Buradasınız

BİR BİR SIRLANMADALAR... [DR. METİN ERİŞ]

Bir Bir Sırlanmadalar...
Dr. Metin Eriş

İçinde olduğumuz, tercihimizi birlikte olmak üzere yaptığımız çeşitli toplulukların, cemiyetlerin ve kurumların en güzel yönü şüphesiz oralarda bulunan ve müstesna vasıflarıyla varlıklarını sürdüren insanlardır. Hele bu güzel insanlar arasında, özel kimliklere sahip olabilenlerden birileri sizinle aynı dünya görüşünü paylaşma yanında aynı duyguyu, daha çokta aynı gönül çarpıntısını paylaşıyorsa, işte o zaman dünyanın yaşanılabilirliğini yakalamanın mutluluğuna ulaşmak mümkündür. Ve ancak böylece sıradanlaşanlardan, belli dünya değerlerine hapsolanlardan ve de her şeyi maddeleştirenlerden farklılaşma şansını yakalanmış olur..

Altmışlı yıllardan beri içinde bulunduğum kurumları, sivil toplum örgütlerini ve bağlı olarak çok yönlü geniş çevremi şöyle gözümü kapatarak hatırladığımda, bu toplulukların bazılarında hiç değilse kendileriyle birlikte olabilmenin güzelliğine ulaşabildim diyebileceğim pek çok dosta sahip olabilmekle avunduğum oluyor. İşte böylesi dostlarımdan biri daha ebedî âleme göçmüştü. Bir kadirbilir büyüğüm telefonda hatır sorduktan sonra "Metin sana yine iyi bir haber veremeyeceğim" dediğinde önce aklımdan geçen, Türkiye'nin içinde bulunduğu durumdu... Doğrusu birkaç ay önce telefonda birbirimize karşılıklı olarak "muhabbet ve sevgi" sözleri dile getirdiğimiz İstanbul beyefendilerinin son temsilcilerinden bir aziz dostun daha sırlar âlemine göç ettiğini duymayı aklıma bile getirmemiştim. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre'nin birkaç saat önce vefat ettiğini ve duyar duymaz bana haber verdiğini söylüyordu telefondaki dost ses. Galiba bir süre sesim kesilmişti ki, sevgili Ergun Göze'nin "Metin orada mısın?" sesi beni kendime getirecekti. Mırıldanarak neler söylediğimi hatırlamıyorum ama yüzümden akanın, Şişhane'nin o öğlen sıcağından kaynaklanan ter olduğunu sanmak istiyordum... O güzel insan da rahmetli Fethi ağabeyin dediği gibi "beyaz ata binerek birer birer aramızdan ayrılanlardan olmuştu."

Onunla ne zaman tanışmıştık? Tam hatırlamıyorum. Geride bıraktığımız yıllara dönerek düşünüyorum. Milliyetçiler Derneği, Kültür Ocağı, Aydınlar Ocağı, Milliyetçiler Kurultayları, Boğaziçi Dergisi, Boğaziçi Sohbetleri, çalışma hayatım dolayısıyla irtibat içinde olduğum Türkiye Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi ve TÜBİTAK geçiyor aklımdan. Sonra aynı zaman dilimlerinde okuduğumuz ve çoğu birlikteliklerimizde mutlaka oradan hatıralar dile getirdiğimiz GS Lisesi geliyor aklıma. Fakat ne önemi var ki! Belki o, belki diğeri veya hepsi. Ama şurası muhakkaktı ki tanışıklığımızda var olan "ezelden ebede uzayan" bir gönüldaşlıktı. Yalnız şurası gerçekti ki, o hep öndeydi. Zira çok yönlü bir âlimdi, hatta bir toplantıda yaptığı sıralamayı düşünürsen daha doğru bir ifade ile âllame idi..

Bir zamanlar Türk sosyo-kültürel hayatına yön veren Aydınlar Ocağının Kurultaylarla taçlanan yetmişli, seksenli yıllarını düşünüyorum. Sosyal bilimlerde tebliğ verecek ve müzakerede bulunacak bilim adamı ve uzmanlar konusunda yaşadığımız rahatlık, atom, nükleer gibi müspet bilimler gündeme geldiğinde ne kadar da zorlaşırdı. İşte böylesi bir ortamda Ahmet Yüksel Özemre gibi bir bilim adamına sahip olabilmek bizler için önemli bir sevinç ve mutluluk kaynağı idi... A.Yüksel Özemre Türkiye'nin ilk Atom âlimi olma sıfatını yakalamıştı. Fakat ben onunla müspet ilimleri konuşmaktan çıkıp başka sahalara yelken açtığımda, ondaki vukufun ve derinliklerin sadece müspet ilimlerde değil, İstanbul sevdasından manevî dünyaya doğru sırlanarak farklılaşanlarda olduğunu hissederdim...

Şimdi onu düşünürken, bu aziz dostu hangi vasıflarıyla anlatmak gerekir diye, kendime sorduğumda zorlanıyorum. Hangi başlığı açsam? İlim adamlığı mı, yoksa irfan adamlığı mı? Hangisinden yola çıkılsa sayfalara nasıl sığdırılacaktır, diye düşünmek gerekir. Sonra konuşmalarındaki o velût Türkçeyi, aynı nesilden bile olsa, kaç kişinin daha kullanabileceğini düşünürken birden yaptığı çeviriyle Türkçeyi mükemmel kullanmaktan dolayı ödül kazandığını hatırlıyorum. Onun Türk diline olan sevgi dolu hassasiyetini düşlerken bu defa, sayıları sanırım artık parmakla bile sayılamayacak kadar azalmış İstanbul beyefendileri geçiyor aklımdan. Şurası muhakkak ki Yüksel Özemre hocayla İstanbul Türkçesi son temel taşlarından birini daha kaybetmiştir. Akıl ilminden edep irfanına kavuşmuş bir veli diye düşünüyorum, sonra lâikçi birilerinin bu kelimelere takılıp kalmasından endişeleniyorum. Bu düşünceler içinde bu kadar çok yönlü bir insanı anlatmanın en güzel yolunun kendi ifadelerinin içinde aramanın doğru olacağına karar veriyorum...

Boğaziçi Sohbetlerinin birinde yapmış olduğu konuşmada "ahlâkı" tarif etmiş ve oradan "ilim ahlâkına" geçerek ilim ahlâkının İlâhî Ahlâkının bir alt-kümesi olduğunu tasavvufî bir derinlik içinde anlatmıştı. Sonra, ilim adamı kime denirin cevabın vermeden önce, birçok konuşmasında ısrarla vurguladığı "ilim ahlâkı" konusunun bütün üniversitelerde mutlâka ders olarak okutulması gereği üzerinde durmuştu. Ülkemizde bilim adamı kavramı konusunda yaşanmakta olan kargaşaya temas ettikten sonra ise, gerçekte ilmi algılama, ilim üzerinde tefekkür etme hasletleri yönünde bir hiyerarşinin olduğunu belirtmişti.

Hocaya göre bu hiyerarşinin en alt basamağında "bilim teknisyenleri" bulunurdu. Bilim teknisyenleri, ister uygulamalı, ister teorik olsun bilimin çok dar alanında bir metod hakkında uzmanlaşmış olan ve bunu verimli bir şekilde uygulayabilen kimsedir.

Bir üst kademede "bilim adamı" bulunmaktadır. Bu kimseler ilmî literatürü izlemede, uzmanlaşmış olduğu metodu farklı alanlara uygulayabilmede ve başkaca özgün metodlar ihdas etmede ve bunların uygulamasında olağanüstü yeteneklere sahiplerdir.

Sonraki kademe "âlim" olmaktır. Bu kimseler uzmanı olduğu alan veya alanların 1) tarihine, 2) felsefesine, 3) epistemolojisine, 4) deontolojisine, 5) politikasına ve 6) pedagojisine bihakkın vakıf olup, bunları rahatlıkla ve verimlilikle uygulayabilmede olağanüstü yeteneğe sahiptirler.

Nihayet "allâme" safhası gelmektedir ki, bunlar birden fazla ilimde âlim olan kimselerdir.

Şimdi bu tarifler altında Özemre hocayı düşünüyorum. Pozitif ilimlerde zirvedeydi. Hem akademisyen, hem tatbikatçı olarak yüzlerce makale ve eseri ile ilim dünyasının ufuklarını zorlamakla kalmadı, binlerce öğrenci yetiştirdi. Nükleer Enerji Kurumu, TÜBİTAK, Türkiye Atom Enerji Kurumu, NATO Bilimler Komitesi bu seyirdeki basamaklarıydı... Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca biliyordu ama o, ana dili Türkçesine sevda ile ve İstanbul'un o dillere destan dil zenginliğine, üslubuna âşıktı. Bu Türkçe vurgunluğunu, hatırat tarzında kaleme aldığı "Üsküdar'ı" anlatan üç nefis eserinde bütün inceliği ile bulmak mümkündür. Fakat ben Özemre hocayı bilmeye çalıştığım ve fakat saha çok hissettiğim "dairevî olan hakikati bütün içinde idrak eden" vasfıyla Prof. İzutsu'nun "İbn Arabî'nin Füsûs'un daki Anahtar Kavramları" adlı iki ciltlik çevirisinde buldum. Çevirinin takdim yazısındaki şu ifade onunla ilgili çok şey söylüyordu bana: "Kanaatimce Prof. İzutsu'nun bu araştırması, Cenab-ı Hakk'ın seçtiği müstesna insanların gönüllerine, Varlık Âlemi'nin esrârını farklı boyalarla boyanmış olsa bile, aynı şekilde ilhâm ettiğini çok bariz bir şekilde ortaya koyan kıymetli bir çalışmadır."

Bu ifade karşısında bense demeye çalışıyorum ki, böylesi bir eseri İslâmî derinlik içersinde vukufla anlayarak aktarmak ilmî çapta bir başka kademedir... O halde, vasıflarındaki belli noktaları belirtmeğe çalıştığım bu aziz gönül dostuma, dünyadan bir vasıf vermeye kalktığımızda, kendi tasnifinden yola çıkarak "birden fazla bilimde âlim olan kimseye verilen allâme sıfatının en yakışanı olduğunu söylemiş olmam yanlış olabilir mi?" Ötesi içinse, Cenab-ı Hakk'tan onu Hayy sıfatıyla sırlamasını dilemekten başka bize düşen bir şey kalır mı!..

Haber Tarihi: 14 Temmuz 2008, Pazartesi

Kaynak: Önce Vatan Gazetesi Internet Dergisi

Link: http://www.oncevatan.com.tr/Yazar.asp?id=65

Tasarım & Geliştirme | kerataif