Buradasınız
NOBEL FİZİK ÖDÜLÜ'NE EN YAKIN OLMUŞ OLAN TÜRK: FEZÂ GÜRSEY
FEZÂ GÜRSEY
(1921-1992)
Ahmed Yüksel
ÖZEMRE
Çocukluk ve Gençlik
Yılları
Gürsey 7 Nisan 1921 târihinde Âzerbeycan doğumlu askerî Dr. Ahmet Reşit Süreyyâ
bey ile Üsküp doğumlu Remziye (Hisar) hanım'ın ilk çocuğu olarak İstanbul'da
doğdu. Annesi Sorbonne'da devlet doktorası yapmış ilk türk kadını ve daha sonra
da Kimya Profesörü olacak ve 1991 yılında TÜBİTAK Hizmet Ödülü'ne lâyık
görülecek olan aydın ve şâir bir hanımefendiydi. Babası ilmî her şeye karşı
ilgisi olan, hattâ bir süre Viyana'da Erwin Schrödinger'den ders dinlemiş olduğu
dahî rivâyet edilen ve 1930 yılında eşinden ayrıldıktan sonra ABD'ne yerleşip
bir bilgisayar ve programlama firmasından emekli olan ilginç bir zâttı.
Fezâ Gürsey'ın çocukluğu kızkardeşi Dehâ ile
birlikte Anadoluhisarı'nda etrâfı ağaçlarla çevrili iki katlı bir Boğaziçi
evinin âsûde fakat entelektüel havasında geçti. Galatasaray Lisesi'nde yatılı
okudu ve fevkalâde parlak notlarla 1940 yılında mezun oldu[1].
Annesi Remziye hanım Fen Fakültesi'nde Kimyâ Bölümü'nde doçent iken onun
lâboratuârında çalışmaktan çok hoşlandığını ve hattâ burada sabun yapmasını bile
öğrenmiş olduğunu söylerdi.
Fezâ Gürsey 1940 yılında girdiği İstanbul
Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik-Matematik Bölümü'nden 1944 yılında mezun oldu.
1944-1945 arasında İstanbul Teknik Üniversites'inde asistanlık yaptı. Sonra bir
Devlet bursuyla Behram Kurşunoğlu (1922-2003) ve Târık Gökmen (1918-1985) ile
birlikte İngiltere'ye doktora yapmak üzere gönderildi.
1950 yılında Imperial College'de Applications of Quaternions to Field
Equations (Kuvaterniyonların Alan Denklemlerine Uygulanması) başlıklı
teziyle doktorasını alan Fezâ Gürsey bir yıl da Cambridge Üniversitesi'nde
doktora sonrası çalışmalar yaptı. Bu meyânda İstatistiksel Mekanik ile ilgili
olarak yapmış olduğu orijinal bir çalışma, ilim âleminde, ortaya koyduğu metot
ve teknik açısından o kadar ilgi ve hayranlık uyandırdı ki 20 yıl sonra Springer
Verlag Yayınevi tarafından yayınlanan 70 cildlik devâsâ Handbuch der Physik – Encyclopaedia of
Physics'in III. cildinin 2. kısmının 404-410. sayfalarında yer aldı. Bundan
sonra yurda dönen Fezâ Gürsey İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik
Enstitüsü'ne asistan oldu. 1952 yılında Enstitü'nün bir diğer asistanı Suhâ
Pamir ile evlendi. Bu evlilikten babası gibi bir fizikçi olacak olan Yusuf 1954
yılında doğdu. Kasım 1953'de doçentlik imtihanını başaran Fezâ Gürsey 1954 ders
yılında aynı fakültenin Matematik Enstitüsü'nde Rasyonel Mekanik dersini
okuttu.
O yılın sonbaharında Fakülte Kurulu Prof.Dr. Fâhir
Yeniçay'ın yazılı teklifi üzerine bir Teorik Fizik Enstitüsü'nün kurulmasına
karar verdi. Bu Enstitü'nün ilk kadrosu Doç.Dr. Fezâ Gürsey ile Doç.Dr. Fikret
Kortel'den (1916-2004) müteşekkildi. Enstitü Direktörlüğü'ne ise Ord.Prof.Dr.
Câhit Arf (1910-1997) vekâlet ediyordu. Fezâ Gürsey 1955-1956 ders yılında gene
Matematik Enstitüsü'nde Rölâtivite
Teorileri dersini okuttu. Teorik Fizik Enstitüsü'nün ise faaliyete geçişi
Doç.Dr. Fikret Kortel'in anlattığı İstatistiksel Mekaniklere Giriş
dersiyle 1955-1956 ders yılı yaz sömestresinde vuku bulacaktı. Fezâ Gürsey bu
enstitüde ders anlatamadan fakültenin "bilgi ve görgüsünü arttırma" faslından
desteklenerek ABD'ne gitti. Burada 1957-1958 yıllarında Brookhaven Millî
Lâbotuvarı'nda araştırıcı olarak ve 1958-1961 arasında da Columbia
Üniversitesi'nde misâfir Asosye Profesör olarak çalıştı.
Olgunluk
Yılları
1961 yılında yurda dönerken dostları İstanbul
Üniversitesi Fen Fakültesi'nde Teorik Fizik Enstitüsü'ndeki açık profesörlük
kadrosunun artık kendisine verilmesi gerektiğini düşünmekteydiler. Ama maalesef
fakültede buna sıcak bakmayan pekçok kimse vardı[2].
Neticede Fezâ Gürsey kendisine Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nin (ODTÜ'nün)
verdiği profesörlük kadrosunu kabûl ederek Ankara'ya
gitti.
Fezâ Gürsey bu üniversitenin Fizik Bölümü'nde 1961
yılından 1974 yılına kadar çalıştı. Üniversiteden izinli olarak 1963-1964
yıllarını Princeton Üniversitesi İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde misâfir
profesör olarak geçirdi. Sonra ABD'ndeki Yale Üniversitesi ile yarım-zamanlı bir
anlaşma yaptı. Böylece bir sömestre ODTÜ'de diğer sömestre de Yale'de
çalışacaktı. Bu düzen 1973 yılına kadar aksamadan sürdü. Fakat 1973 yılında
ODTÜ'nün yeni rektörü buna anlamsız bir biçimde karşı çıkınca Fezâ Gürsey Yale
Üniversitesi'ni tercih ederek ABD'ne
taşındı. Bu Üniversite 1977 yılında kendisinden önce Willis Lamb ve Larz Onsager
gibi iki Nobel Ödüllü'nün ve onlardan da önce Willard Gibbs'in işgāl etmiş
olduğu kürsünün, çok i'tibârlı Willard Gibbs Kürsüsü'nün Profesörlüğünü verdi.
1991 yılında emekliliğini alıncaya kadar bu görevde kaldı.
Fezâ Gürsey'in almış olduğu ödüller ve şeref pâyeleri
şunlardır:
- 1969 - TÜBİTAK Bilim
Ödülü
- 1977 - S. Glashow ile
birlikte J.R. Oppenheimer Ödülü
- 1977 - R. Griffiths ile
Doğa Bilimlerinde A. Cressey Morrison Ödülü
- 1979 - İsrail
Devleti'nin verdiği Einstein Madalyası
- 1981 - Collège de
France'da Konuk Profesörlük ve Collège de France
Madalyası,
- 1981 - İstanbul
Üniversitesi Madalyası ve Doctor Honoris Causa pâyesi
- 1984 - İtalya
Cumhuriyeti'nce verilen "Commendatore" Nişanı
- 1986 – Academia dei
Lincei'de Konuk Profesörlük,
- 1986 - Temel Fizik
Kurumu'nun Wigner Madalyası (Philadelphia)
- 1989 - Türk-Amerikan
Bilimcileri ve Mühendisler Derneği'nin Seçkin İlim Adamı
Ödülü,
- 1989 - ODTÜ Prof Dr.
Mustafa N. Parlar Eğitim ve Araştırma Vakfı Bilim, Hizmet ve Onur
Ödülü
, - 1990 - Galatasaray
Eğitim Vakfı Madalyası.
Nobel Fizik Ödülü
sâhibi Wolfgang Pauli, vefâtına kadar, dehâsına ve fiziksel sezgisine hayranlık
duyduğu Fezâ Gürsey'i çok desteklemiş ve onun zamanın en ünlü ve en etkin
fizikçileriyle tanışıp çalışmasını temin etmiştir. İşte bu sâyede Fezâ Gürsey
atom bombasının babası diye bilinen J. Robert Oppenheimer ve Nobel Fizik Ödülü
kazanmış fizikçiler olan Eugen Wigner, Lee ve Yang ile de yakın dostluklar
kurmuştur. Ayrıca Luigi Arialdo Radicati di Brozolo (doğ. 1919) ve Abraham Pais
(1918-2000) ile de müşterek çalışmalar gerçekleştirip ortak makāleler yazacak
kadar dosttu.
Fezâ Gürsey kökeni
Hamilton'a dayanan kuvaterniyonlar cebrine, kökeni Cayley'e dayanan oktoniyonlar
cebrine, gruplar teorisi ve grup temsillerine ve tansör analizi yöntemlerine
fevkalâde hâkimdi. Bunları ömrü boyunca büyük bir ustalıkla kullandı. Yazmış
olduğu makālelerin ve eriştiği sonuçların nelere delâlet ettiğini konuya vâkıf
olmayanlara intikāl ettirmek zordur.
1962 yılında tertiplemiş olduğu Temel Tânecikler Fiziğinde Gruplar Teorisi
Kavramları ve Metotları konulu NATO Yaz Okulu, bu konularda, daha sonraki
yıllarda gerçekleştirilen sansasyonel keşiflerin gerçek bir muharriki olmuştu.
Bu yaz okulunda gruplar teorisi hakkında vermiş olduğu dersler sonradan bir
amerikan yayınevi tarafından (gāliba Academic Press ya da John Wiley'di)
bastırılmış ve gruplar teorisinin fiziksel uygulamalarının temel bir referans
kitabı olmuştu. Aynı eser Rusça'ya da tercüme edilip rus üniversitelerinde ders
kitabı olarak okutulmuştur.
Ömrü boyunca pekçok genç araştırıcının elinden
tutmuş olan Fezâ Gürsey, vefâtında, Citation Index'de eserlerine en çok
referans verilen 2 türk fizikçisinden biriydi. Kendisi, bildiğim kadarıyla, iki
kez Nobel Fizik Ödülü adayları arasında resmen yer almıştı. Fezâ Gürsey'in
Teorik Fizik'teki uslûbu matematiğe hâkimiyetinin yanında fiziksel sezgiyi de
iyi değerlendiren ve aslā spekülâsyona kaçmayan, fuzûlî lâflara i'tibâr etmeyen
keskin ve şiirsel bir uslûptu. Fezâ Gürsey'in Dünyâ'nın en mûteber bilim
dergilerinde yayınlanmış 121 orijinal araştırması bulunmaktadır. Her bir yeni
makālesi Teorik Fizik câmiasında geniş yankılar uyandırmış, harâretli tartışma
zemini ve yeni araştırma istikāmetleri açmış, yüzlerce ve hattâ binlerce
araştırıcıyı motive etmiş olan Fezâ Gürsey'in Teorik Fizik'teki ilgi alanı da
olağanüstü genişti. Bu: Gruplar Teorisi,
Spinörler Teorisi, Teorik Fiziğin Matematiksel Metotları, İstatistiksel
Mekanikler, Özel ve Genel Rölâtivite Teorileri, Kozmoloji, Çekirdek Teorisi,
Kuvantum Alanları Teorisi, Birleşmiş Alanlar Teorisi, Nötrino Teorisi ve Temel
Tânecikler Teorisi'ne kadar uzanan ve Dünyâ'da kendisinden başka belki ancak
birkaç kişinin daha bu kadar vukuf ve verimlilikle hâkim olduğu bir alandı.
Özellikle SU(6) grubu ile ilgili araştırmaları Temel Tânecikler Teorisi'nde ve
istisnaî gruplar ile ilgili çalışmaları da alanlar teorisinde yeni bir çığır
açmıştı.
Fezâ Gürsey bütün bu müstesnâ ilmî vasıfları
yanında zengin bir sanat, edebiyat ve felsefe kültürüne de sâhipti. Hocalığının
ise: aradan ne kadar yıl geçmiş olursa olsun, derslerinin berraklığının ve
uslûbunun hâtırasının eski öğrencileri nezdinde hâlâ zindeliğini muhâfaza
etmesini sağlayacak kadar ve pekçok öğrencisini de Teorik Fizik'in büyüleyici
esrâr ve câzibesine imrendirip onları etkin birer araştırıcı ve hoca olmalarını
tahrîk edecek kadar müstesnâ ve kudretli olduğuna bütün meslekdaşları ve eski
öğrencileri şâhittir.
Fezâ
Gürsey İle
İlgili
Şahsî Anılar
Fezâ Gürsey'in ismini
ilk defa 1953 yılında Galatasaray Lisesi'nin Fen sınıfında Felsefe hocamız Mösyö
René Larroumets'den duydumdu. Mösyö Larroumets 1940'da mezun olmuş olan Fezâ
Gürsey gibi bir öğrenci ile bütün hocalık hayâtında ikinci bir defa
karşılaşmamış olduğunu, onun tam notun dışında bir notla aslā yetinmeyen, dâimâ
mükemmelin peşinden koşan bir karaktere sâhip olduğunu, böyle bir öğrenciye
hocalık etmiş olmanın kendisi için büyük bir mutluluk olduğunu
söylemişti.
Galatasaray Lisesi'nde efsâneleşmiş hocalar
vardır ama efsâneleşmiş ve efsânesi de hâlâ süren eski öğrenciler fevkalâde
azdır. Hele lisedeki lâkabı Einstein
olan Fezâ Gürsey'in kendine meslek olarak Teorik Fiziği seçmiş olduğunu
duyunca bu Galatasaraylı Ağabeyimiz'e
gıyâbî hayranlığım büsbütün artmıştı. Zîrâ 8. sınıftan itibâren bilinçli bir
şekilde, ve rahmetli annemin bütün tepkilerine rağmen, ben de Teorik Fizik'çi
olmağa karar vermiş bulunuyordum; ayrıca, arkadaşlarım arasındaki iki lâkabımdan
biri de Einstein idi. Bu bakımdan,
kendisini şahsen tanımamdan çok önce Fezâ Gürsey ile aramda çok özel bir mânevî
yakınlık doğmuştu.
5 Kasım 1953'de
İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik dalına kayıt işlemlerimi
ikmâl ettim. Büyük bir hevesle derslere başlamağa hazırdım. Galatasarak
Lisesi'nde 8. sınıftan i'tibâren, derslerimin dışında ve sırf kendi gayretimle,
önce Diferansiyel ve İntegral Hesap ile Mekanik öğrenmiş, sonra da fransızların
liseden sonra üniversiteye ya da yüksek okullara girmeden önce kaydoldukları iki
yıllık Classes de Mathématiques
Supérieures et de Mathématiques Spéciales müfredâtını sistematik bir biçimde
izleyerek tamamlamıştım. Bu bakımdan üniversitenin ilk yılında okutulan derslerin yanında 4.
yılda okutulmakta olan Rasyonel
Mekanik ve Kompleks Değişkenli
Fonksiyonlar Teorisi gibi dersleri de almıştım.
Üniversitede ilk derse,
aradan geçmiş olan 51 seneye rağmen eğer hâfızam yanıltmıyorsa, 8 Aralık 1954
Pazartesi günü girdim. Bu Rasyonel
Mekanik dersi idi. Sınıfta o gün benden öndeki sınıfların öğrencileri olan
Özdem Çelik ve rahmetli Cengiz Aydın ile birlikte yalnızca üç kişiydik. Ders
Prof.Dr. Câhit Arf'ın adına ilân edilmişti ama içeriye hoca olarak 30-35
yaşlarında, yüksek alınlı, kömür gibi siyah dalgalı gür saçlı, esmere kaçan
pürüzsüz tenli, omuzları belli belirsiz çökük, ince uzun sanatkârvârî parmaklı,
yürürken hep bir şey düşünenlere mahsûs dalgın tavırlı bir zât girdi. Kendini
takdîm etti. Sâkin, tâne tâne konuşan zarif biriydi. Bu, henüz kadroya geçmemiş
Fezâ Gürsey idi. Önce hepimizle ayrı ayrı meşgûl oldu. Benim üniversitedeki ilk
dersim olduğunu öğrenince bu dersin son sınıf dersi olduğunu söyledi ve bu dersi
anlamakta güçlük çekebileceğimi îmâ etti. Kendisine dersi izlemek ve başarılı
olmak husûsunda kararlı olduğumu zîrâ Galatasaray Lisesi'nin 8. sınıfından
i'tibâren Teorik Fizik'çi olmağa karar
vermiş ve kendi kendime Mekanik de
dâhil olmak üzere Classes de Mathématiques Supérieures et de
Mathématiques Spéciales müfredâtını sistematik bir biçimde anlayarak izlemiş
olduğumu ve eğer dersine girmeme izin verirse çok mutlu olacağımı ve dersinde de
kesinlikle başarılı olacağıma emîn olduğumu söyleyince vechine pek yakışan ve
memnûniyetini izhâr eden bir tebessümle: "Pekiyi; öyle ise dersimi tâkip
edebilirsiniz" dedi. Azîz Hocam Fezâ beyle 37 yıldan fazla sürecek olan
dostluğum başlamıştı.
Rasyonel
Mekanik hârikulâde bir dersti.
Fezâ bey de hârikulâde bir hocaydı. Bu ders ilme karşı duyduğum şevk ve ihtirâsı
fevkalâde kamçıladı. İ.Ü. Fen Fakültesi'nin Matematik ve Fizik Enstitüleri'nin
kütüphânelerindeki Mekanik ile ilgili bütün kitapları o bir yıl boyunca tümüyle
gözden geçirdim. Bu arada Paul Appel'in 5 cildlik meşhur Traité de Mécanique Rationelle'ini
(Rasyonel Mekanik Temel Kitabı'nı), Georges Bouligand'ın Mécanique Rationnelle'ini (Rasyonal
Mekanik'ini), H. Goldstein'ın Classical
Mechanics'ini (Klâsik Mekanik'ini)ve bilhassa da Cornelius Lanczos'un Variational Principles in Mechanics'ini
(Mekanik'deki Varyasyon İlkeleri'ni) Fezâ beyin dersinin verdiği şevk sâyesinde
derinliğine ve büyük bir hazla inceleyebildimdi.
Fezâ bey karatahtayı
gâyet verimli ve öğrenciye yardımcı olacak şekilde kullanıyordu. Bu uslûb ileride benim üniversite hocalığımda
derslerimde örnek alıp izlemeğe çalışacağım uslûb olacaktı. Her bir dersi,
ayrıca, fiziksel sezgiyi ön plâna çıkaran ve bunu fevkalâde hâkim olduğu
matematik metotlarla tahkîm edip sonuca kestirmeden ulaşan bir zerâfet
numûnesiydi; uygulamalı matematiğin zevkine varabilenler için bu türün hazla
izlenen şiirleri gibiydi.
Bir iki hafta
içinde Fezâ beyin dersi son sınıf
öğrencileriyle dolup taşmağa başladı. Bunların arasında rahmetli ilk eşim
Kâmuran Avcıoğlu da vardı. Onunla tanışmamız Fezâ beyin dersinde oldu. Gerek
Kâmuran hanım gerekse arkadaşları benim titizlikle tuttuğum ders notlarımdan çok
yararlandılar. Bu notlar battal ebatta ciltli iki metot defteri hâlinde, şimdi
İ.Ü.Fen Fakültesi Matematiksel Analiz Anabilim Dalı (eski Teorik Fizik Kürsüsü) kütüphânesinin
demirbaşına kayıtlı olup Hoca'nın üniversitede vermiş olduğu bu ilk dersinin
gerek uslûbunun gerekse muhtevâsının oldukça sâdık bir
şâhididir.
1954-1955 ders yılının
ortalarında Fezâ bey öğrencilerini Fâtih semtinde Karaman Caddesi 67 numarada
kirâda oturduğu eve bir ikindi çayına dâvet ettiydi. Bu dâvete nedense yalnızca
ben, Özdem Çelik ve Cengiz Aydın icâbet ettik. Ufacık bir evdi. Eşi Suhâ hanım
bizi candan bir şekilde karşıladı. Çay, pasta ve bisküvi ikrâm etti. Çocukları
Yusuf daha bir yaşında bile değildi
gâlibâ. Arabasında mışıl mışıl uyuyordu. Bu ziyâret Fezâ beyin resimden müziğe,
felsefeden târihe, edebiyattan tiyatroya kadar uzanan geniş bir ilgi alanına ve
kültürüne vâkıf olduğuna tanık olmamız bakımından ilgi çekici oldu. Sevgili
Hocama hörmet ve muhabbetimi pekiştirdi.
Ertesi yıl, Fezâ bey Rölâtivite Teorileri dersini verdi. Bu
ders de fiziksel sezginin matematiksel kavramlarla nasıl verimli
kılınabileceğinin nefis bir misâli olarak hâfızama nakşedildi. Bununla ilgili
olarak tutmuş olduğum iki cild not da gene İ.Ü. Fen Fakültesi Matematiksel
Analiz Anabilim Dalı (eski Teorik Fizik
Kürsüsü) kütüphânesinin demirbaşına kayıtlı
bulunmaktadır.
Fezâ beyden görmüş
olduğum her iki dersten de İyi notu
aldımdı. Üniversitenin ilk yılında girdiğim ilk final imtihânı ise 1 Haziran
1955 târihindeki Kompleks Değişkenli Fonksiyonlar Teorisi imtihânıydı. Hocası
Doç.Dr. Nâmık Oğuztöreli beni bu dersin son sınıf dersi olduğunu ifâde ederek
dersine kabûl etmemek istediydi de binbir müşkilâtla sonunda dersi izlememe
izin verdiydi. Bu sözlü imtihânda benim performansımın ne olacağını görmek için
Fezâ Gürsey de bulundu. Nâmık Oğuztöreli tam 3 saat 15 dakika boyunca bana, biri
de bir rezidü hesaplaması olmak üzere, tam 26 soru sordu. Sonunda imtihânı Pekiyi ile başarınca Fezâ Gürsey de
gelip elimi sıktı ve: "Çok iyi idi.
İnşâallāh hep böyle olur. Tebrik ederim" dediydi.
Üniversitedeki ikinci
yılımın sonunda derslerden toplamış olduğum kredi-saatleri 67 yi aşmıştı. O
zamanki doktora yönetmeliğine göre bu durumdaki bir talebe bir hocadan doktora
tezi alabiliyordu. Fezâ bey beni çağırarak kendisiyle doktora çalışması yapmak
isteyip istemedeğimi sordu. Bu canıma minnetti. Konuyu kendisi seçti. Bu Genel
Rölâtivite Teorisi çerçevesi içinde Coriolis Kuvveti'nin incelenip Kozmoloji'ye
uygulanmasına dâir bir tezdi. Bununla ilgili olarak bana içinde kendisinin
yapmış olduğu orijinal bir çalışma da bulunan gerekli referans makāleleri temin
etti. 1957 başından i'tibâren bu konuyla ilgili olarak ben de pekçok makāle
bulmuş ve hepsini tetkik ederek hazmetmeğe başlamıştım.
Bu proje iki sebepten
ötürü bir sonuca ulaşamadı. Bunlardan ilki 24 Mayıs 1957'de evlendiğim sınıf
arkadaşım Kâmuran hanımın, elde ettiği bir Fransız Hükûmeti bursuyla,
doktorasını hazırlamak üzere Meudon
Rasathânesi'nde Spektroskopi Lâboratuarı'nda Mme Renée Hermann'ın yanına gitmek
zorunda oluşu idi. Doğal olarak onu Fransa'da yalnız bırakamazdım. Sebeplerin
ikincisi ise ben, Fransa'da Nükleer
Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden mezun olarak Türkiye'nin ilk Atom
Mühendisi sıfatıyla yurda döndüğümde Fezâ beyin ilmî araştırmalar yapmak üzere
ABD'nde bulunmasıydı. Fezâ bey Amerika'dan 1961'de döndüğünde ise ben doktoramı
1 Şubat 1960'da zâten vermiş bulunuyordum. Fakat Fen Fakültesi kendisine bir Profesörlük
kadrosu tahsîs etmekte nekes davranınca
Fezâ bey ODTÜ'nün dâvetini kabûl etti ve Profesör olarak orada işe
başladı. Bu, Fezâ bey için de ülkenin ilmi için de hayırlı oldu. Ama eğer Fezâ
bey İ.Ü. Fen Fakültesi'nde kalmış olsaydı, onun sâyesinde, benim ilmî
verimliliğimin de herhâlde çok daha başka olabileceğini her zaman düşünmüş ve
hayıflanmışımdır.
1957 yılı ilkbaharında
Fezâ bey bana Fen Fakültesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi'nin ortaklaşa
kurmuş oldukları Reaktör Komitesi'nin Fransız Nükleer Bilimler ve Teknoloji
Millî Enstitüsü'nde Atom Mühendisi olarak yetiştirilmek üzere bir gence burs
vereceklerini bildirmiş ve: "Gelin!
Birlikte Reaktör Komitesi üyesi Sait beye gidelim. Size bu bursun verilmesi için
kendisinden ricâ edeyim" demişti.
Fezâ bey Prof.Dr. Sait
Akpınar'a beni methedip bu bursun bana verilmesinin ne kadar isâbetli olacağını
izah etti. Fakat Sait bey onu fevkalâde soğuk bir tavırla dinledi ve meseleyi
bir sürü sudan sebep göstererek yokuşa sürdü. Fezâ bey bozulmuştu. Tekrar ısrar
etmesi üzerine Sait bey: "Bu işle Komite
üyesi olarak İTÜ'den Ord.Prof.Dr. İlhâmi Cıvaoğlu uğraşıyor. Ben ona söylerim.
Yüksel bir hafta sonra gelip beni görsün!" diyerek bizi başından savdı. Ben
Sait beyin tavrından pek müteessir olmuştum. Fezâ bey ise kulaklarına
inanamıyordu. Fevkalâde mahfî biri olmasına rağmen, Sait beyin bu soğukluğunu
anlayamadığını bana da açıkça ifâde etti. Bir hafta sonra Sait bey İlhâmi beyin
bana burs verilmesini kabûl etmediğini bildirdi.
Astronomi Enstitüsü'nde
Asistan olan eşim Kâmuran hanım bir öğle yemeğinde durumu hocası Prof.Dr. Nüzhet
Gökdoğan hanıma anlatınca Nüzhet hanım infial etmiş: "Nasıl olur? Bu burs Yüksel'e verilmeyecek de
kime verilecek? Eğer Yüksel'i İlhâmi beye gereği gibi tanıtmış olsalar o bu
bursu muhakkak Yüksel'e verirdi. Bunda bir bit yeniği var kızım. İlhâmi bey
benim iyi dostumdur. Yemekten sonra odama gel de kendisine bir telefon
edeyim" demiş. Telefonda İlhâmi Cıvaoğlu, Nüzhet hanıma: Sait beyin kendisine benden hiç
bahsetmemiş olduğunu; buna karşılık, bu burs için gönderdiği bir başka namzeti
ise çok zayıf bulduğunu; ve bursun hâlâ sâhibini beklediğini; beni en kısa
zamanda kendisiyle görüşmeğe Dekanı bulunduğu İTÜ Mâden Fakültesi'ne
göndermesini söylemiş.
Mesele anlaşılmıştı.
Ord.Prof.Dr. İlhâmi Cıvaoğlu, kendisiyle bir 10 dakika kadar konuştuktan sonra,
babacan bir tavırla elini omuzuma koydu: "Tamam evlâdım. Bu burs senindir. Bizleri
mahcub etmeyeceğine inandım" dedi. Ne yalan söyleyeyim, işin bu kadar kolay
halledileceğini aslā ümid etmemiştim.
Sevgili Hocam Fezâ bey
buna çok sevindi ama Sait beyin tutumuna da çok müteessir olduydu. Eşimle,
Simplon Ekspresi ile 11 Ekim 1957 de Sirkeci garından hareket ederek, 14 Ekim'de
Paris'e vardıktı. Kendisine olan muhabbetimizden dolayı hocamızın ismini verdiğimiz kızımız Fezâ
da biz Paris'de iken 2 Mart 1958'de Dünyâ'ya geldiydi[4].
Hocam Fezâ bey
Almanya'da Nukleonik dergisinde
yayınlanmış bir araştırmam hakkında bir konferans vermek üzere beni 1965 yılında
ODTÜ'ye dâvet etmiş; konferansta kendisi, eşi ve Prof.Dr. Erdal İnönü de hazır
bulunmuştu. O günün akşamında ise Fezâ beyler ve Erdal beylerle, Fezâ beyin
evinde, sohbet ve muhabbet dolu çok lâtif bir zaman
geçirmiştim.
Rahmetli Hocamın
anlattığı Rasyonel Mekanik ve Rölâtivite Teorileri dersleri beni
öylesine etkilemişti ki, 1956 yılının sonunda, ileride bu her iki konuda
muhakkak birer kitap yazmayı, geri dönülmez bir hedef olarak, gelecekle ilgili
programıma almıştım. Bu programa sâdık kalarak 1976 yılında İ.Ü. Fen
Fakültesi'nce, benim ihdas ettiğim Teorik Fizik Dersleri Dizisi'nin 2.
cildi olarak basılan Klâsik Teorik
Mekanik başlıklı te'lif kitabımı:
"Bu Kitabımı Doğumunun
55. Yıldönümünde Azîz ve Muhterem
Hocam Prof.Dr. Fezâ
Gürsey'e Saygılarımla İthâf Ediyorum"
ibâresiyle Fezâ beye
ithâf ettimdi. Bu kitabın önsözünü de:
"Mekanik zevkini bana
sayın Hocam Prof.Dr. Fezâ Gürsey'in 1954-1955 ders yılında İstanbul Üniversitesi
Fen Fakültesi Matematik Enstitüsü'nde vermiş olduğu "Rasyonel Mekanik" dersi
aşılamıştır. Bu kitap bu şâhâne derse ve bu derste tutmuş olduğum iki cild nota,
bu bakımdan, çok şey borçludur. Bu i'tibârla, bu kitabımı bir talebenin hocasına
karşı şükrânının bir ifâdesi olarak, doğumunun 55. yıldönümünde azîz ve muhterem
Hocam Fezâ beye en hâlis dileklerimle ithâf ediyorum"
diye
bitirmekteydim.
Bu kitabımdan bir nüshayı o sırada ABD'nde
bulunan Hocam'a postaladım. İthâfımın kendisini pek mütehassis etmiş olduğunu,
benim gibi hatırşinas bir öğrencisi olduğu için mutlu olduğunu bildiren çok
zarif bir mektup aldım. Ben de bu mektuptan dolayı çok mutlu oldumdu. Ancak bu
konudaki mutluluğum pek uzun sürmedi.
O sıralarda Atom ve Çekirdek Fiziği
Kürsüsü'nden emekli olan Prof.Dr. Fâhir Yeniçay'ın yerine kürsü başkanı seçilen
bir hanım meslekdaşımız bu kürsüdeki ters icraatıyla kürsünün çalışmalarına
sekte vurmuş, kürsü mensuplarıyla olan münâsebetini ise nefsânî çekişmeler
düzeyine indirmiş bulunmaktaydı. Bu kürsü Fen Fakültesi'nde bir çıban başı
olmuştu. Ders yılı sonunda Fakülte Meclisi'nde kürsünün faaliyet raporu pekçok
kişi tarafından ağır tenkidlere mâruz kalmıştı. Bu toplantıda ben de bu faaliyet
raporunu tenkid etmiş ve durumun düzelmesi için önümüzdeki ders yılında kürsü
başkanın ne yapması gerektiğini ayrıntılı bir biçimde dile getirmiştim. Sonuç
olarak rapor Fakülte Meclisi tarafından kāhir ekseriyetle reddedilerek kürsü
başkanın durumunun, yürürlükteki kānûn gereği, Üniversite Senatosu'na arz
edilmesine karar verilmişti.
Bu hanım o yaz ABD'ne gittiğinde birkaç gün
Fezâ beylerde kalmış. Bu arada Fezâ bey benim kendisine ithâf etmiş olduğum Klâsik Teorik Mekanik kitabımı
kendisine gösterip de bu ithâftan ne kadar memnûn olduğunu dile getirince söz
konusu hanım büyük bir ajitasyon içinde: Fezâ, sen böyle bir ithâfı nasıl olur da
kabûl edersin? Yüksel'in senin arkandan: "Bu adam Türkiye'ye hiçbir hayrı
dokunmayan kıpkızıl komünistin tekidir" diye propaganda yaptığı hiç mi kulağına
gelmedi? diye tepki gösterince Fezâ bey buna bir türlü ihtimâl vermemiş; ama
eşi Suhâ hanım bu durumdan oldukça etkilenmiş ki üzüntüsünü Fikret Kortel'e
benim hakkımda yazdığı zehir zemberek bir mektupla izhâr etmiş. Bu iftirâyı atan
hanımın ne olduğunu çok iyi bilen Fikret bey bana Suhâ hanımın bu mektubunu
okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm.
Fikret bey, Suhâ hanım ile Fezâ beye yazdığı
bir mektupla söz konusu hanımın sözlerinin bir iftirâ olduğunu ve benim Fezâ
beye duyduğum saygının gerçek bir saygı olduğunu bildirmiş. Ben de yazdığım bir
mektupta bu hanımı söz konusu iftirâyı atmasını tahrîk eden sebepleri etraflıca
anlattıktan sonra: "Size olan
muhabbetinden dolayı kızına bile sizin adınızı vermiş olan bir kimseden böyle
bir tutum beklenebilir mi?" diyerek azıcık da sitem ettimdi. Fezâ bey de bu
mektuba benden aslā şüphelenmemiş olduğunu bildiren gönül alıcı zarif bir mektupla cevap
verdiydi.
Teorik Fizik Dersleri Dizisi'nin 7.
Cildi olan Gravitasyonun Rölâtivist
Teorileri isimli te'lif eserim ise 1982 yılında yayınlandı. Böylece 1956
yılında kendi kendime vermiş olduğum sözü eksiksiz olarak gerçekleştirmiş
oluyordum. Bu kitabımı da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik
Enstitüsü'nde 1954-1957 yıllarında kendilerinden feyz almış olduğum azîz ve
muhterem bütün hocalarıma (hepsinin de ismini teker teker zikrederek) ve bu
arada da tabiî tekrar Fezâ beye ithâf etmiştim.
1980 yılı Temmuz ayında İ.Ü. Fen Fakültesi
Meclisi beni Dekan seçince azîz hocam Prof.Dr. Fezâ Gürsey'e, 1979'da Nobel
Fizik Ödülü'nü kazanmış olan Prof.Dr. Muhammed Abdüsselâm'a, eski hocalarımızdan
ve Astronomi Kürsüsü'nün eski başkanlarından Ord. Prof. Dr. Wolfgang
Gleissberg'e (1901-1987) ve Astronomi Kürsüsü'ne büyük katkıda bulunan Basel
Rasathânesi Müdürü Ord.Prof.Dr. Gustav Andreas Tammann'a Üniversitemizin Doctor Honoris Causa (Fahrî Doktor)
pâyesi tevcih edilmesi programımda bulunmaktaydı.
Fakülte Kurulu'nda Fezâ beye Doctor Honoris
Causa unvânının tevcih edilmesi için teklifin yapılmasını Prof.Dr. Sait
Akpınar'dan ricâ etmiştim. Kurul'da bu teklif de, daha sonra bu iş için kurulan
özel komisyonun benim kaleme almış olduğum raporu da oybirliği ile kabûl edildi.
Rapor 25.6.1981 günü Senato'dan rahat geçti. Fezâ bey Fen Fakültesi'nin
kendisine bu pâyeyi tevcih ettiği ilk Türk bilim adamı idi. Fen Fakültesi'nin
yaklaşık 20 yıl kadar önce Fezâ beye Profesörlük kadrosu verilmesinde göstermiş
olduğu nekesliğin en azından benim kuşağımda hâsıl etmiş olduğu üzüntü de
böylece bir nebze olsun telâfi edilmiş olmaktaydı.
7 Temmuz 1981 Cuma günü İstanbul
Üniversetesi'nin bu gibi merâsimler için kullanılan görkemli salonunu akademik
kıyâfetleriyle dolduran seçkin topluluğa muhterem Hocam Fezâ beyi takdîm eden
resmî konuşmamı yaparken, akademik cüppesini giydirirken ve Fahrî Doktor
beratını ve madalyasını kendisine takdîm eden Rektör Vekili'ne yardım ederken
duymuş olduğum mutluluğu târiften âcizim.
Merhum Hocamın bu
törende benim ve Rektör Vekili'nin konuşmalarımıza cevâben yaptığı esprili
konuşma onun ilim adamlığı vasfından başka edebiyat ve hitâbetteki vukufunu da
gözler önüne seren bir mükemmeliyyette idi[5].
Tam bir çilekeş İstanbul hanımefendisi olan vâlidesi Prof.Dr. Remziye Hisar
hanımefendinin ise mutluluğuna diyecek yoktu. Oğluna çoktan hakketmiş olduğu
böyle bir pâyenin eski bir öğrencisinin teşebbüsüyle tevcih edilmesinden duyduğu
saadeti elimi iki elinin arasında uzun müddet tutup bana ve eşime teşekkür
ederek dile getirdi. Ayrıca bize, çileli uzun bir ömür boyunca, duygularını
hârikulâde bir hassasiyet ve zerâfetle ifâde etmiş olduğu şiirlerinden oluşan
bir kitabı da imzalayarak verdi.
1991 yılında Yale
Üniversitesi'nden yaş haddi dolayısıyla emekli olmasından kısa bir süre önce
Fezâ beye prostat kanseri teşhisi konmuş ve tedâvisine başlanmıştı. Hoca da
emekli olduktan sonra Türkiye'ye avdet ederek İstanbul'da Arnavutköy
sırtlarındaki mütevâzî dairesine yerleşmişti. Bu arada Boğaziçi Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı da Dekan Prof.Dr. Yalçın Koç'un aldığı
dirâyetli kadirşinas bir kararla, kendisinin Fakülte bünyesinde bilimsel
faaliyetine rahat bir şekilde devam etmesinin imkânlarını hazırlamış
bulunuyordu.
Muhterem Hocamı Aralık 1991 sonunda evinde ziyâret ettiğimde kendisini,
hastalığını tevekkülle kabûllenmiş ama tedâvinin sonuçlarından ve dolayısıyla da
gelecekten ümitvar gördümdü. Kendisi Ocak 1992 başında eşi ile birlikte ABD'ne
gidip tıbbî bir kontroldan geçmeyi plânlamıştı. Sonra da dâvet aldığı bir
üniversitede 3-4 ay kadar çalışacak, oradan da Fransa'ya Orsay Üniversitesi'nde
Institut des Hautes Etudes'e (İleri Araştırmalar Enstitüsü'ne) birkaç ay misâfir
olacaktı. Bu arada hastalığının başındanberi kullanmakta olduğu ve prostat
kanserinin ilerlemesini durdurmak üzere Fransa'da geliştirilmiş olan bir ilâcı
temin etmek imkânı olacaktı.
Hocamı ziyâretim çok neşeli geçmişti. Kendisiyle uzun zamandır görüşmek
fırsatını bulamadığım için çok neşeli idim. Sanırım anlattıklarımla da Hocamı
da, muhterem eşini de, orada bulunan bir başka azîz Hocam Prof.Dr. Fikret Kortel
ile muhterem eşini de biraz olsun neşelendirebildimdi. O gün, ayrıca, pekçok da
fotoğraf çektimdi.
Hocamı ziyâretimden sonra da Fransa'ya telefon ederek Fransa'daki
Galatasaray Liseliler Derneği'nin başkanı ve OECD'de
kamu yönetimini iyileştirme konusunda Türkiye, Portekiz, Yugoslavya ve
Yunanistan işbirliği projelerinin yöneticisi olarak uzun yıllar kamu yönetimi
uzmanı olarak çalışan ve 1999'da da emekli olan liseden sıra arkadaşım
Atilâ Alpöge'ye ve derneğin asbaşkanı olan, École Internationale des Sciences du
Traitement de l'Information'un (Bilgi-İşlem Bilimleri Uluslararası
Okulu'nun) kurucusu ve rektörü Prof.Dr. Nesim Fintz'e telefon ederek Hocamın
Mayıs 1992'de Fransa'ya geleceğini bildirdim. Onlar da, dernek olarak, yalnızca
bütün Galatasaray Liseliler'in (Mekteb-i Sultânîliler'in) değil bütün
Türkiye'nin medâr-ı iftihârı olan bu çok değerli ağabeylerini en mükemmel
şekilde karşılamak ve zor temin edilmekte olan ilâcını temin etmek üzere gereken
bütün tedbirleri almışlardı.
Ne
yazık Fezâ beyin hastalığı New York'da iken birdenbire artmış ve kanser üç hafta
gibi kısa bir zaman süresi içinde bütün vücûdunu ve akciğerlerini sarmış.
Izdırabını dindirmek için hekimlerin vermek istedikleri özel ilâçları da,
şuurunu uyuşturacağı endîşesi ile, reddeden kıymetli Hocam 13 Nisan 1992
Pazartesi günü kendisine bir ömür boyu muhabbet ve ferâgatle destek olmuş olan
muhterem eşi Suhâ hanımın kollarında bu fânî âlemden ebedî âleme intikāl
etmiş.
Fezâ
beyin cenâze namazı, Türkiye'nin dört bir yanından gelen dostları ve
talebelerinin iştirâkiyle, 18 Nisan 1992 Cumartesi günü İstanbul'da Anadolu
Hisarı Camii'nde ikindiyi müteakip kılındı. O gün musalla taşının arkasında
200'den fazla kimse toplanmış bulunuyordu. Bulunanlar arasında üst düzeyden
siyâsî zevât, Türkiye Bilim Akademisi üyeleri, TÜBİTAK yetkilileri ve
Türkiye'nin ileri gelen bütün fizikçileri ve daha başka pekçok zevât da
bulunuyordu. Minâreden okunan ikindi ezanının ilk cümlesi duyulur duyulmaz bu
zevâtta büyük bir hareketlilik görüldü ve herkes musalla taşının önünde saf
tutup el bağlayarak imâmı beklemeğe başladı. Bu garip manzaraya ibretle şâhit
olan Prof.Dr. Mahmut Hortaçsu, Prof.Dr. Şehsuvar Zebitay ile bendeniz ise ikindi
namazımızı kılmak üzere câmiye yönelmiş bulunuyorduk. Câmide imâm ve müezzin ve
halktan iki kişiyle birlikte cemaat olarak yalnızca 7
kişiydik.
İkindi namazından çıktıktan sonra, namaz sırasında
gelmiş olanların da katılımıyla ve büyük bir izdiham içinde, sevgili Hocam Fezâ
beyin cenâze namazını edâ ettik. Selâm verdikten sonra: "İlâhi Yâ Rabbi! Ne kadar büyüksün! İnsan
idrâkinin kavraması mümkün olmayan ne yüce bir Hikmet'in sâhibisin! Mâlikü-l
Mülk olduğun için her şey senin emrine nasıl da kuzu kuzu itaat ediyor! Hamd
ancak ve ancak Sanadır! Kulun Fezâ Gürsey'e yaşarken ne kadar büyük lûtuflarda
bulundun Yâ Rabbi! Şimdi de Türkiye'nin kaymağı mesâbesindeki şu zevât içinde
ateist olduklarını açık açık ilân edenleri de, cenâze namazının ne zaman ve
nasıl kılınacağını bilmeyenleri de, abdestli ya da abdestsiz olanları da Hocamın
tabutunun önünde tevhid edip nasıl da el bağlatarak, mânâsı ancak idrâk edene
âşikâr olan bir Hikmet'le, Hocama bir kere daha lûtufta bulunuyorsun Yâ Rabbi!
Allāhım; fakîrden Azamet'inin, Hikmet'inin ve İlm'inin idrâkini kesme!" diye
dua edip Fezâ beyin rûhuna da Fâtiha'lar okudum.
O
gün, Anadolu Hisarı mezarlığına kadar cenâzeyi hâzırûnun ancak üçte biri izledi.
Mühim zevât, dünyevî işlerinin yoğunluğu sebebiyle, mezarlığa kadar gelemediler.
Mezarlıkta çok derin bir çukur kazılmıştı. Sevgili talebelerimden Prof.Dr.
Şehsuvar Zebitay çukura atladı ve tabutu sırtlayarak büyük bir ihtimam ve
şefkatle Fezâ beyin naaşını yerleştirdi. Allāh ganiy ganiy rahmet
eylesin!
*
"Kubbeden
Cüppeye, veyâ
Aşk
Yoluyla Fizik"
Hocam Prof.Dr. Fezâ Gürsey'e İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından Doctor
Honoris Causa yâni Fahrî Doktor pâyesi verilmesi münâsebetiyle 7 Temmuz 1981
Cumâ günü üniversitemizin Doktora Tören Salonu'nda yapılan merâsimde, o
sırada Fen Fakültesi Dekanı bulunmam
hasebiyle, Prof. Gürsey'i ve eserleri ile bilime katkılarını tanıtıcı ve bu
pâyenin hangi sebepten dolayı teklif edilmiş ve hangi evrelerden geçtikten sonra
sırasıyla Fen Fakültesi Profesörler Kurulu ve Üniversite Senatosu tarafından
karara bağlanmış olduğunu açıklayıcı bir konuşma yaparak kendisine pâyesinin
alâmetlerinden olan cüppesini giydirmiş ve serpuşunu (destârını)
vermiştim. Zamanın Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Fikri Şenocak da kendisine berât
ve madalyasını takdîm etmişti.
Bunun
üzerine Prof.Dr.Dr.h.c. Fezâ Gürsey yapılan konuşmalara ciddî olduğu kadar da
mizahî bir konuşmayla cevap vermişti. Bu konuşmasının metnini ilginç bir tarihî
belge olarak aşağıda takdîm ediyorum.
Sayın Rektör Vekili, Fen Fakültesi'nin sayın
Dekanı, sayın meslekdaşlarım ve sayın misâfirler,
Bu son derece hatırşinâs, ince düşünceli tören
vesilesiyle İstanbul Üniversitesi'ne, yâni Kürkçü Dükkânı'na dönmüş bulunuyorum. Ne
kadar teşekkür etsem azdır. Bugünkü konuşmamın başlığı Kubbeden Cüppeye veyâ Aşk Yoluyla Fizik
olacak ve sayın Dekan'ımızın isteklerine uygun olarak bâzı anılarımı, biraz da
çalışma konumu kapsayacak.
Fen Fakültesi ile olan ilişkilerim çok eski ve
karmaşıktır: annem Prof. Dr. Remziye Hisar 1919'da Dârülfünûn'un fen okuyan ilk
kız talebelerinden biriydi. 1933 reformundan sonra açılan Üniversite'ye de ilk
doçentlerinden biri olarak girdi. Ben lise öğrencisi iken onun Yerebatan'daki
lâboratuvarında fahrî asistanlık yapardım. Bu arada sabun yapmasını bile
öğrenmiştim. Kızkardeşim, eşim ve baldızım burada yetişmiştir. Bana gelince: Fen
Fakültesi'nde öğrencilik, asistanlık, eylemsiz ve eylemli doçentlikler yaptım;
Atom ve Çekirdek Fiziği, Jeofizik Kürsüleri'nde, Matematik ve Teorik Fizik
Enstitüleri'nde çalıştım. Üstelik Denel Fizik Kürsüsü'nün ünlü Çay Masası'nın fahrî üyesi oldum ve o
sâyede evlenebildim. Dahası var: Fakülte'deki ilk talebem sayın Prof.Dr. Ahmed Yüksel
Özemre şimdi Dekanımız olarak bana hocalık ediyor ve diploma
veriyor.
Aslında bu doktora diploması İstanbul
Üniversitesi'nden aldığım ilk belge idi. Lisans ve doktora diplomalarım bu
eksiğimi telâfi etmek şöyle dursun, bu müesseseden hem lisans hem de doktora
alan eşim Suhâ'ya karşı kıskançlık duygularımı bugüne kadar söndüremedi.
Sâyenizde artık kıskanç koca olmaktan kurtulmuş
bulunuyorum.
İkinci eksiğim bir cüppe idi. Bana doktora veren
Londra Üniversitesi cüppe vermeyince ben de doktora töreninden kaçmıştım.
İstanbul Üniversitesi'ndeyken ve ODTÜ'de kirâlık cüppelerle idâre ettim. Bugüne
kadar akademik törenlerden uzak durmağa mecbur kaldım.
Cüppe almayı gözümde
büyütürdüm. Dişçiye gider gibi terziye mi gidilecek? Çarşıya gidip cüppeci mi
aranacak? Derken, Nasreddin Hoca'nın nasıl bir cüppe sâhibi olduğunu Orhan
Veli'nin bir şiirinden öğrendim. Hoca çarşıya bir kavuk almaya gitmiş. Kavuğu
tam alırken bakmış, boyu boyuna, rengi rengine uygun bir cüppe asılı duruyor
dükkânda. Dükkâncıya kavuğu verip cüppeyi giymiş sırtına ve çıkmış kapıdan.
Arkasından dükkâncı bağırarak sokağa fırlamış. "Ne yapıyorsun Hoca? Cüppenin
parasını vermedin!". Hoca incinmiş bir sesle cevap vermiş: "Ben cüppeyi kavuğun
yerine aldım; niye para verecekmişim?". Dükkâncı ise: "Yapma Hoca, sen kavuğun
parasını vermedin ki!" der demez Hoca yapıştırmış: "Doğru ama ben kavuğu almadım
ki parasını vereyim".
Bu şaşmaz metodu nasıl uygulayıp cüppe edineyim
diye düşünürken sayın Dekan'ımızdan bir mektup aldım. İçinde ihtiyarlığım
kutlanıyor, bir de bir vakitler bana yapılan bir haksızlıktan bahsediliyordu.
Dilimin döndüğü kadar böyle bir şey olmadığını kendilerine açıkladıktan sonra haksızlık meselesini Hoca'nın kavuğu
gibi Dekanlığa iade ettim. Kavuğun karşılığı olarak da gördüğünüz gibi bir cüppe
sâhibi oldum. Hoca büyük adammış, vesselâm!
Diğer taraftan cüppeli olmanın sorumluluğu büyük.
Şeyhülislâm Yahyâ Efendi soruyor: "Âdeme
cüppe vü destâr kerâmet mi verir?". Rahmetli dostum Sakallı Celâl'in sesi
kulaklarımda: "Memleketimiz tehlikeli bir
yerdir; insana tevâzuunu kaybettirir".
Çok dikkatli olmalı, kendimi bir matah
sanmamalıyım. Başka bir rahmetli dostum, şâir Âsaf Hâlet Çelebî'nin bir şiirini
hatırlıyorum:
Aç cüppeni
Cüneyd!
Ne
görüyorsun?
Görünmeyeni!
Kendi cüppesi içinde
Cüneyd
Yok oldu!
Vay, vay! Cüppe tekin değilmiş. Varlıkla yokluk
arasında bu cüppenin sırrını bulmalıyım. Fen Fakültesi'ndeki öğrencilik
yıllarımda Bayezid Kütüphânesi'nde çalışan Âsaf Hâlet Çelebî, Eşrefoğlu Dîvânı'nı hazırlıyordu. Bana
Fâtih devrinin bu büyük Tasavvuf şâirinden beyitler
okurdu:
Terkedüp cân u cihânı, giy ferâgat
cüppesin,
Bu ferâgat cüppesinde sırr-ı
Sultân gizlidir.
Mevlânâ soyundan geldiğine inanan Âsaf
Hâlet, benim Fizik tahsilimi pek ciddiye almazdı: "Bırakın şu fiziği! Dervişlik cüppesini
giyin! Aşk ve şiir yolunu seçin!" diye bana mürşidlik
taslardı.
"Kılavuzsuz
bu yola varamazsın" diyen Eşrefoğlu Rûmî değil miydi? Ama benim yeni bir
mürşide ihtiyâcım yoktu. Çağdaş İstanbul Üniversitesi'nin kurucusu Atatürk
dememiş miydi ki: "Hayâtta en hakikî
mürşid ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında bir mürşid aramak cehâlettir,
dalâlettir".
Dalâlete düşmekten ödüm koptuğu için şâir dostumu
dinlemedim, Fen Fakültesi'nde iyi bir öğrenci olmağa çalıştım. Bu ise sanıldığı
kadar kolay değildi. Bakın neden: Anadolu Hisarı'ndan Boğaz'ı aşıp Beyoğlu'nun
ortasında konduğum lisede iyi, uslu bir öğrenci idim. Fen meraklısı arkadaşlarım
liseyi bitirince o civarda Gümüşsuyu'na kaydılar, Teknik Üniversite'li oldular.
Bense büyük bir cesâretle Halic'i geçerek Zeynep Hanım'ın konağında Fen
Fakültesi'nden feyz almağa geldim. Müsbet ilim lâboratuvar demekti. Prof.
Dember'in Denel Fizik gösterilerini Karagöz seyreden gibi heyecanla izledim.
Lâboratuvar tecrübelerine büyük bir ciddîyetle sarıldım.
Derken olan oldu. Zeynep Hanım'ın konağı anfisiyle,
lâboratuarlarıyla birlikte bir gecede kül olup öbür dünyâda sâhibesine
kavuştu. Denel Fizik hayâllerine elvedâ!
Yanmamış binâlardaki dershânelere sığıntı gibi
gitmeğe başladık. Matematik dersleri eskisi gibi yapılıyordu. Kerim bey (Kerim Erim), Ferruh bey (Ferruh Şemin), Râtip bey (Râtip Berker), Câhit bey (Câhit Arf), Herr Prager hocalarımız kötü
şartlara rağmen bize matematiğin eşsiz yapısı hakkında bir fikir vermeyi
başardılar. Bu dersler dışında biz fen öğrencileri sersefil olmuştuk. Harp
seneleri boyunca garip garip dolaşırdık. Orhan Veli'nin deyimiyle: "Târifsiz kederler içinde" idik. Dünyâ
ateşler içinde ve delilerin elinde. Yakın gelecekte çökecek olan
imparatorlukların, yeni kurulacak büyük düzenlerin, göğü saracak nükleer
cehennemlerin tan yerinde habersiz yaşıyorduk. Kararımı vermiştim: her şeye
rağmen Fizik öğrenmeliyim.
En baş hocamız onbeş senedir Türkçe öğrenmemekle
öğünen bir fransız ordinaryüs profesörüydü. Tercüme ile sulandırılmış dersleri
ise pek "ordinaire" idi. Binâ okur gibi "Optik", "Elektrik" okur, bu ilmin
temelini ve kubbesini kuran Maxwell'in adını duymazdık. "Elektromanyetik Teori"
ile "Özel Rölâtivite" etle tırnak gibidir. Biribirinden ayrılamaz. Oysa ki
hocamız Einstein'ın bir şarlatan olduğu kanısındaydı. "Genel Rölâtivite",
Einstein'ın yer çekimi denklemleri ise Hak getire! Bir bütün yıl "Termodinamik"
anlatılır fakat "Isı Teorisi" statistik yoldan fiziğin ana direklerine, yâni
"Mekanik" ve "Kuvantum Mekaniği"ne bağlanmazdı. Sanki Boltzmann ve Gibbs
yaşamamış, "Statistik Mekaniği" keşfetmemişlerdi. Pekiyi "Modern Fizik"
dersleri? Orada da Modern Fiziğin temeli olan "Kuvantum Mekaniği" okutulmazdı.
Heisenberg, Dirac, Schrödinger, Born ne demeğe Nobel Ödülü almış diye merak
edenler ancak Câhit Hoca'nın üniversite dışında tertiplediği özel seminerlere
giderek konu hakkında bir fikir edinebilirlerdi. Şimdiki öğrenciler bizim gibi
tâlihsiz değiller. Emînim ki çağdaş bilimleri izleyecek şekilde
yetiştiriliyorlar.
Kısacası, o yıllarda mecbûren fiziğe olan ilgim
tavsadı. Cehâletten, dalâletten daha az korkar oldum. Küllük Kahvesi'nde Âsaf
Hâlet ile buluşup gene Tasavvuf, aşk, şiir ve san'attan dem vurmağa koyulduk.
Alıcı gözüyle etrâfıma bakmağa başladım. Gene o yıllarda tanıdığım Sait Faik
bakın ne diyor: "Kıraathâneye gitmemiş
bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım. Bu dekansız, doçentsiz, bütçesiz,
fakültesiz, tamâmen muhtar üniversitelerin tavla şıkırtıları arasında "gören bir
göz", "işiten bir kulak" bir memleketin nabzını
tutabilir".
Küllük'de oturmaktan yorulunca Üniversite
çevresinde gezinirdik. Hâlâ sorarlar bana:
-
Nereden mezunsunuz?
-
İstanbul Üniversitesi'nden.
-
Nasıl oranın kampüsü?
-
Nasıl mı? Tasavvur edemeyeceğiniz kadar sihirli ve
zengin. Târih bakımından hiçbir üniversite, Paris, Pisa, Floransa, Prag
Üniversiteleri bile eline su dökemez.
Dış ülkeleri tanıdıktan sonra daha da iyi anladım
ki Üniversitemiz iki hususta Dünyâ birincisi. İlk husus: içinde ve yanlarındaki
târihî anıtların sayısı. İkinci husus: Fen Fakültesi'ndeki kadınların
sayısı.
Fizik derslerinin fakirliği ve çevrenin şiir ve
kadın zenginliği karşısında Fuzûlî'yi anmamak olmazdı:
Aşk imiş her ne var
âlemde,
İlm bir kıyl u kāl imiş
ancak!
Bayezid'in çınar ve güvercinleri arasından Osmanlı
mîmârîsinin başardığı Doğu-Batı sentezinin kapısını açan şirin Bayezid Câmii'ne
bakar, şimdi yok olan o güzelim havuzun yanından geçer, elli senede Türk
san'atının attığı dev adımları izlerdik: işte Yeniçeri Ocağı'nın karşısında
hazırol duran çalımlı Şehzâde Camii. Ötede, oturduğu tepe üzerinde Dünyâ'yı
temâşâ eden Süleymâniye'nin eşsiz mükemmelliği.
Bu semt sâde mîmârî şâheserlerinin toplandığı bir
yer değil, aynı zamanda birkaç asırdır kadınlık kültürünün çiçek açtığı bir
merkezdi. Sultan Bayezid eski saraydan yeni saraya, yâni Topkapı Sarayı'na
taşındığı vakit haremin bir kısmını eski yerinde bırakmıştı. Asırlarca eski
Vâlide Sultanlar'ın, câriyelerin kültür ve mûsıkîsi bu civarda devam edip durdu.
Sonra XIX. asırda Şehzâdebaşı tiyatroları kadınlara başka imkân ve fırsatlar
verdi. Bugün ise aynı yerde yükselen modern Fen Fakültesi'nde kadın
profesörlerimiz Dünyâ'daki en yüksek bilim kadını oranına ulaşmış bulunuyorlar.
İşte pencereden görülen kubbelerle dershânelerde işitilen kadın sesleri bu
kampüse hiçbir şehirde olmayan bambaşka bir çeşni verir.
O zamanlar bütün bu husûsiyetlerin pek farkında
değildim. Yıllar geçti. Dalâlet yolundan kurtulduğumu sandım. Sevgili meslekdaş
ve dostlarım Fikret Kortel ve Erdal İnönü gibi gerçek insanların yardımları
sâyesinde cehâletim bir mikdar azaldı. Çilemin bir kısmını gurbette doldurdum.
Teorik Fizik'de sakal ağırtarak altmışına geldim. Bu münâsebetle eş-dosttan
mektuplar, telgraflar aldım. Bunlardan bir tânesi çok ilginçti. Benden evvel
Fahrî Doktor pâyesini verdiğiniz ve cüppesini benden sonra giyecek olan, üstelik
iki yıldır koltuğunda Nobel Ödülü'nü taşıyan Pâkistan'lı dostum Abdüsselâm'ın ta
kendisiydi. Ve şöyle diyordu: "İlim
tarîkatının şeyhi Fezâ. Seninle aynı yolun
dervişiyiz".
Eyvâh! Meğerse bunca senedir derviş olmuşuz, belki
dalâlete düşmüşüz, belki de hakikat yolunu dolambaçlı şekilde bulmuşuz da
haberimiz yokmuş! Meğer fizikçi meslekdaşım Abdüsselâm da bir derviş kardeşmiş.
Ben, parçacıkların simetrilerinde, dış ve iç madde dünyâlarındaki, yâni
uzay-zaman simetrileri ile yüklerin simetrileri arasındaki dengede, hareket
denklemlerindeki düzende Süleymâniye'nin oranlarını ve silûetini görür gibi
olurken, Abdüsselâm da pekçok ilerlettiği birleşik alan teorilerinde olabilir ki
Vahdet-i Vücûd felsefesinin akislerinden ve Tâc Mahâl'in inanılmaz güzelliğinden
ilhâm alıyordu.
Fiziği yeni bir gözle süzmeğe başladım: Tasavvuf ve
mîmârî süzgeçlerinden geçirerek. Geleneksel kültürümüzün, yaratıcılığımızın iki
büyük başarısı. Ne yazık ki iki faaliyet alanı da XVII. asırdan i'tibâren
bozulmağa, kendini tekrara başlamış; sonunda da mecbûren
kısırlaşmıştı.
Şâir arkadaşım Âsaf Hâlet dikkatimi Tasavvuf'daki
ince, girift ve tehlikeli kavramlara çeker, Fâtih devrinden evvel derisi yüzülen
Seyyid Nesimî'nin mısrâlarını okurdu:
Deryâ-i muhît cûşa
geldi,
Kevn ile mekân hurûşa
geldi,
Sırr-ı ebed oldu
âşikâre...
Yâni, varlığı çevreleyen deniz coşup taştı. Kâinat
ve Dünyâ kendinden geçti. Ebedî sır,
gizlilik meydana çıktı. Bugünkü Fiziğin kavramlarını ona kendi diliyle,
Küllük Kahvesi'nin çınarları altında anlatabilmeyi ne kadar
isterdim!
Fizik'te vakuum denilen en aşağı enerjili bir
temel alan durumu vardır ki alanların denge durumudur. Bu vakuumun boşluk
olmadığını, aksine, tıpkı Nesimî'nin târif
ettiği bir deniz gibi dalgalandığını ona açıklardım. Biz bu dalga ve köpüklere
kuvantum flüktüasyonları adını
veriyoruz. Onlar gâyet kesin olarak türlü geometrik şekillere bürünürler.
Bunlara da enstanton denir. Modern
alan teorilerinde bu çeşit geometrik strüktürlerin sınıflandırılmasını da her
geçen yıl daha iyi öğreniyoruz. Hâlen ben, bu konuda çalışanlardan
biriyim.
Vakuumun bir de uyarılmış durumları, eksitasyonları
var. Bunlar parçacık da olabilir, monopol gibi yeni cins kollektif
yapılar da olabilir. Vakuumun uyarılması Tasavvuf'da Varlık denizinin taşması
gibi. Fakat bu parçacıklar doğrudan doğruya gözlenemiyorlar. Sırr-ı Ebed olarak gizli kalıyorlar. Bu
olayın modern adı hapis
(confinement) prensibi. Maddenin
yapı taşları olan quark ve glüon isimli kuvantumlar serbest
parçacık olarak yaşıyamıyorlar. Gözlenebilen çekirdek parçacıkları içinde mahbûs
kalıyorlar. İçine yerleştirildikleri nötron, proton gibi madde parçacıkları
ile lâboratuvarda rahat rahat deney yapılabiliyor. O hâlde aralarında birleşip
de bildiğimiz temel parçacıkları
oluşturan quark ve glüon'lar nötron, proton, mezon şeklinde âşikâr
oluyorlar, yâni gözlemcinin meydanında beliriyorlar.
Buna göre tanıdığımız maddenin atom çekirdekleri
arasında doğrudan doğruya gözleyemediğimiz fakat matematik yoluyla kesin olarak
tanımlayabildiğimiz gizli bir âlem yatıyor, tıpkı mutasavvıfların Gayb Âlemi gibi. Onun da ardında
Varlığı çevreleyen deniz gibi vakuum
uzayıp gidiyor.
Bunları duyduktan sonra Âsaf Hâlet Çelebî bana
hâlâ: "Bırak Fiziği de Aşk ve Tasavvuf
öğren!" diye ısrâr eder miydi, ne dersiniz?
Teşbih ve istiâre yoluyla Modern Fiziğin bâzı
kavramların, dedelerimizin Mevlânâ ve Yunus Emre'den Şeyh Gālib'e kadar en çok
sevdikleri ve işledikleri hayâl ve düşünce dünyâsına bağlamağa çalıştım. Acabâ
arada sürekli bir geçiş mi var? Sanmıyorum. Yeni kavramlar eskileri gibi hiçbir
zaman kısırlaşmaz. Olsa olsa eskirler. Yerlerine yenisi gelir. Onları güzel
kelimelerle, âhenkli vezinlerle değil, matematiğin diliyle ifâde ediyor, doğru
yola gidip gitmediğimizi tecrübe ile kontrol ediyoruz. Fizik kavramlarına
bitmeyen bir canlılık veren iki kaynak bunlardan ibâret; biri tecrübe yoluyla
konuşan Tabîat'ın kendisi; diğeri ise her gün gelişen ve zenginleşen matematik
dili. Her iki kaynağı da gürleştiren mekanizma ise insanın araştırma
rûhu!
Hakîkatı bulduğunu sanan insana araştırma ne gerek?
Bu yüzden bence Tasavvuf öğrenilir, derinleştirilir, duyulur ama araştırılamaz.
Diğer taraftan, Alanlar Teorisi yâni
maddenin modern varlık ve yaratılış teorisi her yıl, her ay sayısız
araştırıcının biribirlerini tamamlayan gayretleri sâyesinde değişmekte ve
gelişmektedir. İşte Fakülte günlerimin dostu Âsaf Hâlet! Abdüsselâm'ın
düşüncesindeki araştırıcı cüppesi senin bana giydirmek istediğin derviş cüppesi
değil!
Araştırıcı cüppesi atalarımızı dâimâ korkutmuş. XVI. Asrın sonunda
kurulan Tophâne Rasathânesi Müdürü Takiyyüddin Efendi 1577 yılında ilk defa
olarak bir kuyruklu yıldızın bilimsel gözlemlerini tamamlamış. Plânör prensibi
ile Üsküdar'a uçan Hezârfen Ahmed Çelebî, roket ve paraşütle inme prensiplerni
kavrayıp pâdişâhın önünde yedi kollu fişeğine binen Hezârfen Lâgarî Hasan
Çelebî... Hiçbirinin başladıkları araştırmayı bitirmelerine, buluşlarını ileriki
kuşaklara aktarmalarına imkân ve izin verilmemiş. Etraflarında sâdece şüphe ve
korku yaratmışlar.
Dervişlik cüppesini yalnız erkekler giyermiş.
Araştırıcı cüppesini, hele üniversitede, erkekler kadar kadınlar da giyiyor.
Yüzüncü yıldönümünü kutladığımız Atatürk, 1933 reformunda üniversiteyi bir
süper lise olarak değil, okuduğu Harp Akademisi'nin bir benzeri olarak değil,
fakat araştırma temellerine dayanan dinamik ve çağdaş bir müessese olarak
tasarladı.
O zamandanberi bir türlü sonu gelmeyen reformların,
yönetmelik ve tüzüklerin, kendini aramaları içinde, yaratıcı araştırma alevi
sönmedi ama hâlâ biraz kısık yanıyor. Şüphesiz kadınlı erkekli yeni kuşaklar
Takiyyüddin Efendi'nin kuyruklu yıldızını sımsıkı tutacaklar, bir daha
bırakmıyacaklar ve araştırmanın yedi kollu fişeğini sönmeyecek şekilde
ateşleyecekler. Doğulu musun, batılı mısın sorusuna cevap olarak Sinan'ın
dâhiyâne sentezini gösterecekler ve Tasavvuf'un ince yapılarını denklemlere
dökecekler.
Yanlış anlaşılmasın! Hiç şüphesiz bugünkü yaratıcı
bir bilim adamının Tasavvuf'a veyâ başka mistik ilhâmlara ihtiyâcı yoktur.
Bulduklarını dile getirmek için matematiğin kavram ve yapıları ona yeterlidir.
Diğer taraftan his kaynakları Tasavvuf'a uzanan yazar veyâ şâir de Modern
Fiziğin esrâr ve güzellik dolu teorilerini ve olaylarını duymamışsa, bu, onun
Evren'i sezişinden, hayât görüşü ve ifâde kudretinden hiçbir şey eksiltmez. Ne
var ki benim gibi, bâzı doğulu meslekdaşlarım gibi fizikçiler üzerinde
çalıştıkları, anladıkları ve ilettikleri bir konuda bâzı olağanüstü kānûn ve
fikir yapıları ile karşılaşırlarsa olayların ve mantığın bu nâdir mîmârîsi de
bize eski kültürümüzden mîrâs kalan, havasını hâlâ içimize çektiğimiz bir his,
hayâl ve müphem düşünce âlemini hatırlatıyor, onun ana hatlarıyla bir uyuşuma
giriyorsa, ben derim ki: böyle rezonanslar iç dünyâmızı beklenmedik biçimde
zenginleştirir; hayât görüşümüze yeni bir boyut daha katar; san'at ve bilim
toplumlarımız arasında yeni köprüler kurabilir.
Hayâl bu ya! Belki de bir gün bu üniversiteden
yetişen, kültürel mîrâsını içine sindirmiş bir bilim adamı Tabiat bilmecesine
batılı meslekdaşlarından başka bir açıdan bakacaktır. Diğer yönden, genç bir
filozof şâirimiz matematik bakımından değil de, kendi düşünce yapısına uyduğu
için sezgi yoluyla öğrendiği fizik prensipleri yardımıyla varlığı daha derinden
duyacaktır. Böyle bir uyarı da onun san'atında Mevlânâ'nın, Valéry'nin görmeden
geçtiği kapıların açılmasını sağlayabilir.
O güzel günler gelene kadar yeni giysilerime bakar
sorarım:
Bu şanlı cüppenin ardında saklanan
kimdir?
Hezârfen mi, ya derviş misin,
nesin kâfir?
Tekrar cüppeye ve destâra, bu şerefli pâyeye, sabır
ve sevgilerinize teşekkürler.
[1]Ben 1954 yılında Galatasaray Lisesi'nden mezun olduğum zaman bile Fezâ
Gürsey efsânesi okulda sürmekteydi.
[2]Ben kendi kulağımla Fonksiyonlar Teorisi Kürsüsü Başkanı'ndan Fezâ
Gürsey'i "Durun bakalım! O daha dünkü çocuk!" diyerek dışladığını duymuş ve
fevkalâde üzülmüştüm.