Buradasınız
İki Denizin Birleştiği Adam: Ahmed Yüksel Özemre
Necmettin Şahinler, Lacivert dergisinin Ocak 2019 sayısı için özel röportaj verdi. Bu dergide yayınlanan röportaj metni şöyledir:
- Ahmed Yüksel Özemre ile tanışmanızdan ve dostluğunuzdan başlayalım isterseniz…
N.Ş.: Bazı insânlar vardır. Onlarla tanışmanız/karşılaşmanız hayatınızda bir dönüm noktası oluşturur. Bu bir “tesadüf” değildir. Çünkü “tesadüf” yalnızca sözcüklerde geçen bir kelimedir. Eğer ezelde takdir edilmiş bir buluşma/kesişme gerçekleşecekse yeryüzünde biz farkında olmadan bunun senaryosu da sahneye konulur. İki insân, dünyevî bir olayın perdesi altında -hikmetini yalnızla Allah’ın bilebileceği- esrarlı bir itilişle karşı karşıya getirilir. Aynı zamanda bu, Kur’ân’da anlatılan “ıstıfâ” yâni ilâhî “seçilme/süzülme/seleksiyon” sisteminin de bir sonucudur. İşte merhum Ahmed Yüksel Özemre hocamızla da bizi tanıştıran olay, 1986 yılının Nisan ayında bir gece vakti gerçekleşen Çernobil hadisesi/kazasıdır. Bu facianın olduğu dönemde Ahmed Yüksel Özemre hocamız, TAEK yâni “Türkiye Atom Enerjisi Kurumu” başkanıydı. Ben de o sıralar çeşitli kültürel faaliyetler düzenleyen sivil bir toplum kuruluşunda görevliydim. Çernobil hadisesi üzerine yapılan tartışmaların/spekülâsyonların yoğunlaşması ve bu hadisenin Doğu Karadeniz’de halk sağlığına ne denli yansıdığı ve yine aynı zamanda fındık ve çay gibi iki stratejik ürüne etkisinin ne olduğu gibi endişelerinin çoğalması üzerine -bu sorulara cevap bulmak adına- biz de kendilerini Trabzon’a bir konuşma yapmak üzere davet ettik.1 İşte kendisiyle ilk tanışmamız bu konuşma öncesi biyografisini bana yazdırırken gerçekleşti. Konuşma sonrasında da kendisini evime davet ettim. Yemeği birlikte yedik ve o gece misafirimiz olarak bizde kaldı. Sabah da kendisini havaalanına bıraktım ve İstanbul’a döndü. İşte bu tarihten 2008 Haziran ayının 25. günü Hakk’a göçünceye kadar dostluğumuz ailece aralıksız devâm etti. Anlaşılıyor ki; tam 22 yıllık bir süreci birlikte geçirmişiz. Hatta bu yıllar içerisinde kendisine daha yakın olmak için Üsküdar’da bir ev sahibi olmayı da Allah bana lütfetti. Bu vesile ile Üsküdar’ın son “hezârfen”2lerinden biri olan Ahmed Yüksel Özemre hocamızı rahmetle, hasretle ve minnetle anıyorum.
- Onun yaklaşımı ve ilminden siz nasıl istifade ettiniz? Onunla birkaç hatıranızı nakleder misiniz?
N.Ş.: Biliyorsunuz Ahmed Yüksel Özemre hocamız, Türkiye’nin ilk atom mühendisidir ve 1957 yılında -ki bu benim doğduğum yıldır- İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü’nden, 1958 yılında da Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü’nden mezun olmuştur. Sonra da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü ve Matematiksel Fizik Anabilim Dalı başkanlıklarını tam 11 yıl yürütmüş, arkasından da 1984 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır. Bundan sonra da gerek yurt içinde gerekse yurt dışında çeşitli görevlerde bulunmuş olup Türkiye’yi yıllarca temsil etmiştir. Bu görevler içerisinde kendisini en çok yoranlardan biri de 1998-2000 yılları arasında Türkiye’de kurulması plânlanan “Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi” konusunda yaptığı danışmanlık hizmetidir.
Ben bu görevi sırasında birkaç kez Ankara’da kendisini ziyaret etmiş, ülkesine faydalı olmak adına sağlığını hiçe sayarak gösterdiği insânüstü fedakârlığa yakından şahit olmuştum. Ahmed Yüksel Özemre hocamız daha o yıllarda Türkiye’nin gelecekte nasıl bir enerji dar boğazına gireceğinin farkındaydı ve mutlaka arkasında sağlam bir siyasî iradeyle bir an önce nükleer santrallerin kurulmasının zorunlu olduğunu söylerdi. Hâtta bir keresinde kendisine “Hocam, bu kadar yormayın kendinizi” dediğimde bana: “Evlâdım! Ben sizin için değil, çocuklarınız için çalışıyorum” demişti.
Hatta bu ziyaretlerim sırasında yağmurlu bir pazar günü birlikte önce Hacı Bayram Veli’den başlamış, peşinden Eskişehir Sarıköy’de Yunus Emre’ye uğradıktan sonra da Bilecik’te Şeyh Edebali türbesine kadar gitmiştik. Yol boyunca da bu seyahatimizin nedenini bana şöyle açıklamıştı: “Evlâdım! Bir tarihte bu ziyareti hocamla birlikte yapmıştım. Şimdi istedim ki bütün bu hatıratı sana aktarayım.”
Ahmed Yüksel Özemre hocamız ile benim bağım, pozitif bilimler düzleminde değildi. Kendisinden daha çok irfânî yönüyle kabım kadar istifade ettim. Ama o pozitif bilimlerdeki metodolojisini mânevî bilimlere de uygulamış mükemmel bir mürebbi idi. Ele aldığı her konuyu, “isâbet ve dirâyetle” detaya boğmadan en yalın didaktik bir şekilde öğretirdi. Kendisinden örnek aldığım en büyük meziyeti ise ilim ahlâkı konusundaki üstün yeteneğiydi. Bilgisi, tevazusunu arttırmış bir âlimdi ve bize sürekli Hz. Peygamber Efendimiz’in “Âlimin sermayesi kibirliliği terk etmektir” sözünü hatırlatırdı.
Bir keresinde bana hatıralarını yazarken nasıl bir endişe taşıdığını şu cümlelerle anlatmıştı: “Necmettin! Kitaplarıma yazdığım her bölüm, binlerce dakikalık bir dikkati ve bazen de yüzlerce kere gözden geçirmeyi îcab ettirmiştir. Gâye yalnızca ve yalnızca: nefsin hileleri sonucu ortaya çıkması mümkün abartmalara engel olmak, doğru kelimeleri ve doğru işâretlemeleri doğru yerlerde kullanmak ve iltibâsa yol açmamaktır. İtiraf etmem gerekir ki, birçok kitabın yazımı bittikten sonra, elde ettiğim sonuç beni dört başı mâmur bir şekilde tatmin etmiş değildir. Ama yeteneğimin bundan daha fazla olmadığını teşhis edebilmiş olmamı gene de bir kazanç saymaktayım.”
Aklıma şimdi gelen bir başka önemli konu da kendisinden öğrendiğim -tabii bunda ne kadar başarılı oldum bilmiyorum- “semantik analiz” yöntemiydi. Bu yöntem, bir kelimenin semantik değerlerinin, yâni kelimenin etimolojik3 lûgat mânâsının üzerine zaman içinde eklenmiş olan yeni anlamların ya da vuku bulmuş olan anlam kaymalarının tespiti demektir. Başka bir ifâde ile kelimelerin kullanıldıkları yerde, hangi anlamla yüklü olarak neye delâlet ettiklerinin araştırılmasıydı.
- Özemre’nin gençlik yıllarından devam edelim. Nasıl bir aile geleneği vardı, çocukluğunu nasıl geçirmişti? Galatasaray Lisesi ona ne gibi şeyler kazandırdı?
N.Ş.: Bence bu soruya verilecek en güzel cevap –eğer okuyucular bulabilirlerse– Ahmed Yüksel Özemre hocamızın yazdığı “Geçmiş zaman olur ki…” ve “Galatarasayı Mekteb-i Sultânî’sinde Sekiz Yılım” adlı kitaplarını okumaktır. Bütün bu kitaplarını okurken benim tek hayret ettiğim şey, bir insânın Münip Paşa Konağı’nda başlayan çocukluğundan yetişkinliğine kadar geçen süreci en ince teferruatına kadar nasıl hatırlayıp yazdığıdır. “Münip Paşa” hocamızın babaannesinin babasıdır ve hocamız, bu konakta 3 Nisan 1935 Çarşamba sabahı saat 04.30’da doğmuştur. Ahmed Yüksel Özemre hocamız bize birçok sohbetinde bu konakta kendisine terbiye veren kişileri ve bu konaktaki hayat tarzının bir çocuğun terbiyesi üzerindeki etkilerini anlatmıştır. Hocamız, 1946-1958 yıllarında okuduğu Galatarasay Lisesi’nden ise “şahsiyetimi ve fikrî yapımı pekiştiren mübarek bir müessese” olarak bahsetmiş ve kendisine olan katkılarını da şöyle sıralamıştır: “Bu lisede; kendimi acımasız bir şekilde tenkit etmeyi, okuduklarımı ve duyduklarımı ancak sıkı bir tenkit süzgecinden geçirip elenmesi gerekli olanları eledikten sonra özümlemeyi ve dolayısıyla da önyargılı olmamayı, hiçbir topluluğun, hiçbir ideolojinin kurukuruya taklitçisi olmamayı, bilâkis bunları sıkı bir kritikten geçirerek gerçek yüzlerini ve izafî değerlerini teşhis ve tespit etmeyi, kendime güvenmeyi, kütlelere sıkılmadan hitâb etmeyi, konuşurken kelimelerin nüanslarını iyi seçmeyi, gerek Türkçe’de gerekse Fransızca’da geniş bir kelime hazînesine dayanarak konuşmayı, herkese sabır ve müsâmaha ile yaklaşıp dinlemeyi, konuştuğum kimselerin anlayış seviyelerine göre hitâb etmeyi, mücâdele etmek gerekiyorsa hiç korkmadan hak bildiğimi sonuna kadar savunmayı, en büyük fazîletin gerçeğe ulaşmağa çalışmak olduğunu, hatâlı olduğumu anladığımda da, bunu bir izzet-i nefis meselesi yapmadan, hatâlarımdan derhâl geri dönmeyi, her zaman temkin ve teenni ile hareket etmeyi ve bilhassa insânlara karşı âdil ve muhsin olmayı öğrendim.”
- Türkiye’nin ilk atom mühendisiydi Özemre; konumuza kendisinin bilim adamlığı yönünden devam edelim. Hem çok iyi bir bilim adamı hem İslam tasavvufuna vâkıf olmak, Özemre’ye nasıl bir dünya görüşü kazandırdı? Bu iki ilmi, şahsında cem etmeyi nasıl başardı?
N.Ş.: Bize şartlandırılmış bir algı da “bilim ile dinin” veyâ “akıl ile vahyin” arasında doktriner bir çelişkinin var olduğudur. Bu nedenle büyük Alman filozofu olan “Kant”, “İmana yer bulabilmek için aklı aradan çıkarmak zorunda kaldım” demiştir. Şimdi Hristiyanlık açısından bakıldığında tutarlı olabilen bu yaklaşımı, Kur’ân ve Hz. Peygamber’in öğretisi açısından savunmak mümkün değildir. Çünkü Kur’ân’a göre “ilim ile din/akıl ile vahiy”, aynı varlığın, gerçekte bir ve bölünmez olan realiteye bakışının değişik aşamalarındaki adlarıdır. İşte Ahmed Yüksel Özemre hocamız da ilimle vahyi kendi şahsiyetinde kucaklaştıran değerli bir âlimimizdir. O, ilimde yükselişin ve düşüncede derinleşmenin, imanda aydınlığın artışı olduğunu en iyi idrâk eden ve bunu hayatı boyunca davranışlarıyla örnekleştiren bir insândır. Şu bir gerçektir ki; bir Kur’ân âyetini tetkik etmekle, bir çiçeği, bir yıldızı tetkik etmek arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü tüm varlık Hakk’ın zuhûru, oluşlar/olaylar da O’nun tecellîsidir. Böyle bir tevhidî bakışla âlemi seyretmek, hocamızın çok kullandığı bir ifâdeyle “âleme rahmânî nazarla yönelmek” demektir. Bir gün hiç unutmuyorum, bir özel sohbette eline çay bardağını almış ve bu bardak üzerinden Allah’ın güzel isimlerinden 35 tanesini bize açıklamıştı.
Hocamızın hiç sevmediği bir başka söz de -yine kendi cümleleriyle söylersem- iz'an, fehâmet ve idrâk yoksunu tek boyutlu kişilerin Ortaçağı haksız yere “karanlık çağ” olmakla suçlamalarıydı. Bu görüşte olanlara şöyle derdi: “Objektif bir incelemeye tâbi tutulduğunda Ortaçağ, bazıları için ne kadar karanlıksa bizim için de o kadar aydınlık bir çağdır.” Bunun neden böyle olduğunu da şöyle açıklardı: “Çünkü Kur'ân, beşeriyete hidâyet olarak bu çağda inzâl olunmuştur. Hz. Peygamber, son peygamber olarak bu çağda zuhûr etmiştir. Büyük İslâm medeniyeti bu çağda kök salmıştır. İslâm medeniyetinin eserlerinin ve ilminin uyandırdığı idrâk ile Avrupa medenîleşmeye bu çağda başlamıştır. Kritik düşünce ve tabîata objektif bakış, Müslüman düşünürler ve bilim adamları sayesinde, Kurtuba ve Tuleytule şehirlerindeki İslâm üniversiteleri aracılığıyla Batıyı bu çağda uyandırıp aydınlatmıştır.”
- Doğu mistik geleneğine ve İslâm tasavvufuna oldukça hâkim biri zattı. Mistiklik ve tasavvuf geleneği üzerine düşüncelerinden bizlere bahseder misiniz?
N.Ş.: Eğer izin verirseniz bu soruya cevap vermeye çalışmadan önce çok kısa olarak şu gerçeğin altını bir çizelim. “Tasavvuf bir mistisizm değildir” ve bu nedenle alışılagelmiş mistisizm sınıflandırmalarını ele alıp tasavvufu bunlardan birine bağlamak, konuyu daha başlangıçta çıkmaza sokmak olur. Yâni tasavvuf, kendine özgü bir disiplindir. Gerek Hint, gerek Hristiyan mistisizmleri ve gerekse Yeni Eflatuncu mistisizm, tasavvufta yer alan birçok konu ve kavramı içermiş olmalarına rağmen, sûfîlikten farklı sistemlerdir. Tasavvuf gayesini elde etmek için ferdî hayatın dışına, yalnızlığa, kaçışa değil, tam tersi cihetle hayatın içine, topluma ve katılıma çağırır. Bu yönüyle tasavvuf hem Hint mistisizmlerinden hem Hristiyanlıktaki monastik anlayıştan ayrılır. Sûfînin, Allah’a gidiş yolu insânların içinden, hayatın ıstıraplı ve dikenli yollarından geçer. Dağ başlarında, mağara kovuklarında veyâ fildişi kulelerde kendi iç zenginliğimizi tek amaç edinerek yaşamak tasavvuf açısından yeterli değildir.
Kur’ân, insândan ısrarla amel istemektedir. Amel, gayeli aksiyon olarak tanımlanabilir. İnsânın gelişmesi ve evrenin sırlarının çözülmesi amele bağlıdır. Amel, sâdece dindeki ibâdetler değildir. Geniş anlamda amel, varlıktaki oluşa katılmaktır. Kâmil insânın ameli ise, doğrudan doğruya Yaratıcı Kudret’in faaliyetine iştiraktir. Bu, şu anlama gelmektedir: Mutlak, yâni Yaratıcı Kudret bilinmek için değil, yaklaşmak için îman konusudur. Bu da, teorik bilgi ile değil, aktif iştirakle mümkün olur. İşte bu yüzdendir ki tasavvuf, sistem yerine sürekli oluşu esas almıştır. Bu, spekülatif bilginin yerine dinamik oluş tavrını koymak demektir.
İnsân, eşyâ ve olayları Allah’ın istediği yönde şekillendirmek ve yürütmek borcundadır. Bu da sürekli bir aktiviteyi gerekli kılar. Gerçekten de tasavvufun ana prensiplerinden biri şu şekilde formüle edilebilmektedir: “Şerde pasivite yetmez, hayrda aktivite lazımdır.” Nirvana’ya ermek, şerde pasiviteyi sağlamak bakımından bir aşamadır. Ancak onun üstünde bir merhale vardır ki, o da hayrda aktivite adını alır. Hz. Peygamber, kötülükten uzak kalmayı yeterli bulmamış; iyilikte faâliyeti gerekli göstermiştir: “İnsânların en hayırlısı, insânlara faydalı olandır” diyen O’dur. O ayrıca: “İnsânların içine karışıp onların ezâ ve cefâlarına mâruz kalan mümin, onların içine karışmayıp ezâlarına da mâruz kalmayan müminden daha kıymetlidir” diyerek hayâtın ve insânlığın dışına çıkmayı yasaklamıştır. Bu nedenle yollarını; “Muhammedî sünneti yaşama yolu” olarak tanımlayan sûfîler, genellikle bu tavra bağlı kalmışlardır.
Özetle; insân rûhu, Allah, hayat ve olayların mistik gözlemini esâs almak itibâriyle bu sistemlerin tasavvufla ortak noktaları elbette mevcuttur. Çünkü mistik düşünce ve yaklaşım, insanlığın ortak mîrâsı ve ortak tavrıdır. Ancak, alabildiğine geniş bir doktrinin bir parçasını alıp bunun bir başka doktrinle arz ettiği benzerliğe bakarak bunların aynı veyâ biribirinden kopya olduklarını söylemek büyük bir yanılgıdır.
Şimdi sorunuza dönersem, Ahmed Yüksel Özemre hocamızın diğer mistik sistemlerle ilgisi daha çok bunların içinde taşıdığı “bozulmamış/kadim hakîkat” yönleriyle ve Varlık Âlemi konusunda ortaya koydukları ontolojik yapıyla ilgilidir. Zaten Prof. Toşihiko İzutsu’dan iki cilt olarak kendisinin çevirisini yaptığı “İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar” ve “Tao-culuk’daki Anahtar Kavramlar” çalışmaları/kitapları bunu bize açıkça göstermektedir. Hocamız, bu çevirinin yazım aşamalarında yanında bulunduğum bir gün bana şöyle demişti: “Evlâdım! Prof. İzutsu’nun bu araştırması, Cenâb-ı Hakk’ın -hangi zamanda, hangi iklimde ve hangi îtikadın mensûbu olarak yaşamış olmasının hiç önemi olmaksızın- seçtiği müstesnâ insânların gönüllerine, Varlık Âlemi’nin esrârını farklı boyalarla boyanmış olsa bile, aynı şekilde ilhâm ettiğini çok bâriz bir şekilde ortaya koyan kıymetli bir çalışmadır.”
Sonrasında da şöyle devâm etmişti: “Biri M.Ö. VI. yüzyılda Çin’de diğeri M.S. XII-XIII. yüzyılda İspanya’da doğmuş, aralarında yaklaşık 18 yüzyıllık bir zaman aralığı ve yaşadıkları yerler itibâriyle de yaklaşık 9.000 km’den fazla bir uzaklık bulunan, biri Çince diğeri Arapça konuşan bu iki insânın biribirlerini, Varlık Âlemi’nin yapısı hakkında aynı şeyleri beyân edecek şekilde etkilemiş olduğunu iddia etmek bir maymunun bilgisayar klâvyesinin başına geçip de bir çırpıda Mehmed Âkif’in bütün Safâhat’ını aynı sıra içinde eksiksiz ve hatâsız yazabilmesi kadar muhâldir.”
- Tasavvufla tanışması ve intisabı nasıl olmuş?
N.Ş.: Bu uzun bir konu, aynı soruyu ben de kendisine bir televizyon programında sormuştum. Verdiği cevabı da sonradan kitaplaştırdığım “Kâmil Mürşidlerin Mirası” adlı çalışmamın içerisine almıştım. İntisap sürecini merak edenler bu kitaba başvurabilirler. Yalnız kısa olarak söyleyeceğim tek şey, Ahmed Yüksel Özemre hocamızın tarik olarak “Halveti Uşşakî” bir meşrebe, bunun yanında da “Hamzavî Melâmî” bir neşeye sahip olduğudur. Kendisi, mânevî seyrinde -burada isimlerini vermeyeceğim- iki zâttan feyz almışlardır. “Hamzavî Melâmî” yönü ise anladığım kadarıyla Üsküdar’ın Üç Sırlısı’ndan biri olarak tanımladığı Azîz Mahmud Hüdâyî Türbesi’nin türbedârı “Eşref (Ede) Efendi”ye dayanmaktadır.
Söz açılmışken şunu da net bir şekilde söyleyeyim ki; zamanında değeri çok az kişi tarafından bilinmiş olan Ahmed Yüksel Özemre hocamız da Üsküdar’ın sırlı zâtlarından birisiydi. Ama bu mânevî/derunî yönünü beşerin basarından ustaca gizlemiş, esrârına muhiplerinin ancak pek azı aşina olmuştur. Bunun yaşadığım en güzel örneği de 1986 yılından 1995 yılına kadar tam dokuz yıl tanışmamıza rağmen bu zaman sürecinde bana meşrep ve neşesinden bir kelime bile söylememiş olmasıdır. Hiç unutmuyorum, 1995 yılında Trabzon’da evimizde misafirken ilk defâ bana açılmış ve çok üzgün bir şekilde şöyle demişti: “Evlâdım! Allah hiçbir kimseyi efendisiz bırakmasın. Benim de bir efendim vardı ve Hakk’a yürüdü.” İşte o zaman ben -deyim yerindeyse- daldığım uykudan uyanmıştım. Daha sonra yine o yıllarda hocamızın yazdığı “Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı” kitabını okuduğumda hocamızın bu yönünden haberdar olmuştum.
- Üsküdar, Özemre için çok önem arz ediyordu. Özemre için Üsküdarlı olmak sizce ne demekti?
N.Ş.: Belki tekrar olacak ama bu sorunun en güzel cevabı, kendisinin yazdığı “Geçmiş Zaman olur Ki…” ve “Hasretini Çektiğim Üsküdar” adlı kitaplarında saklıdır. O kadar çok şey anlatmıştır ki bize Üsküdar ile ilgili, sonunda bu sevgi kendisine yakın olabilmek için Üsküdar’da bir ev sahibi olmaya kadar gitmiştir. Ama bütün bu anlattıklarından sonra yaklaşık 300 yıllık bir aile geçmişine sahip bir Üsküdarlı olarak bana şu uyarıyı yapmaktan da geri kalmamıştı: “Evlâdım! Üsküdar’da yaşamak kolaydır ammâ Üsküdarlı olmak bugün her babayiğidin kârı değildir.”
- Din, İlim ve Medeniyet üzerine makalelerinden oluşan bir kitabı var. Sizce Özemre’nin bu kavramlara bakışı nasıldı?
N.Ş.: Çok iyi bildiğim kitaplarından biridir bu kitap ve Ahmed Yüksel Özemre hocamızın değişik konulardaki düşüncelerinden derlenmiştir. Aslında bu kavramlar hocamızın gözünde farklı değil, aynı hakîkatin biribirini tamamlayıcı temel unsurlarıydı. “Albert Einstein”a ait olduğu söylenen bir söz vardır: “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” diye. Din ile ilmi ayrı düşünmek, saatleri “Bunlar bizim saatlerimiz, bunlarsa Allah’ın saatleri” gibi bir ayrıma gitmek anlamına gelir. Hayat bir bütündür ve din teşvik ettiği ilimle yaşamın tüm alanlarını kuşatmıştır. Kur’ân’da Allah’ın bir isminin de “El Alîm” olduğu asla unutulmamalıdır. Hatta Kur’ân’da Hz. Peygamber’in tek duâsı “Rabb’im! İlmimi arttır” şeklinde ilim üzerinedir. Bu nedenle hocamız, gerçek bir medeniyetin yâni “Medine”nin ancak bu üç kavramın uyumlu birlikteliği ile gerçekleşeceğinin farkındaydı ve tüm gayretini de son nefesine kadar bu yolda kullanmıştı.
- Ahmed Yüksel Özemre’nin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığı sürecindeki Çernobil kazâsı sürecindeki yaşadıkları hakkında ne söylemek istersiniz? Kendisi o dönem hayli yıpratıldı. Bir haksızlık söz konusu muydu?
N.Ş.: Bu soruya vereceğim en kısa cevap, kazâ süreci içerisinde bu haksızlıklara en yakından şahit olanlardan biri olarak “evet” kelimesidir. Bu, aslında sadece hocamızın değil, Türkiye’nin çilesidir. O nedenle Ahmed Yüksel Özemre’nin “Türkiye’nin Çernobil Çilesi” ve “Ah Şu Atom’dan Neler Çektim” kitaplarını yeniden okumak, birçok kişiye bugünü daha iyi anlamaları konusunda güçlü bir ışık tutacaktır.
Yalnız şunu da ekleyeyim ki; Ahmed Yüksel Özemre hocamız, kendisine doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak çile çektirenler için şunu da söylemiştir: “Bana çile çektirmiş olanlara şahsî haklarımı helâl ediyorum. Kamu’yu ilgilendiren hakların sâhibi ise Cenâb-ı Rabbü-l Âlemin’dir. Tabiîdir ki buna karışamam. Gerisi...? Gerisi, idrâk edene, ‘Bu kubbede kalan bir hoş sedâdır!’. Ve bu çilelerin hitâmında söylenecek olan da, Victor Hugo’nun bir şiirinde dediği gibi: ‘Toutes ces choses sont passées comme l’ombre et comme le vent!’ Yâni, ‘Bütün bunlar gölgeymiş, rüzgârmış gibi geçti gitti!’”
- Gençler üzerinde nasıl bir etkisi vardı? Hem bilim adamı hem mânevî şahsiyetiyle kimleri yetiştirdi, kimleri etkiledi? Nasıl bir iz bıraktı?
N.Ş.: Bir ilim insânının bıraktığı izler, onun yazdığı kitapları ve yetiştirdiği öğrencileridir. Bunlara bakıldığında Ahmed yüksel Özemre hocamızın ömrünü nasıl bir üretkenlikle verimli geçirdiğini görmek mümkündür. Bu konuda “Akademik Yıllarım” adlı kitabı da hayli önemli bir kaynaktır. Ama bir özel sohbetinde bize kendisinin rahle-i tedrisinden geçen profesör, eski öğrencilerinin sayısının -20 Ağustos 2000 itibâriyle- 61 kişi olduğunu söylemişti. Sonradan bir başka şeyi daha hatırlatmış, bu öğrencilerinden kendisini arayan soranların sadece 7 kişi olduğunu da üzülerek ilâve etmişti. Bugün hocamızın Teorik Fizik üzerine yazdığı kitapları, kendi internet sitesinden tüm öğrencilerin/gençlerin karşılıksız olarak hizmetindedir. Şüphesiz mânevî/irfânî yönünden beslenerek yetişen öğrencileri de mutlaka vardır ama hocamız bu konuda her zaman sırlı olmayı tercih etmiştir.
- Son olarak siz, Özemre’yi bir değer olarak nasıl tarif edersiniz? Bu ülke ve toplum adına onun gibi şahsiyetler ne ifade ediyor? Sizce o, bu ülkeye neler kazandırdı? O, nasıl bir geleneği temsil ediyordu?
N.Ş.: Ahmed Yüksel Özemre hocamız, sadece pozitif ilimlerde değil mânevî ilimlerde de kendini iyi yetiştirmiş ve bir daha yeri dolmayacak bir ilim adamımız ve kâmil bir zâttır. Lütfettiği 22 yıllık dostluğunda Muhammedî ahlâkın güzelliklerini cömertçe bizlere yansıtmıştır. Umarım yetiştirdiği öğrencileri de onun yolundan giderek hem yaşadıkları ülkeye hem tüm insânlığa pozitif değer katmayı sürdürürler. Onun temsil ettiği gelenek ise “Meslek-i celile-i Ahmediye”den yâni Hz. Peygamber’in yüce tavrı ve yolundan başkası değildir. Kendisine Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Himmeti sevenlerinin üzerine olması dileğiyle…
1 Bu konuda geniş ve ayrıntılı bilgi almak isteyenler, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin “Türkiye’nin Çernobil Çilesi” ve “Ah Şu Atom’dan neler çektim” kitaplarını okuyabilirler.
2 Pek çok farklı disiplinde engin bilgiye sahip olan kişi.
3 Eski yunanca etumos: gerçek ve logos: bilgi, bilim kelimelerinden oluşturulmuş olan etimoloji kelimesi, kelimelerin gerçek (yâni bu kapsamda ilk) olarak neye delâlet ettiklerini tespit eden bilgi türüne verilen isimdir.