Buradasınız

HÂTIRALARIN IŞIĞINDA [MEHMET GÖZE]

HÂTIRALARIN IŞIĞINDA
Mehmet GÖZE ([email protected])

* Nesli tükenmeye yüz tutmuş bir İstanbul beyefendisi. Pozitif ilimlere vukufiyetinin yanı sıra edebî ve dinî konulara hâkimiyetiyle de temâyüz eden bir münevver.

* Hatırı sayılır bir musıkî âşığı. Lise yıllarında yüksek atlama dalında kırdığı rekoru hâlâ kırılamayan yaman bir atlet.

* Türkiye’nin ilk Atom Mühendisi. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik kürsüsünün ilk Profesörü. Ve seviye ile velûdiyeti imtizaç ettiren bir kalem.

* Çernobil kazâsından sonra siyâsetçilerin ve kamuoyunun mahkûm ettiği ve yüzlerce dâvâ ile TBBM soruşturmasından beraat etmiş olan bir çilekeş insan. Çernobil kazâsından Akkuyu Nükleer Santral projesine kadar çileli bir güzergâh hâlini alan ibret vesikası bir hayat.

* Kimileri için örnek bir insan, kimileri içinse tonlarca radyasyonlu çayı millete içiren ihmâlkâr ve hattâ acımasız bir katil...

* Galatasaray Lisesi’nin unutulmaz öğrencilerinden biri. O kadar ki muhterem babasının nasihatine uyarak sınıf birincisi olmamak için gayret sarf edip, bunun üzerine öğretmeninin “Oğlum bırak bu nezâketi artık birinci ol” îkâzına muhâtab olunca da birinciliği kimseye bırakmayan zehir gibi bir talebe.

Bir gazeteci için böylesine çok yönlü bir muhâtab, hem büyük bir zenginlik hem de büyük bir handikaptır. Hele bu kişi sizin sempati duyduğunuz ve yakınında bulunduğunuz bir insansa. Nasıl bir doktorun bir akrabasını ameliyat etmesi çok müşkîl bir şey ise bir gazeteci için de çok yakınında olan bir zâtla röportaj yapmak o kadar güç bir hâdisedir. Ama bazı hayatlar ibretlerle dolu, bilinmesi lâzım gelen önemli birer süreçtirler. İşte bu noktadan hareketle bu eşi bulunmaz hayata ufacık da olsa bir pencere açmak gayretiyle sözü Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’ye bırakıyorum:

- Efendim, en beğendiğiniz söz nedir?

Fakîrin en beğendiğim söz: "Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullah"dır.

- Düzenli günlük tutma alışkanlığınız var mı?

Ben hayatımda günlük tutmadım. Hâtıralarımın hepsi de hâfızama yerleşerek şuuraltıma iteklenmiştir. Zaman zaman şuuraltımdan büyük bir tarakkayla şuuruma yâni idrâkime yükselmektedirler.

HÂTIRALAR HÜZÜNLE BOYALIDIR

- Hâtıralarda hep bir hüzün vardır. Sizde de bu mevcûd. Fakat bir farkla; sizdeki hüzün son derece zinde bir hüzün. Neden?

Zamanın ilerlemesini geri çevirmek Cenâb-ı Hakk’ın sünnetine aykırı, mümkün olmayan bir şeydir. Geçmişte olanları hatırlamak ise her zaman mümkün. Ama insanın geçmişi hatırlamaya başladığında hüzün duymaması ise mümkün değil. Çünkü geçmişte karşılaşmış olduğu insanların, yapıların, toplulukların çoğu mevcûd değil artık. Yine geçmişte karşılaştığımız güzel hâdiseler, güzel çevre, içtimâi hayat ve hattâ insanlar bile zamanın aşındırmasıyla birlikte teknolojinin ve ilmin gereklerine de uygun olarak bugün değişmiş bulunmakta. Bugün ise, yâni ilerlemiş olan yaşımızda, hayatın sıkıntılarını geçmiştekine nisbetle çok daha keskin bir şekilde idrâk ederek yaşamaktayız. Hâlbuki hafızamızda kalan hâtıralarda o gün yaşadıklarımızın kötü taraflarını unutmuşuzdur. Onun içindir ki hâtıralardaki yaşantımız bize bugüne nisbetle daha câzib olarak görünmekte. İşte insanın geçmişe hasret duymasının sebebi de bu. Bundan dolayıdır ki hâtıralar hüzünlü bir boya ile boyanmış gibi geliyor insana.

- Sizi hâtıralarınızı yazmaya sevk eden sebepler nelerdir?

Bizim aldığımız İslâmi terbiyede insanın kendisinden bahsetmesine de hâtıralarını dile getirmesine de, sanki nefsini ön plâna çıkarıyormuş gibi bir izlenime sebeb olacağından dolayı, pek tasvibkâr gözle bakılmaz. Ben de böyle bir terbiyeyle yetiştim. Bir süre Kubbealtı Akademisi’nin Genel Sekreterliğini yapmış olan Said Başer bey dostum, sanırım 1992 ya da 1993 yılında Kubbealtı Akademisi’nin o seneki kış konferansları serisine ilk konferansçı olmamı ve konferans konusu olarak da dinleyicilere "hayat hikâyemi" anlatmamı istemişti. Ben de ona aldığımız terbiyenin insanın kendisinden bahsetmeye müsait olmadığını, nezâketle, beyân ettimdi. Bunun üzerine Said Başer “Ama Hocam sizi 200-250 genç gelip dinleyecek ve bunların örnek alacakları bir şahsiyeti tanımağa ve onun beşerî sıcaklığını hissetmeğe ihtiyaçları var. Lûtfen bunu onlardan esirgemeyin! Herkes bu düşünceyle kendisini setrederse bu gençlere kim emsâl olur?" dedi. O zaman ben kendisinden karar verebilmem için bir hafta müsaade istedim. Sait Başer: “Niye bir hafta?” dedi. Dedim ki: “Said'ciğim insan kendisi hakkında objektif davranamaz. Benim de böyle davranamayacağım âşikâr. Çünkü ben de bir takım hatâlarla mâlûl bir insanım. Bir kere ben bu bir hafta zarfında neden bahsetmem gerektiğini beyaz üzerinden siyaha dökeceğim. 15-20 defa okuyacağım. İşi ne kadar abartmışım ve ne kadar lüzûmsuz tevazû sergilemişim, onu bir göreyim ki konuşmamı uygun bir dengeye oturtayım. Sonuçta eğer iknâ olursam gelip memnûniyetle gençlerin karşısına çıkacağım" dedim.

Benim hâtıralarımı yazmam bu türlü başladı ve o konferans da hakikaten verimli geçti. Hayatta neleri hayâl edip de yapamadım, neleri gerçekleştirdim, nerede başarılı oldum, nerede başarılı olamadımsa hepsini bir saatlik konuşmaya sığdırdım. Fakat gençler beni bırakmadılar ve ikibuçuk saat kadar da onların sorularına cevap verdim. Said Bey’in "Muhakkak hâtıralarınızı yazınız!" diye bundan sonraki ısrârı da beni ilk önce "Türkiye'nin Çernobil Çilesi"(1993), ve sonra sırasıyla “Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı” (1996), “Gel de Çık İşin İçinden!” (1996), “Geçmiş Zaman Olur Ki...” (1998), “Portreler ve Hâtıralar” (2001), ve son olarak da henüz baskıda olan "Ah Şu Atom'dan Neler Çektim!"i yazmaya sevk etti. Demek ki hâtıralarımı yazmaya beni tahrik ve iknâ eden, kulakları çınlasın, Said Başer dostum olmuştur.

- Kelimelerin mânâlara giydirdiği elbiseler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Şimdi evlâdım, Semantik diye kelimelerin zaman içinde uğradığı anlam kaymalarını tesbit eden bir bilim dalı var. Semantiği bilmeden özellikle mânevîyat alanındaki eserleri çok nâfiz bir bakış açısıyla incelemek mümkün değil. Benim Prof. Toshihiko Izutsu’dan tercüme etmiş olduğum iki eser var. Bir tânesi “İbn Arabî’nin Fusûsu’ndaki Anahtar-Kavramlar” ikincisi de “Tao-culuk’daki Anahtar-Kavramlar”. Bu her iki eserde de Prof. Toshihiko Izutsu, Semantik açısından birinde Fusûs’daki anahtar-kavramların neye delâlet ettiklerini, ikincisinde de Lao Tzu’nun "Tao Tö Çing" isimli kitabı ile Çuang Tzu’nun da “Kitap” başlıklı kitabındaki anahtar-kavramların neye delâlet ettiklerinin analizini yaparak bu kavramlara giydirilmiş olan medlûlleri ortaya çıkarmış ve İbn Arabî’nin Tasavvufu ile Lao Tzu ve Çuang Tzu’nun Tao-culuğu arasında Âlem telâkkisi açısından büyük bir benzerlik olduğunu tesbit etmiştir. Ben de şimdi yazmakta olduğum "Toma'ya Göre İncîl ya da Hz İsâ'nın 114 Hadîsi" başlıklı eserimde bu incîldeki bazı kelimelerin semantik çözümlemesini yaptıktan sonra söz konusu incîlin yorumuna geçmekteyim.

Bunun için semantik önemli bir bilim dalıdır. Semantik ilmine dayanmadan Kur'ân'ın tefsirine girmek de doğru değildir. Cenâb-ı Peygamber'in zamanında Kur’ân’da kullanılan ıstılahların bugünün Arapça’sına gelene kadar ne türlü değişik medlûllere bürünmüş olduğunu bilemezsiniz Kur’ân’ın muhkem âyetlerini dahi isâbetli bir biçimde yorumlamak imkânınız olmayabilir.

İMLÂDA BÜYÜK ZAAFİYET VAR.

- Kullandığınız lisân eskiyle yeninin birleşimi gibi ama her zaman eski kelimelerin hâkimiyeti göze çarpıyor. Dil mi, lisân mı?

Efendim ha dil demişsiniz, ha lisân demişsiniz mâ-hiyeti değişmedikten sonra buna vermiş olduğunuz ismin önemi yok! Benim göbek adım Ahmed, ismim Yüksel, so-yadım Özemre; Ahmet Yüksel Özemre denildiği zaman bir-çok kimse kimden bahsedildiğini anlar. Mektep arkadaşlarım ise bana ismimle değil de ya mektep numaram ya da lâ-kabımla hitâb ederlerdi. Numaram ya da lâkabım mektep ar-kadaşlarım arasında söylendiği zaman gene kimden bahse-dildiği bellidir ama o lâkabımın benim Ahmet Yüksel Özemre ismimle hiçbir ilgisi yok. Binâenaleyh isimlerin zâ-hirine takılmamak lâzım. İster lisân deyin, ister dil deyin! Bu bir zevk ve ilim meselesidir. Eğer siz fikirlerinizi çok ince ayrıntılarıyla ifâde etmek istiyorsanız, mecbursunuz zengin bir lisân kullanmaya; yâni bu ayrıntıların nüanslarını isâbetli bir biçimde yansıtacak bir lisân kullanmaya! Şimdi zât, adam, âdem, kişi, kimse, insanoğlu, müşârünileyh, merkum vs. gibi bütün kelimelerin ortaya koydukları anlam farklarını ve medlûl nüanslarını atıp da hepsine kişi diyecek olursanız, Öz Türkçe’de siz bir sürü anlamı bir anda süpürüp çöp tenekesine atıyorsunuz demektir ki bu, anlaşılmazlığa ve lisânda fıkaralaşmağa delâlet eder. Benim gâyem lisânı fıkaralaştırmak değil, lisânın temin ettiği bütün imkânlardan istifâde etmek sûretiyle benim seviyemdeki bir kimsenin anlayabileceği gibi konuşmak ya da yazmaktır. Ha, bu arada lisânın yaşayan bir vetîre olduğunu da unutmamak lâzımdır. Onun için Öz Türkçe denilen lehçede uydurulmuş olup da halkın zevkine uyduğu için tutmuş olan kelimeler de vardır; halkın tutmadığı dışarladığı kelimeler de vardır. Halkın tuttuğu kelimelere ben de alışmışımdır, ben de kullanırım. Bi-nâenaleyh yazılarımda ve konuşmalarımda Osmanlı-Türkçesi lehçesinin yanında uydurukça lehçeden de pek çok şey bulabilirsiniz ama bunlar halkın tuttuklarıdır. Ama ömrü hayatımda “örneğin”, "tabiatsal" ya da "doğasal" demedim. Yazılarımda mümkün olduğu kadar dikkat ettiğim husus imlâdır. İmlâyı doğru dürüst kullanmazsanız, lisânı da bozarsınız. Türk Dil Kurumu'nun bugünkü güdük imlâsını kullanır da şapkalı harfleri yok sayarsanız hâlâ (şimdi, hâl-i hâzırda, henüz), halâ (boşluk, ayakyolu) ve hala (babanın kızkardeşi) kelimelerini, ve kezâ kar (buz bilûrları zerrelerinden oluşan yağış) ile kâr (bir işten elde edilen kazanç) kelimelerini biribirine karıştırırsınız. Onun için imlâya çok ehemmiyet veriyorum. Türkçe’nin bugünkü resmî imlâsında büyük zaafiyet var. Ben bana ilk mektepte, orta mektepte ve lisede öğretilmiş olan eski imlâyı kullanıyorum. Bugün kullanılan imlâyı kullanmıyorum. O yıllarda kullandığımız imlâda da büyük zaafiyetler vardı. Osmanlıca Kef harfine tekābül eden K harfinin yanında Osmanlıca Kaf harfine tekābül eden bir harfin Türk Alfabesi'nde bulunmayışı bence zaafiyettir. Buna göre acaba kanun derken iki a ile "kaanun" mu yazacak-sınız yoksa "kânun" diye mi yazacaksınız. Yoksa kendiniz bir harf uydurmak zorunda mı kalacaksınız? Ben bu eksikliği derinden hisseden pekçok kıymetli dil bilgini, yazar ve edib dostlarımı izleyerek, "a" harfinin üzerine "ā" şeklinde bir çizgi çiziyorum; ve böylece bu, uzatma işâreti oluyor ve "kānûn" diye yazıyorum. Aksi hâlde, eğer şapka koyarsam inceltme olacağından başka bir ses zuhur eder. O da doğru değil.

BU TÜR LÜKSÜ KENDİME LÂYIK GÖRMÜYORUM

- Kelimeler çağrışım yüklerini taşırlar ve bu, bir bakıma bir milletin hâfızasına delâlet eder. Bu açıdan bakınca durum bugün için nasıl bir manzara arz ediyor?

Şimdi gazete manşetlerine baktığımız zaman gazetecilerin pek Türkçe’den anlamadıklarını ve bu çağrışım yükünü lüzûmundan fazla kullandıklarını görüyoruz. Ben pozitif ilimlerde, Teorik Fizik'te ve başka alanlarda hasbelkader eser vermiş bir kimseyim. Bu itibarla, her şeyin açık, seçik ve kesin bir biçimde tanımlanmış olmasına dikkat ederim. Bu, iyi anlaşılabilmenin olmazsa olmaz şartıdır. Yâni tanımların çağrışım yüküyle mâlûl olmamalarını isterim. Onun için kitaplarımda da çağrışım yükü olan kelimeleri ya da ıstılahları, ya da böyle zoraki benzetmeleri, istiâreleri kullanmaktan daima çekindim.

- Attilâ İlhan ile yaptığım bir röportaj esnâsında kendisi: “Mehtap denilince, aşk, hüzün vs. birçok mânâlar ifâde ediyor benim için; fakat dolunay denilince aklıma sadece Trabzonsporlu Tolunay geliyor” demişti.

Şimdi ben Fenerbahçe’nin filân takım karşısında 1-0 galip gelmesinden ne denmek istediğini anlıyorum. Ama gazetede bakıyoruz 82 punto “Fener ezdi geçti” diye başlık atmışlar. Kimle oynadı, ne zaman oynadı, sonuç nedir belli değil. İşte bir sürü mânâ yükü, bir sürü muğlâklık. Tabiî bâzı edebiyatçılar ya da edebiyattan hiç nasîbi olmayıp da edebiyatçı gibi görünmek isteyen bazı gazeteciler kendilerine bu lüksü lâyık görebilirler. Ben bir bilim adamı olarak bu tür bir lüksü kendime lâyık görmüyorum.

SANATIN BİLİMSELLİĞİ OLMAZ

- Bilimsellik ve sanat arasında sizce bir bağ olabilir mi? Bazı çevreler “Bilimsel Sanat” diye bir deyim kullanıyorlar. Bir bilim adamı olarak bu konu hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir.

Bana kalırsa bu yanlış vaz edilmiş bir meseledir. Şimdi, ilmin kendine göre bir estetiği vardır ama sanatı olduğunu söylemek zor. Yâni bir anlamda muğlâklık söz konusu. Bilimin bir estetiği vardır. Bir teorinin de kendine mahsus bir estetiği vardır. Ama bir teori bir ötekine nisbeten daha sanatkârânedir demek... Bu bana zırva geliyor. Bununla beraber, bir teorinin kendisine mahsus bir iç estetiği olabilir bunu kabûl ediyorum. Resmin bilimselliğinin nasıl olacağını ise hiç tasavvur edemiyorum. Bundan kasıt Kandinsky’nin geometrik şekiller ihtivâ eden tabloları ise buna da bir anlam veremiyorum. Bir resmi "Altın Oran"ı gözeterek yapmak da bilimsel bir resim yapmak değildir. "Altın Oran"ın uygulanması resim için yalnızca bir reçetedir, asla bir bilimsellik sertifikası değil! Bence sanatın bilimselliği olmaz. Sanatın nasıl icra edildiğinin, sanat tarihinin uygulanan metodoloji açısından bilimsel bir tarafı vardır ama sanat bizâtihi bilimsel olmaz. Bilim de bizâtihi bir sanat olmaz. Bunlar iki ayrı kategori. Bunları birbirine karıştırırsanız ortaya bir kavram kargaşası çıkar.

EZBERDEN NEFRET EDERİM

- Zihninizde yer etmiş edebî motiflerden bahseder misiniz biraz. Meselâ hâfızanıza nakşolmuş bir beyit ya da bir romandan veyâ herhangi edebî bir eserden bir bölüm, bir duygu?

Pekçok ülkenin edebiyatından sayısız kitaplar okudum ama ben bir edebiyatçı değilim. Edebiyat târifini çok iyi bildiğim de söylenemez. Zaten ömrü hayatımda ezberden son derece nefret ettim. Hiçbir işi, hiçbir şeyi ezbere yapmadım. Galatasaray Lisesi’ndeki Fransızca hocaları bize ne kadar çok ezberletmek istedilerse de ben çok büyük bir dirençle bunlara karşı koydum. En nihâyet, sınıfın birincisi olmam hasebiyle de, beni lûtfen ezberden berî kıldılar. Onun için hiçbir zaman ezbere dayanan bir mesleğe heves etmedim. Hâlbuki edebiyatçılık biraz da hâfıza demektir. Hâfızamın o kadar kuvvetli olduğu kanaatinde değilim. Onun için hâfızamda mahfûz bir beyit olmadığı gibi bir motif de yok. Ama bunu başka türlü soracak olursan, güzel yazılmış dîvan şiirinden hoşlanırım. İki türlü edebiyat türünden hoşlanırım: lirizm ve sembolizm. Belki lirizme uygun olarak, nerede ne zaman ve ne şekilde vuku bulduğunu gayet ince teferruatına kadar yazmış olduğum hâtıralarım vardır ama sembolizmle ilgili hiçbir şey yazmadım.

AH ŞU ATOMDAN NELER ÇEKTİM!

- Bir de henüz neşredilememiş hâtıralarınız var değil mi Efendim? Zannedersem “Ah Şu Atomdan Neler Çektim!” adlı kitabınıza nâşir bulmakta bir hayli güçlük çektiniz. Biraz bu çalışmanızdan bahseder misiniz?

Altı yayıncının basmaktan imtinâ ettiği bu kitabım yedinci yayıncının himmetiyle, çok şükür, şimdi dizgi safhasında! Bu, esas itibarıyla, Çernobil kazâsından sonra 1992-93 yılları arasında Çernobil kazâsını bahâne eden siyâsilerin çevirdikleri bir siyâsi manevrayla ilgili olarak çekmiş olduğum çilelerle ve sonra da Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi dolayısıyla ölümle tehdid edilmeme varacak kadar çekmiş olduğum çilelerin ve şâhid olduğum iğrenç dolapların perde arkasını dile getiren bir eserdir.

- Okuyucularımız için bir girizgâh olması açısından, bu kitapta bahsettiğiniz hâdiselerle ilgili birkaç ipucu lûtfeder misiniz?.

Bu o kadar çetrefil bir konu ki bu kadar mahdûd bir yerde yapılacak olan bir girizgâhın bir işe yaraması muhâldir. Bu kitap eğer baştan sona sabırla okunursa faydalı olur. O zaman siyâset-bürokrasi-çıkar üçgeninin azameti ve Türkiye'nin de neler çektiği anlaşılabilir.

TÜRKİYE’NİN EN BÜYÜK PROBLEMİ AHLÂK

- Sizce Türkiye’nin en büyük meselesi nedir?

Bence bugün Türkiye’nin en büyük meselesi ahlâk meselesidir. İkincisi de bu ahlâk meselesi dolayısıyla ortaya çıkan şahsiyet meselesidir. Türkiye’de pek çok kesimde, kendi şahsiyetini bilmeyen, kendi târihi şahsiyetini inkâr etmeyi bir fazîlet hâlinde takdim eden ve böyle telâkki eden pek çok kimseyle karşılaşıyorum. Bu beni çok üzüyor. Eğer Türkiye’nin şahsiyet meselesi ve bu şahsiyet meselesine sebep olan ahlâk meselesi olmasaydı, millî haysiyetimizden bunca tâviz vermez ve dolayısıyla da bugünkü sıkıntıları çekmezdik diye düşünüyorum.

- Pekiyi sizce Dünyanın en büyük meselesi nedir?

Bence Dünyâ'nın en büyük meselesi: nefsin dinmek bilmez iştihasının Dünyâ'nın bütün kaynaklarını eline geçirebilmek ve elinde tutabilmek hususundaki bazı devletlere telkin ettiği saldırganlıktır. Bu da bir başka türden fakat evrensel boyutta bir ahlâk meselesidir.

- Sizin hayatınızda dünle bugün arasındaki en bâriz fark nedir?

Söz konusu ettiğin bu fark, herhâlde, artık bir ayağımı çukurda hissetmiş olmamın yâni kendimi ölüme yakınlaşmış hissetmemin verdiği bir huzur ve bu huzurun da bahşettiği nefse hâkim olma duygusudur. Çocukluğumda ve gençliğimdeki gibi artık atılgan ve mütehevvir bir insan değilim. Daha sâkin, işlere daha yukarıdan ve daha geniş açıdan bakabilen, nefsin hevâ ve heveslerine direnebilen ve oturduğu yerden daha büyük bir huzur içinde etrafını müşâhede eden bir durumda olduğumu zannediyorum; ve bu lûtfundan dolayı da Cenâb-ı Hakk’a her zaman hamd ediyorum.

-Dün ile bugünkü cemiyet arasında ne gibi farklılaşmalar oluştu?

Dünkü cemiyetle şimdiki cemiyet arasında çok büyük farklar var. Yâni bir beldenin nüfûsundaki artış ve bilhassa taşradan gelen insanların tehâcümü o beldenin içtimaî yapısını da değiştiriyor. Ben Üsküdar doğumluyum; Üsküdar’ın en eski ailelerinden birinin mensûbuyum. Benim çocukluğumun Üsküdar’ı ile şimdiki Üsküdar arasında çok büyük fark var. Üsküdar’ın, çocukluk ve gençlik yıllarımda müşâhede etmekden zevk aldığım, o kendisine has beşerî ve içtimaî özelliklerinin çoğu artık birer hayâl mesâbesinde. Ama beldede, çok değişmiş olmasına rağmen, gene aynı kalabilmiş olan şeyler de var. Bitişik nizam büyük apartman sistemine geçilmiş olmasına rağmen camileriyle, tekkeleriyle, türbeleriyle, meydanlarıyla, çeşmeleriyle, fıkara taşlarıyla Üsküdar, bakmasını bilene, gene eski Üsküdar. Ama insanları artık çok değişik; insanların muamelesi çok değişik! İnsanların muamelesinde ister istemez Üsküdar’a damgasını vurmuş olan saray terbiyesinin eserini artık maalesef göremiyorsunuz.

ÖZEMRE’NİN TERCİHLERİ

- En sevdiğiniz şair kimdir?

En sevdiğim şair, hiç süphesiz, az sözle fakat açık açık pekçok sırrı ifşâ etmesini bilen Azîz Mahmûd Hüdâyî'dir. Çağdaş Türkiye’den Necip Fazıl Kısakürek ile Mehmet Akif’i, Fransa'dan Victor Hugo'yu, Almanya’dan da Goethe’yi beğenirim.

- En sevdiğiniz yazar?

Mevlâna Celaleddin-i Rûmî.

- En sevdiğiniz bestekârlar?

Bizim mûsıkîmizde: Itrî, Hafız Post, Hammâmizâde İsmail Dede, Saadettin Kaynak, Yesârî Âsım Arsoy ve Alâeddin Yavaşça. Bizim dışımızda ise: Çaykovski, Brahms, Sibelius, Jules Massenet, Giuseppe Verdi ve Giacomo Puccini.

- En beğendiğiniz ilim adamları?

Albert Einstein, Max Planck ve rahmetli hocam Fezâ Gürsey.

- En sevdiğiniz Şehirler?

Üsküdar. Bizim dışımızda ise: Paris ve Roma.

- En sevdiğiniz tarihî şahsiyet?

-Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)

- En sevdiğiniz mekân?

Manevî kokusunu alabildiğim her mekân en sevdiğim mekândır.

- En sevdiğiniz mûsıkî makamı?

Segâh.

-En sevdiğiniz sporcu?

Türkiye’de Yaşar Doğu. Dünya’da ise bir ara yüksek atlamada 2.03’le dünya rekorunu elinde tutmuş olan Amerikalı Allbritton. Çok mütevâzî bir zâttı.

- Efendim çok yönlü bir insan olmanız hasebiyle daldan dala atlar gibi bir çok soru tevcih etmek durumunda kalıyorum... Sizin bir sporcu geçmişine de sâhib olduğunuzu biliyoruz; biraz bize bu hayatınızdan bahseder misiniz?

1949-1954 yılları arasında atletizmle çok meşgûl oldum. Galatasaray Lisesi’nde 1953 senesinden beri 48 seneden beri kırılamayan kapalı salon ve açık hava yüksek atlama rekoru bana aittir. Ayrıca 110 metre engelli koşuda Galatasaray Lisesi’nin târihinde ikinci durumdayım. Uzun atlamada ikinci durumdayım. Cirit atmada üçüncü ya da dördüncü durumdayım. Dekatlon’da da ikinci durumdayım. İki kere İstanbul'u temsil ettim; bir kere de Gençler Balkan Atletizm Şampiyonası için Millî Takım'a çağırıldımsa da son anda bu şampiyonaya iştirakden vazgeçilince maalesef Millî Forma'yı giyemedim.

Kaynak: Türk Edebiyatı Dergisi

Haber Tarihi: 1 Ocak 2002, Salı

Tasarım & Geliştirme | kerataif