlı bir iş başarmış olmanın memnûniyetini sergilerdi.

Üsküdar'da çocukların ve hanımların akşam ezanı okunmadan evlerinde olmaları kuraldı. Ecinni tayfasını rahatsız etmemek amacıyla akşam ezanı ile Güneş'in doğuşu arasında bahçelerde, tahtaboşlarda ve balkonlarda çamaşırlar asılı bırakılmaz, bahçeye ya da sokağa çöp veyâ su atılmaz, çiçekler sulanmazdı. Bu kurallara herhangi bir zarûretten dolayı uymamak durumu hâsıl olursa da mutlaka "Bismillah, allahümme inniy eûzubike minel hubsi vel habâis" (Allah'ın adıyla, Allah'ım pislikten ve kötülüklerden muhakkak ki Sana sığınırım) duası okunurdu. Aynı dua tuvalete girerken de okunurdu.

1950'li yılların ortalarına kadar Üsküdar câmilerinde erkekler ile kadınlar arasında bugünkü gibi kafesli, perdeli bir ayırım uygulanmazdı. Erkeklerin en son safının iki metre kadar arkasında kadınların safları başlardı. Bu uygulama Hacc'a gitme kolaylaştıktan sonra Vahhâbîler'in etkisinde kalanlar tarafından başlatıldıydı.

Üsküdar kadınlarının hayatlarındaki en önemli hâdiselerden biri de "oğullarının ilk mürüvveti" diye adlandırdıkları sünnet düğünüydü. Sünnet düğünleri, genellikle, çocuklar 7 ilâ 14 yaşları arasında iken, Eylûl ayında ve Perşembe günleri17 yapılırdı. Fukarâ olsun, hâli vakti yerinde olanlar olsun herkes sünnet düğününün oğullarının hâfızalarında iyi bir hâtıra olarak kalmasını arzu eder ve bunun için hiçbir fedâkârlıktan kaçınmaz, hattâ büyük borçların bile altına girerdi.

Eğer ev ya da konak misâfirleri alacak kadar büyük değilse sünnet düğünü için ya Salacak Parkı Aile Gazinosu ya İnkılâb Bahçesi ya Kısıklı Aile Gazinosu ya da Sunar Sineması'nın düğün salonu kirâlanırdı. Dört başı ma'mûr bir sünnet düğünü, öğleden önce sünnet ameliyesinin icrâ edilip de sünnet çocuğunun süslü sünnet yatağına yerleştirilmesinden sonra, ikindi vaktinde başlar ve gece yarısından sonraya kadar sürerdi. Sünnet yatağının başucunda ya da yatağın dayanmakta olduğu duvarda, altın simle işlenmiş kadife torbası içinde mutlaka bir Kur'ân-ı Kerîm bulunurdu.

Sünnet esnâsında çocuğu kirvesi tutar ve çocuğun sesi annesinin babasının kulaklarına gidip de üzülmesinler diye hokkabaz ile bunun curcunabaz18 yardakçıları ellerinde teflerle acıdan kıvranan çocuğun sesini, gırtlakları yırtılırcasına çıkardıkları: "Patarata pattin pattincô, patarata pattin pattincô" ya da başka uyduruk terânelerle bastırırlardı.

Bu düğünün vaz geçilmez sâbit unsurları: Kur'ân tilâveti, mevlîd, fasıl heyeti, hokkabazlar19 ve Karagöz temâşâsıydı; bâzen bunlara bir kukla oyununun ilâve edildiği de olurdu. Maddî imkânları daha kısıtlı olan aileler, fasıl heyeti yerine, gramofonda çaldıkları taş plâklarla boşluk doldururlardı. Sünnet düğününe her gelen, imkânına göre, bir hediye takdîm ederdi. Bunlar, genellikle: defter, kalem, çanta, oyuncak, kitap, kol saati, dolma kalem, ayakkabı, şapka, elbise, radyo, fotoğraf makinesi, bisiklet, para ya da altın olurdu.

Düğünde susayanlara su ve limonata verilirdi. Akşam yemeğinin değişmez mönüsü de: düğün çorbası, etli pilâv, zerde ve limonatadan ibâret olurdu. Gece yarısına doğru ise misâfirlere meşrûbat ile birlikte kaşarlı sandöviç ikrâm edilirdi.

II. Cihan Harbi'nin sonuna doğru başlayan ve yaklaşık 1943-1950 yıllarını kapsayan bir dönemde, genellikle 20 ilâ 40 yaşlarındaki hanımlarda ve beylerde, İstanbul ve Üsküdar gustosuna hiç uymayan, dikkatleri üzerine çekmeye yönelik ve teşhirci yeni bir giyim-kuşam tarzı moda olduydu. Buna "Bobstil" tarzı denilmekteydi; amerikan menşeliydi. Bu dönemde, yazları, Bobstil hanımlar'ın bluzlarının önü göğüslerinin önemli bir kısmını ortaya koyacak kadar derin bir dekolte şeklinde olurdu. Bu hanımlar genellikle sutyen de kullanmazlardı. "Japone" denilen kolların kol evleri20, göğüsleri yanlardan da bir hayli çıplak bırakacak kadar dekolteydi. Bu durum tramvayda tutamaklara tutunarak ayakta duran hanımların genç ve orta yaşlı erkeklerin dikkatlerinin odak noktası olmalarına, diğerlerinin de öfkesine yol açmaktaydı. Bu konu o zamanların Karikatür, Akbaba ve Şaka gibi mizah dergilerinde Münif Fehim [özarman] (1899-1983), Râmiz Gökçe, Necmi Rızâ Ayça (1914-2007) ve Orhan Ural'ın (1913-1978) karikatürleriyle epeyi tenkid edilmişti.

Bu hanımlar serin havalarda bluzlarının üstüne kadın kimliğine göre değiştirilmiş erkek ceketleri giymekte, uzun saçlarını da ipek ağlar içine almaktaydılar. Bacaklar, genellikle, çorapsız fakat etekler diz kapaklarının neredeyse dört parmak yukarısındaydı. Tırnaklar aşırı uzun, parlak mercan renginde, dudaklar doğal sınırlarından taşan şekilde cart kırmızıya ya da siklâmen rengine boyanmış olurdu. Gösterişli iri taşlı küpeleri, büyük şövalye yüzükleri ve bâzen iki parmak kalınlığındaki bilezikleriyle, mantar tabanlı kontrastlı cart renkli iki renk yüksek ayakkabıları ve tüllere sarılı, mevlevî sikkesini andıran ve bâzen 70 cm yüksekliğe kadar varan çılgınca şapkalarıyla bu hanımlar, nişanlılarının ya da kocalarının yanlarında böylece yaklaşık 2,5 metreye erişen yapay bir boya sâhip olarak heyulâ gibi kalmaktaydılar.

Bobstil delikanlılar ise tabanları kalın köseleden veyâ kalın kauçuktan ağır ayakkabılar, kırmızı kravatlar, omuzları abartılı şekilde vatkayla beslenmiş bol fakat gömleklerin kollarından üç parmak daha kısa kollu ceketler, dar paçalı ama çorapların görünmesini sağlayacak derecede de kısa pantalonlar, dar kenarlı kumaş şapkalar ve ağızlarında pipolarla ve hafif kamburumsu duruşlarıyla bu modaya ayak uydurmaktaydılar.

Bu modaya uyan genç kızların ve kadınların o zamana kadar görülmemiş olan ve kadınlık ziynetlerini bu kadar pervâsızca teşhir eden cür'etlerini Üsküdarlı mûtedil muhâfazakâr hanımların pek acı bir şekilde tenkid ettiklerini ve elemlerini, sık sık "Kolunu asma kabağı gibi açmış ayol. Hafazanallah! Daha neler göreceğiz? Dünyâ'nın sonu mu geldi ne? Başımıza taşlar yağacak!" diye dile getirmiş olduklarını hatırlıyorum. Bu moda 1950'lerin başına kadar yoğun bir biçimde sürdü ve sonra tavsadıydı.

1956 yılından sonra da Üsküdar'da genç kızlar ve genç hanımlar arasında İran İmparatoriçesi Farah Dibâ'nın Şehinşah Rızâ Pehlevî ile nişanlı olduğu dönemdeki saçının şekli moda olmuştu. Eğer hâfızam yanıltmıyorsa, bu saç modelinde saçın ön bölümü ikiye ayrılarak kulakların arkasına atılırken zülüfler de kulağın önünde, öne doğru kıvrık bir favori görevi görüyordu. Saçların geri kalanı ise başın, arkasında değil, üst arka tarafında büyük bir topuz şeklinde toplanıyordu.

Şüphesiz ki Üsküdar da, İstanbul da çok değişti. 1965 yılından başlayarak Anadolu'dan gelip de Üsküdar'a ve İstanbul'un diğer semtlerine yerleşmeye başlayan vatandaşlarımızın bu beldenin yüzyıllar boyu teessüs etmiş olan kültürüne, örfüne ve âdetlerine, yâni kısacası sosyal dokusuna alışmaları pek mümkün olamadı. Bundan ötürü de eski Üsküdarlılar ve eski istanbullular kendi beldelerinde azınlığa düştüler. Bu durum kendilerinde, genel olmasa bile, gene de  bir azınlık ve hattâ bir marjinallik hâlet-i rûhiyesinin filizlenmesine yol açtı. Üsküdar'a ve İstanbul'a has kültür de, örf ve âdetler de, zevkler de, deyimler de ve hattâ hayat tarzı da törpülendi; hepsi de bir çeşit küsûfa uğradı21 gitti.

Fakat Üsküdar'a göçenlerin çocuklarında, ve o da 1990'ların başından itibâren, bu beldeye sâhip çıkma ve bir Üsküdarlılaşma irâdesi öne çıkmaya başladı. Bu irâdenin oluşmasında ve gelişmesinde, Allah râzî olsun, son iki dönemin Üsküdar belediye başkanları'nın: Yılmaz Bayat'ın ve Mehmet çakır'ın himmet ve gayretleri asla göz ardı edilemez.

* * *
 
[1] Bu yazı V. Üsküdar Sempozyumu'nda 4 Kasım 2007 târihinde tebliğ olarak sunulmuş olup Cumhûriyet'in ilk elli yılında Üsküdar kadınlarının yalnızca gözlemlere dayanan özelliklerini tesbit etmektedir.
[2] Bu tütsü esnâsında Ayetülkürsî ile Felak ve Nâs sûreleri okunur ama, her nedense, arada bir de Ashâb-ı Kehf'in: Yemlihâ, Mislinâ, Mekselinâ, Mernûş, Debernûş, Sâzenûş, Kefeştetayyûş’un ve bir de köpekleri Kıtmîr'in isimleri de zikredilirdi.
[3] Bu sokağın Hâkimiyet-i Milliye Caddesi'nden girişinde sağda elbise ve kumaş boyayan bir dükkân vardı. Üsküdarlılar solan ve yıpranan elbiselerini nisbeten yeni göstermek için bu dükkânda boyatırlar ya da Attâr Sâim Hoca'nın dükkânından aldıkları boyalarla ve onun târifi üzerine evlerinde kendileri boyarlardı.
[4] Boş saatlerinde fevkalâde mütevâzı fakat dakîk bir araştırmacı olan rahmetli Mehmet Nermi Haskan Üsküdar Belediyesi tarafından 2001 yılında bastırılmış olan  battal boyda, 3 cildlik devâsâ Yüzyıllar Boyunca Üsküdar başlıklı eserin müellifidir. Bu eser bâzı hatâlarına rağmen gene de Üsküdar hakkındaki en kapsamlı eserdir. Belediye bu eseri ayrıca CD formatında da yayınlayıp dağıtmıştır. Merhûmun, ayrıca: İstanbul Hamamları, Eyüpsultan Târihi (2 cild), Eyüp Târihi, Eyüplü Hattatlar ve Mûsıkîşinaslar, Bâb-ı âlî Hükûmet Kapısı başlıklı kıymetli başka eserleri de vardır.
[5] Kapitülâsyonlar devrinde fransızların tütün üzerindeki imtiyazlarının kurumsal adı "Reji İdâresi" idi. Kapitülâsyonlar kalktıktan sonra tütünün yönetimi millî bir kuruluşa, daha sonra Tekel diye anılacak olan, İnhisarlar İdâresi'ne geçti. Fakat halk uzun süre tütün depolarından ve tütün işleme yerlerinden hep "Reji" diye söz etti. 1935 yılında inşâ edilip de 1985 yılında yıktırılan Reji kompleksi: tütün deposu ile sâhildeki tütün işleme binâsı ve lojman olmak üzere üç binâ idi. Sâhildeki bu binâların yerinde Sultan Abdülmecid devrinin Kaptan-ı Deryâ'larından Mehmet Ali Paşa'nın (1813-1868) yalısı bulunmaktaymış.
[6] 1942 yılında kız öğrencilerin yaşları ne olursa olsun ipek çorap giymeleri, içinde bulunulan harp ekonomisi açısından, resmen yasaklandıydı.
[7] Rafya: Yaprakları uzunca bir palmiye ağacı türü.
[8] Halk Caddesi'nde attâr Sâim Hoca'nın 66 numaralı eski evinden 8-10 ev kadar ötede ebe Sâdiye hanım ile kardeşi Enîse hanım otururlardı. Aslen rum-ortodoks olan bu iki kardeşin ağabeyleri Eftimyâdis Efendi'nin Bağlarbaşı'nda eczâhânesi varmış. Bu zât Üsküdar Mevlevîhânesi son postnişîni Ahmed Remzi Akyürek Dede sâyesinde ihtidâ etmiş ve daha sonra da celvetî Azîz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı'nın mürîdlerinden olmuş. Vefâtında Ortodoks Kilisesi papazlarının kendisini Rum Mezarlığı'na gömmemeleri için Neyzen Niyâzi Sayın'ın babası baş komiser Ömer Hulûsi Bey'e müracaat ederek öldüğünde kendisinin papazlara teslim edilmemesini ve naaşının da Azîz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı'nın hazîresine gömülmesini vasiyet etmiş. Kendisi hâlen bu hazîrede Fatma Hanım Sultan Türbesi'nin karşısındaki Kâzım Paşa'nın kabrinin yanında gömülüdür, fakat mezar taşı [herhâlde bu defin için Bakanlar Kurulu kararı alınmamış olduğundan olsa gerek] yoktur. Eftimyâdis Efendi, vefât etmeden hemen önce, kızkardeşlerine müslüman olmalarını vasiyet etmiş. Kızkardeşleri ağabeylerinin vasiyetine uyarak müslüman olmuşlar; ve ebe olan büyüğü Androniki hanım Sâdiye, küçüğü de [acabâ eski ismi Eleni miydi? İyi hatırlayamıyorum] Enîse adını almış. Ebe Sâdiye Hanım pek hâzik bir ebe idi. Üsküdar'da binlerce çocuğun ve bu arada ağabeylerimin, benim, yengem Birsen hanımın (doğ. 1935) ve oğlu yeğenim Abdullah Ahmet Refik'in (doğ, 1958) ve büyük kuzinim (rahmetli) Melîha Dedeoğlu hanımın oğlu Prof.Dr. Mehmet Semih Dedeoğlu'nun (doğ. 1947) doğumunu da o yaptırmıştır. Enîse hanım ise pek güze, alımlı ve edâlı bir hanımdı. İkinci evliliğini babamın arkadaşı Alâeddin Bey ile yapmıştı.
[9] "Kır sefâsına çıkmak": Bugünün deyimiyle "piknik yapmak"
[10] Mesîre: Gezilip dolaşılacak yer, gezinti yeri.
[11] Üsküdar'da artık gelincik tarlaları kalmadı. Gelincik şerbeti yapan pastahâne de kalmadı. Hattâ, galibâ, gelincik şerbetinin nasıl yapıldığını bilen de kalmadı. Gelinciğin kırmızı taçyaprakları toplandıktan sonra, kapsüle yakın kısmındaki siyah kısımlar ayıklanır. Büyük bir kavanoza konularak limon ve bol su ilâve edilir. Güneş gören bir yerde iki hafta kadar bekletilir. Taçyapraklarının kırmızı rengi iyice suya çıktıktan sonra, yapraklar süzülerek atılır. Bol şeker ve limon ve bir mikdar limon tuzu ile karıştırılır. Elde edilen yoğun şurupdan bir bardağa iki ya da üç parmak kadar konularak üstüne su ilâve edilir. Genellikle soğuk içilirse insana ferahlık ve hafif bir gevşeklik verir.
[12] "Lohuk" şeker, su ve krem tartar'dan  [üzümde doğal olarak bulunan potasyum asidi tartratı'dan] yapılır. Şeker suda doyuncaya kadar eritilir ve kaynatılır. Bu  eriyik karıştırılırken içine krem tartar ilâve edilir. Krem tartar kokusuz olup şekerin kristalleşmesini önler. Bu arada eriyiğin sürekli olarak karıştırılarak çevrilmesi onun bembeyaz camsı bir mâcun hâline gelmesini sağlar. Bu arada bargamot ya da vanilya ilâve edilerek lohukun kokulu olması temin edilir. Bunların yerine kakao veyâ kaymak; ya da  rendelenmiş: çukulata veyâ limon veyâhut da yafa portakalı kabuğu ilâve edilebilir. Kaymaklı lohuk Afyon Kaymak Şekeri'nden başka bir şey değildir.
[13] Üsküdar'da eskiden en çok içilen sigaralar: Birinci ile Bafra sigarası idi. Daha sonra piyasaya çıkan Gelincik ve Hanımeli daha çok hanımların tercih ettikleri sigara olduydu. Daha kaliteli sigaralar: Boğaziçi, Serkldoryan, Yenice, Boğaziçi,  Sipahi ve Tiryâki idi. Bunların içinde en pahalısı Boğaziçi idi. Diğerleri 11 ilâ 30 kuruş arasında değişirken bu tam 125 kuruştu. En berbat sigaralar ise: İkinci, Köylü ve Asker sigaraları idi. Daha sonra kokulu Harman, Yeni Harman ve mentollü çamlıca sigaraları çıktıydı. Fakat bunların hepsi de artık târihe karışmış bulunuyor. Şimdi Amerikan markalı sigaralar pek moda. Eski Üsküdar'da tütün tiryâkisi beylerin ve hanımların itibâr ettikleri bir aksesuar da tütün ya da sigara tabakasıydı. Artık bunlar da piyasadan çekildiler. Çocukluğımda ve gençliğimde Üsküdar'da pekçok enfiye tiryâkisi vardı. Artık enfiye de, enfiye tiryâkiliği de Üsküdar'dan elini ayağını çekmiş görünüyor.
[14] Köşeli parantezler içinde soyadları yazılı olan bu hanım yazarların soyadları Üsküdar'da pek bilinmez, bunlar yalnızca ilk iki isimleriyle anılırlardı.
[15] Sürmenin iyisi Yemen'den gelirdi. Sürme sürmedân  ya da  sürmelik denilen, genellikle mâdenî zarif bir kapta muhâfaza edilirdi. Sürmedânın içinde bir bölümü kapak vâzifesi gören ve sürme çekmekte kullanılan, adına da sürmeçûb [Farsça; anlamı: sürme sopası] denilen uzunca bir mil bulunurdu.
[16] Çocukların bu paniği annelerinin onlara anlatmış olduğu "Mûsevî eskicilerin çocukları kaçırıp iğneli fıçıya atarak kanlarını içtikleri" efsânesine dayanırdı.
[17] Bu herhâlde Cuma gününün resmî tâtil olduğu günlerden kalan bir âdetti. Sünnet düğünleri bâzen geceyarısından daha geç vakitlere kadar sürebildiğinden tâtil olan ertesi gün dâvetlilere gecenin yorgunluğunu ve düğün sâhiplerine de hem yorgunluğu ve hem de uykusuzluğu telâfi etmek için uygun oluyordu.
[18] Curcuna: Karşılıklı gürültü, patırtı, şamata. Curcunabaz: Karşılıklı gürültü, patırtı, şamata çıkaranlar.
[19] Hokkabazlar aynı zamanda kuklacılık da yaparlardı. Nedense bunlar ya mûsevî ya da ermeni olurdu. Genellikle hepsinin de bir lâkabı vardı. Benim çocukluğumdaki hokkabazlardan hatırımda kalanlar: Portakaloğlu (Marko), Marko'nun oğlu Bohor, Karanfiloğlu, Yapakçıoğlu, Bezazoğlu, Endamoğlu, çiçekoğlu (Yasef) ve Poyrazoğlu idi. Bunlardan yalnızca Karanfiloğlu ermeniydi, ama yardakçısı gene mûsevîydi.
[20]  Kol evi: Elbiselerde koltuk altına gelen kısım.
[21]  Küsûf: Güneş tutulması.

 

Tasarım & Geliştirme | kerataif