Buradasınız
AKIL VAHŞİ BİR KÜHEYLANA BENZER [ERCAN ALKAN]
Kaynak: KEŞKÜL Dergisi Nisan 2005 târihli 4. sayısı
AHMED YÜKSEL ÖZEMRE: AKIL VAHŞİ BİR KÜHEYLANA BENZER.
Hocam, yoğun bir şekilde pozitif bilimlerle ilgilendiniz, bir fizik profesörü olarak üniversitelerde yıllarca teorik fizik dersleri okuttunuz, bu hususta eserler kaleme aldınız. Bunun yanısıra “İslâm da Aklın Önemi ve Sınırı” adında da bir kitap yazdınız. Bize aklın sınırı nedir? Nereye kadardır? Bunları açıklayabilir misiniz?
Akıl vahşi bir küheylâna benzer. Vahşi bir küheylâna eğer vurmadan, gem takmadan sırtına çıkıp da gezmek isterseniz ve onu bir istikâmete, bir yöne doğru götürmeye çalışırsanız; o sizi kendi istediği istikâmete götürür ve üstüne üstlük huysuzlanınca da sizi sırtından atar, üzerinizde tepinir. Akıl da böyledir. Yâni vahşi bir atı nasıl gemle, eğerle zapt altına alıyorsak aklı da zapt altına almamız gerekir. Bana göre aklın sınırı, Kur’ân ve sahih sünnettir. Eğer Kur’ân ve sahih sünnetle aklımızı sınırlarsak akıl fevkalâde uysal bir at olur. Ve bizi istediğimiz yere götürür.
Aklın âlem-i şehâdette olduğu gibi âlem-i gaybda da bir işlevi var mıdır?
Âlem-i gayb, görünmeyen âlem demektir. Âlem-i şehâdet ise gözümüzle gördüğümüz, şu içinde yaşadığımız âlem demektir. Bizim bu gözlerimizle görünmeyen âlemi görmemiz mümkün değildir. Yine atomdaki parçacıklar da görünmemektedir ama bunların etkilerini bilebiliyoruz, varlıklarını hissedebiliyoruz ve bunlar hakkında çelişkisiz teoriler yapabiliyor ve tecrübelerle deneyebiliyoruz. Fakat tasavvuf ıstılahında gayb âlemi dediğimiz âleme, bu gözlerle ve bu akılla geçemeyiz. Bunun için bize Cenâb-ı Hakk’ın bambaşka bir lütfu lâzımdır. Bu lütfa da, irfan ve hikmet denir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Allah hikmeti kime vermişse ona çok lütfetmiştir” deniyor ve Allah “Hikmeti istediğime, istediğim kadar veririm” diyor. Binaenaleyh hikmet tam mânâsıyla bizim iktisab edebileceğimiz bir durum değildir. Ancak insan hikmetin ne olduğu hakkında bir bilgi sahibi olabilir. Felsefeye her yeni başlayan bilir ki milattan beşyüz yıl evvel Pythagoras adında bir filozof vardır… Bu zât kendine mahsus bir irfana mazhar olmuştur. Ona bir gün, bir dostu sormuş “Sen hikmet ehli misin? Hikmet sahibi misin?” Pythagoras, “Ben ne hikmet ehliyim ne de hikmet sahibi biriyim. Ben ancak filo-sofosum.” Yâni hikmeti seven biriyim, demiş. Eski Grekçe de philo, sevmek; sophia da hikmet demektir… Filozof hikmeti seven kimse anlamına gelir… Filozoflar hikmeti seven kimselerdir. Fakat bu, onların muhakkak hikmete sahip kimseler olduğu, anlamına gelmez. Filozof eşyâ hakkında, görünen ve görünmeyen bütün bu âlem hakkında sorular vaz eder ve bütün bu sorulara akıl çerçevesinde cevaplar arar. Ama gerçek âlem-i gaybı tanımak akılla mümkün değildir. Orada ancak bir vahyin, bir ilhâmın olması lâzımdır. Üstelik de bu tanıma objektif bir tanıma değildir. Sübjektif bir tanımadır. “Gel seninle gayb âlemine gidelim” desem ikimizin birden gayb âlemine gitmesi mümkün değildir. Eğer Allah lütfederse seni ya da beni gayb âlemine çeker. Ama bu senin ya da benim ayrı ayrı tadacağımız bir tecrübe olur. İkimizin bir ânda tadabileceği bir tecrübe olmaz. Şimdi İslâm’da Mi'râc denilen bir hâdise vardır. Mi'râc nedir? Mi'râc, Cenâb-ı Hakk’ın lütf u keremiyle insanın bedeni ölmeden, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çağrılması, çıkmasıdır. Bu “evliyâ olmanın” olmazsa olmaz şartıdır. Evliyâ kimdir dersen? Evliyâ, mi'râcını yapmış kişidir... Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna "ölmeden evvel ölünüz!" hadis-i şerifinin medlûlüne uygun olarak bedeni ölmeden, ölerek çıkmaktır… Nefsini burada bırakarak, sâdece Rûh olarak çıkmaktır Hak Teâlâ’nın huzuruna. Sâdece Ruh urûc eder.
İşte gayb âlemi ancak böyle tanınabilir. Bunun ötesinde o âleme dair söylenecek olanların hepsi ya hüsn-i zandır ya da sû-i zandır. Gayb âlemini tanıyan kimse, gayb âlemini sana anlatmaz. Çünkü Mi'râc'ın da kendisine göre bir edebi vardır. Mi'râc'da gördüğünü, yaşadığını, bu işin nasıl olduğunu anlatmak ancak peygamberlere has bir olaydır. Evliyâullah hazerâtı, kendi mi'râclarından bahsetmezler. Çünkü Cenâb-ı Hak “Benim velilerim benim kubbelerim altında gizlidir” diyor. Bu edebe riâyet etmek lâzımdır. Onun içindir ki “Ben evliyâyım, ben Mi'râc'a çıktım” diyen bir kimseyi göremezsin Olsa olsa Mi'râc'a çıktıktan sonra tekrar bu esfel-i sâfilînin idrâkine irsâl edilmiş, yollanmış olan kimselerde vukû bulan heyecan ve cezbe dolayısıyla onlardan zuhur eden nefeslerde bu tecrübeye îmâlar bulunur. Daha evvel Mi'râc'a çıkmış kimseler bu îmâları anlarlar, “Haaa (!) derler, bu zât muhtemeldir ki Mi'râc'a çıkmış olsun.” Yine bir hüsn-i zanda bulunurlar.
Hülâsa, Mi'râc sübjektif bir hâdisedir. Cenâb-ı Hak’la o kişi arasında vukû bulan bir hâdisedir. Bunun açıklanması da, bundan bahsedilmesi de, bunun bir dâvâ hâline getirilmesi de ilâhî edebe tamamen aykırıdır. Bu gaybı, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine gösterdiği kimselerde ise; Allah’ın huzurundan tekrar esfel-i sâfilînin idrâk seviyesine rucû ettikleri zaman, rahmânî bir neşe hâsıl olur. Bu rahmânî neşeyle, bu şehâdet âlemine öyle bir bakış açısıyla bakarlar ki... Şeriattan ayrılmazlar ama bakış açıları daha yumuşak daha rahmânî bir bakış açısıdır artık….
Mi'râc hâdisesi zuhûr etmezden evvel, sâlikin katetmesi gereken merhaleler nelerdir?
Cenâb-ı Hak insanda üç tane öge yaratmıştır. Bir tanesi şu beden; ikincisi nefs, bu bedeni hareket ettiren, bu esfel-i sâfilîne bağlayan, esfel-i sâfilînin işlerini gördüren kuvvet; üçüncüsü de Rûh'tur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bir ayet-i kerimede meâlen “Biz emâneti dağlara taşlara arz ettik kabul etmediler, insana arz ettik o kabul etti. Çünkü o fevkâlede câhil ve nefsine son derece zâlimdir” diyor. Bir başka ayette de; Cenâb-ı Hak, meleklerine “Ben şimdi elimdeki bu balçıktan bir beşer tesviye edeceğim, şekillendireceğim. O’na Rûhum'dan üfürdüğüm zaman siz de ona secde edin” diyor. Ve bildiğiniz gibi bu secde olayından sonra İblis karşı çıkıyor. “İlâhi Ya Rabbi, Sen beni dumansız alevden yarattın nasıl olur da ben bu kokmuş balçıktan yaratılmışa secde ederim” diyor. Ve İblis böylelikle bütün ilâhî tarih içinde, Allah’ın vahyine doğrudan doğruya mâruz kalıp da inanmayan tek kişi oluyor. Onun için de huzurdan kovuluyor. Bu bir vahiy, Allah’ın emri; bizzat kendisine geliyor ve “Secde et!” deniliyor. Ama iblis secde edemiyor, etmiyor.
Âyetlerden şunu anlıyoruz ki Hz âdem'in çocukları olan bizlerde meknuz olan yani gizli olan emânet, Allah’ın Rûhu'dur. Bu ruh gayr-i kâbil-i tecezzîdir; ayrılamaz, bölünmez. Bu tıpkı, yağmurlu bir havada, yağmur damlalarının birikmesiyle oluşan göletlere bedrin aksetmesiyle, o ayın bir çok ay gibi gözükmesine benzer. Sende de Allah’ın Rûhu var, bende de Allah’ın Rûhu var. Herkeste Allah’ın Rûhu var. Ama maalesef bizim nefsimiz, bu Rûh'u görmemize müsâit değil. İşte seyr-i sulûk dediğimiz esfel-i sâfilînden Cenâb-ı Hakk’ın bizi kabul edebileceği bir olgunluk seviyesine yükselten mânevî tecrübe, bize nefsimizi ruhumuza perde olmayacak bir şekilde, inkişaf ettirmemizi sağlar. Binaenaleyh nefsimizi biz, iktisâben çalışa çabalaya temizledikten, tasfiye ettikten sonra, kâmil bir nefis hâline getirdikten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkabilecek bir hâle getirebiliriz. Ondan sonrasında ise Cenâb-ı Hakk’ın istediği kişiyi huzuruna çağırması kendisine âit bir şeydir. O vehbî bir husustur. Allah isterse verir. Öteki ise, seyr-i sulûkta bizim çalışıp çabalayarak nefsimizi ortadan kaldırabilmemiz ise, doğrudan doğruya kesbî bir vâkıadır. Çalışarak, çabalayarak elde edilen bir vâkıadır. Onun için velâyet kesbî bir olay değildir, vehbî bir olaydır. Allah sevdiği kulunu, istediğini huzuruna çağırır.
Bu noktada biraz, nefsin mertebelerinden ve terbiye edilmesinden bahsedebilir misiniz?
Nefsin yedi vechesi vardır. Sâlik nefsini tezkiye ederken nefsinin bu yedi vechesinin her birisinin parlaklığı ile uğraşır. Bir vechesi parıldarsa nefsin diğerleri de aşama aşama parıldar. Arkasındaki hazinenin ışığını, nûrunu ortaya koyar. Şimdi bütün bunlar olduktan sonra, ki bu işin ufkî tarafıdır. Yani nefis terbiyesi tıpkı Mekke’den Kudüs’e gitmek gibi ufkî bir yol üzere gitmek gibidir. Ama bir de bu işin şâkuli tarafı vardır. O da Hakk’ın huzuruna çıkmak (Mi'râc) gibidir. İşte burada, merâtib-i tevhid mühimdir.
Peki merâtib-i tevhid nedir?
Merâtib-i tevhid: Tevhid-i Ef'al, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zât, Cem’, Hazretü-l Cem’, Cemü-l Cem’ makamlarıdır.
Bunlar iki türlü yaşanır. Bir; ilme-l yakîn yaşanır... Eğer bir insanın rehberi, mürşidi çok kuvvetli ise bunları kendisine bu hayat içinde ilmen yaşatır. İlmen idrâk ettirir. Ama ilmen idrâk etmek, bizâtihi yaşamak gibi değildir. Bununla beraber o sâlik mürşidinin kendisine ilmen öğrettiğini kendisinde hazmederse âleme çok farklı bir nazarla bakar. Buna sahip olan, ilme-l yakîn dahi olsa sahip olan kimse eşyânın tabîatına aykırı hiçbir iş görmez. Zaten hikmetin başı da budur. Hikmetin başı şer’an Allah korkusudur ama bâtınen hikmetin başı, eşyânın tabîatına aykırı bir iş yapmamaktır. Eğer sen kalkar da bir graniti çakı ile kesmeye kalkarsan bu durumda sen, eşyânın tabîatına aykırı bir iş yapıyorsun demektir. Buna benzer pek çok hâdise, pek çok misâl getirebiliriz. Eşyânın tabîatına aykırı hareket etmeyen kimseler hakîm kimselerdir. İşte bu da Merâtib-i Tevhid zevkiyle insanda teessüs eder. Ama insan eğer Mi'râc'ını yapacak olursa, bu bütün merhaleler kendisine bir anda verilir. Fakat bir anda insan bunları hazmedemez. Mi'râc'ından döndükten sonra kendisinde vukû bulan cezbeyi hazmetmesi ya da kendisine o cezbeyi hazmettirecek bir Mürşid-i Kâmil'in mevcut olması lâzımdır. Aksi takdirde Mürşid-i Kâmil'i yoksa, bu cezbeyi hazmedemezse, tıpkı rahmetullahi aleyh Hallâc-ı Mansur’un mâruz kaldığı durumlarla karşılaşır. Bir takım sıkıntılar çekebilir. Onun için Mi'râc'dan dönen bir kimsenin, Mi'râc'ın kendi üzerinde bıraktığı cezbeyi muhakkak hazmetmesi ya da bir mürşid-i manevînin bu cezbeyi ona hazmettirmesi lâzımdır ki o tam mânâsıyla kemâl üzere bütün âleme rahmet olabilsin.
Peygamber Efendimiz’in (SAV) “Namaz müminin miracıdır” hadis-i şerifini bu doğrultuda nasıl değerlendirebiliriz?
Abdest olsun, namaz olsun, kurban olsun bunların tasavvufta remzi mânâları vardır. Doğru düzgün bir abdest almak hakikaten birkaç saat sürer. Çünkü abdestte aslolan temizlenmektir.
Nelerden temizlenmek?
Günahlardan temizlenmek. Günahlardan temizlemenin bir tek yolu vardır o da tövbedir. Binaenaleyh abdestin remzi mânâsı tövbedir. O zaman ne yapacaksınız? Bakın ben size söyleyeyim. Hepsini söylemek birkaç saat sürer fakat ben yine de az çok bahsedeyim:
İlâhi Ya Rabbi! Sana ne kadar hamdetsem, şükretsem azdır. Beni bu hâle getirdin. Ve şimdi Sana vazifemi ifâ etmek için kalkmış bulunuyorum. İlâhi Ya Rabbi! Huzurundaki abdest almak hüsn-i niyetimi kabul eyle. İlâhi Yâ Rabbi! Hakkında “vecealnâ mine’l-mâi küllî şeyin hayy” diye buyurduğun şu akar suyla ellerimi yıkadığım zaman her bir parmağımdan dökülen damlaların, bu parmaklarım tarafından bildiğim-bilmediğim işlemiş olduğum günahlarımı da bu parmaklarımın arasından götürmesini de nasip eyle. Bildiğim-bilmediğim, bu parmakların, bu ellerimin şimdiye kadar yapmış olduğu bütün günahlardan tövbe ediyor ve Sana sığınıyorum. Çünkü Rahman ve Rahim Sen’sin. Gafur ve Settar Sen’sin. Ya Rabbi! Bu parmaklarımdan, ellerimin işlemiş olduğu hatâ, suç, günah ve nâkısalardan dolayı beni herkesin gözü önünde rezil ve rüsvay etme. Örtücü Sen’sin, Settâr Sen’sin. Bunlar yüzünden başkalarını da muzdarib kılma”.
Şimdi bunu okuduğumuz takdirde ne olur? En aşağı iki, iki buçuk saat zaman alır abdest almamız. Cenâb-ı Hak öylesine merhametli ki adeta şöyle buyuruyor: “Kulum sen günde beş defa abdest alsan bu günde oniki buçuk saat zamandır. Geri kalan zamanda ne yapacaksın? Hayır! Benim merhametim dolayısıyla Ben sana bunu lâyık göremem. Sen, Ben’im sana Kur’ân-ı Kerim’de farzını gösterdiğim gibi bir abdest alacak olursan ve bu abdest alırken yaptığın hareketler, abdeste ait jestler dolayısıyla her bir uzvunun temizlenmiş olduğunu kabul etmiş olacağım.”
Bizi Mi'râc'a çıkaracak hakikî namaz içinde durum aynıdır. Allah teâlâ “Ben ancak ondan sonra istediğim kimseleri huzuruma çağırırım” diyor. Beş vakit namaz kılacak olursak, “Ben sana, sanki Ben’im huzuruma çıkmış kullarım gibi huzuruma çıkmış olduğunu kabul eder, bütün bu sevabın aynısını sana da veririm” demek istiyor. “Ey kulum sen namazını kıl, bunun ecri sevabını Ben huzuruma çıkmış gibi kabul edeceğim” diyor. İşin esası bu.
Kesbî ve vehbî olan arasında ne tür bir ilişki vardır?
Çalışıp çabalamak sûretiyle insan bir şeyi kesbeder, kazanır. Size bir misal getireyim bunu îzâh için. Şimdi burada fotoğrafçı evladımıza: “Benim resmimi dışarıda ya da içerde kaça çekersin?” diye sorsam; o da “Hocam sekiz milyara çekerim” dese, ondan sonra fotoğrafçı evladımız çalışıp işini bitirse, sekiz milyarı hak etse, ben de işi teslim alsam ve parasını ödesem, işte bu kazanç, kesbîdir. Buna mukâbil, o, benden habersiz Keşkül’de benim resimlerimi yayınlar, ben de bunu görünce, “Şahane resimler, çok güzel çıkmışım” deyip ona teşekkür etmek için ondan habersiz ona tutar, on milyar para gönderirsem, işte bu da vehbîdir. Vehbî, hiç karşılık beklemeden gönderilen şey demektir. Hak Teâlâ, kulundan hiçbir ibadet beklemeksizin O’na lütfundan, kereminden verir. Kul ise Allah’ın rızasını kazanmak için çalışır, çabalar belirli bir seviyeye erişir. Bu da kesbîdir.
Ancak miraca çıkan kimsenin kâmil bir velî, mürşid olduğunu söylediniz. Bunun dışında, buna ek olarak kâmil bir mürşidin özellikleri nelerdir?
Kâmil mürşid, Cenâb-ı Hakk’ı esmâsıyla tanıyan insandır. Kâmil mürşid Cenâb-ı Hakk’ın esmâsının ne mânâya geldiğini, nasıl tecellî ettiğini bilen insandır. Kâmil mürşid, Cenâb-ı Hak kullarının haklarını nasıl koruyorsa, o da aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın kullarının haklarını koruyan, onları sömürmeyen, onları bilakis bilgilendiren, onları adım adım Cenâb-ı Hakk’a yakınlaştıran kişidir. Bu çok zor, çok mesuliyetli, çok ağır bir görevdir. Bunun için herkes, bu işi yapamaz.
Bununla beraber kendilerinin kâmil mürşid olduğunu iddia ederek ortaya çıkan maalesef pek çok yol kesici de var...
Tabiî, o da olacak. Allah’ın zenginliği bu. Allah Ganiy'dir. Her çeşit insan yaratmıştır. Mühim olan böyle bir kâmil mürşîdi olan, kâmil mürşidden istifâde etmek isteyen kişinin, bir takım kıstaslarla, gideceği kimsenin kâmil olup olmadığını test edebilmesidir. Eğer bir insan “Gel evladım seni yetiştireyim” diye çağırıyorsa, davet ediyorsa, onun yanına gidilmez. Eğer bir insan, kendisi “Ben kâmil bir mürşidim” diyorsa, bir dâvâ sahibiyse, “Ben şeyhim” diyorsa, onun yanına da gidilmez çünkü bu işte dâvet yoktur, talep vardır. Dâvet ancak şeriata olur. Tarîkata yani seyr-i sulûka talep olur. Tâlip vardır. O tâlib de yeteneğinin olup olmadığına karar verildikten sonra kabul edilir . Her önüne gelen kabul edilmez. Kâmil mürşidler, şeriata sıkı sıkı bağlı kimselerdir. Ondan asla tâviz vermezler. Kâmil mürşidler, evlâtlarını haraca bağlamazlar. Kâmil mürşidler, sâdece vericidirler. Kâmil mürşidler, dâvâ sahibi değildirler. Kâmil mürşidler politikaya bulaşmazlar. Kâmil mürşidler, “Benim tarîkatim daha iyidir ötekisi daha kötüdür” gibisinden sözler söylemezler. Çünkü yol Allah’ın yoludur. Allah’a giden de binlerce yol vardır. Bir mürşidin yolu da onlardan sâdece bir tanesidir. Kâmil mürşidlerin görevi ağırdır. Çünkü kabul ettikleri herkesin mesuliyetini alırlar. O mesuliyetle hareket ederler.
Tarîkata yani seyr-i sülûka, Allah’a doğru giden yola dâhil olmanın şartları nelerdir? Başka bir deyişle tâlipte aranan şartlar nelerdir?
Herkes tarîkat ehli olamaz. Kur’ân'da bize “Tarîkata gir!” diye emir verilmiyor. Tarîkata girmek ne bir sünnet ne de bir farzdır. Biz şeriatla emrolunmuşuzdur. Eğer şeriatın gereğini yerine getirecek olursak, “emri bi-l ma’rûf nehyi ani-l münker”e ittiba edecek olursak, Allah bizi Cennet'ine koyacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın vaadi haktır. Bununla beraber bazı insanlar vardır ki, yaptıkları ibadeti ne kadar candan yaparlarsa yapsınlar, bu ibadet onları tatmin etmez. Bir huzursuzluk içerisindedirler. Ve Cenâb-ı Hakk’a daha yakın olmak isterler ve bu yakın olmak onlar da öylesine bir âteşîn hâle bürünür ki onları o kadar rahatsız etmeye başlar ki, ancak işte bu ateşi söndürmek için insan tarîkata girer. Eğer yanlışlıkla da yalancı bir şeyhe mürîd olmuşsa vay hâline! Ama bir İnsan-ı Kâmil'e mürîd olmuşsa o yolda ilerler. Tâlip hemen yolun başında itminân da bulamaz. İlerler… ilerler… Bir takım sıkıntılardan, devrelerden geçer. Fakat sonunda itminâna kavuşur ve nefsinin ne olduğunu tanıdıktan sonra nefsi saf ve kâmil olarak, herkese rahmânî bir bakışla bakar. O tâlip de artık bir kâmil insan olmuş olur.
Aşılan, geçilen bu merhalelerin neticesinde tâlipte bir ilim hâsıl olur mu? Olursa bu ilim, İlm-i Ledün müdür?
İlm-i ledün, Allah’ın istediği kimseye verdiği bir ilimdir. İlm-i Ledün kazanılmaz, iktisab edilmez. Seyr-i sulûkta ilmu-n nefs yani nefsin ilmi kazanılır. İlm-i Ledün ise, Hakikat'ın ne olduğunu bildiren, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasındaki esrârı açıklayan, eşyânın mâhiyetini içeren bir ilimdir. Esmâ'u-l Hüsnâ da bu ilmin içindedir, teceliyât da bunun içindedir. İnsan bunları seyr-i sülûkla kazanamaz. Seyr-i sülûk, sâlike sâdece nefsinin ne olduğunu tanıtır ve nefsin hiyle ve tuzaklarından korunmayı öğretir. İlm-i Ledün'ü, Allah istediğine verir. İlm-i Ledün'ün bir başka isimleri Hikmet'tir, İrfân'dır. Bu hikmeti de ne diyor Kur’ân (meâlen), “Allah istediğine istediği kadar verir. Kime hikmet vermişse ona çok lütfedilmiştir.” Bununla beraber biz hikmeti dâima ararız. Hz Peygamber (s.a.v.), “Hikmet mü’minin yitik malıdır. Nerede bulursa alır” buyuruyor.
Efendimiz’in bir de duası var, Cenâb-ı Hak’tan hikmet niyâz eylediği, “Yâ Rabbi! Beni hakim kullarından kıl” diye...
Evet. Bu şekilde dua etmek çok müstehaptır. Zaten hikmet tam mânâsıyla peygamberlerde zuhur etmiştir. Ama siz hikmetin tâlibi olduğunuz sürece Allah da “Siz dua edin ki duanıza icâbet edeyim” dediği üzere size Hikmet verilir. Hüsn-i zan ettiğiniz taktirde, Allah size Hikmet'ten bir nebze de olsun verir.