Buradasınız
LÂİKLİK ÂŞIĞI, AMA LÂİKLEŞEMEYEN LÂİK DEVLET
LÂİKLİK ÂŞIĞI, AMA LÂİKLEŞEMEYEN LÂİK
DEVLET
Prof. Dr. Ahmed Yüksel
Özemre
Anayasamıza
Yansıyan "Lâiklik"
Her ilimde ve her işte,
kavramların: 1) kesin, 2) dakîk, 3) açık ve 4)
seçik1 tanımlar üzerine inşâ
edilmiş olması gerekir. Aksi hâlde, bu niteliklere sâhip olmayan bir tanımla
tanımlanmak istenen bir kavrama ister istemez sübjektif (enfüsî) yorumlar yakıştırılır. Bu
yorumların çokluğu ve birbirlerinden farklılığı ise vahim A) karışıklıklara, ve
B) belirsizliklere, yâni objektif ve bilimsel sonuçlara değil, yalnızca C) dedikodu'lara yol açar.
Kezâ, yoruma açık bir suç
tanımının Adâlet'i zedelemesi, anlaşmazlıklara ve nifâka ve hattâ sosyal huzurun
bozulmasına sebeb olması dolayısıyla Hukuk'da da bir suçun tanımının: 1)
kesin, 2) dakîk, 3) açık ve 4) seçik olması, yâni aslā belirsizliğe
yol açmaması gerekir2. Benzer şekilde kim, çarşıda
pazarda, satın alacağı domatesin açıkça tanımlanmamış keyfî bir ağırlık
birimiyle meselâ lâlettâyin bir taş parçasıyla ya da içi toprak dolu bir
torbayla tartılmasını tercih eder ki?
Lâik, lâiklik, lâikleşme ve lâikleştirme
kavramları için de bu böyledir. Eğer 1)
kesin, 2) dakîk, 3) açık ve 4) seçik tanımlar üzerine inşâ
edilmemişlerse bunların da Hukuk'da, cemiyet hayatında ve siyâsette karmaşaya
yol açmaları kaçınılmazdır. Ve nitekim öyle de olmakta, ülkemizde bu kavramlar
ve bunların sebeb olduğu huzursuzluklar hakkındaki tartışmalar
bitmemektedir.
Bütün Dünyâ anayasaları içinde
"lâik" kelimesi yalnızca Fransa'nın ve Türkiye'nin anayasalarında siyâsî bir
ideolojik sistem kapsamında yer almaktadır. Encyclopaedia Britannica'da bile bu
kelimeler söz konusu anayasalardaki gibi bir sistemi ya da bir ideoloji'yi nitelendirmek için
değil, fakat yalnızca kişiler için
kullanılmaktadır.
Fransa anayasasının dibâcesinin
13. maddesinde: "Her kademeden bedâva ve
lâik bir eğitimin örgütlenmesi Devlet'in görevidir" ve aynı anayasanın 1.
maddesinde de: "Fransa bölünmez, lâik, demokratik ve sosyal bir
Cumhûriyet'tir3" denilmekle lâik kelimesi bu
anayasada yalnızca iki kere zikredilmekte, fakat tanımı
verilmemektedir.
"Lâik" kelimesi ilk kez 20 Nisan
1340 (1924) gün ve 491 sayılı bizim Teşkilât-ı Esâsiye Kānûnu'muzun 5 Şubat 1937
târih ve 3115 sayılı kānûnun 1. Maddesi
ile değiştirilmiş olan "Türkiye Devleti,
cumhûriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili
Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir" şeklindeki 2. Maddesi'nde ortaya çıkmıştır. "Lâik"
kelimesi söz konusu kānûnda yalnızca bir kere zikredilmektedir.
Buna karşılık 7 Eylûl 1961 gün ve 334 sayılı
Türkiye Cumhûriyeti Anayasası'nda "lâik" kelimesi 2., 22., 26., 57., 77.
ve 121". Madde'lerde, "lâiklik niteliği" tamlaması da 153. Madde'de zikredilmiştir. Böylece "lâik" kelimesinden
türetilmiş çeşitli kavramlar bu anayasada yedi
kere yer almaktadır. Bu anayasada da bu kavramların hiçbirinin tanımı
verilmiş değildir.
18 Ekim 1982 gün ve 2709 sayılı
Türkiye Cumhûriyeti Anayasası'nda ise durum kavramsal açıdan daha muğlâk ve daha
karışıktır. Bu anayasada:
- "Lâik" kelimesi
ile 2. Madde'de "Devlet'in lâik
olduğu"; 13., 14., 68., 81. ve 103. Madde'lerde ise "Cumhûriyet'in lâik olduğu" beyân
edilmekte,
- 174. maddede,
dilbilgisi açısından sakat bir ifâdeyle, Türkiye Cumhûriyeti'nin "lâiklik niteliği" söz konusu
edilmekte
4, - Başlangıç
Bölümü'nün 3 Ekim 2001 târihinde değiştirilen kısmında, 16. Madde'de, ve Geçici
2. Madde'de de "lâiklik ilkesi"nden
söz edilmektedir.
Böylece "lâik" kelimesinden
türetilmiş çeşitli kavramlar bu son anayasamızda tam on
kere söz konusu edilmekte fakat bırakınız bunların 1) kesin, 2) dakîk, 3) açık ve 4) seçik tanımlarının verilmesini, bunlar
hakkında Anayasa'mızda herhangi bir tanım girişimi dahî bulunmamakta ve böylece
sübjektif (enfüsî) yorumların yolu da alabildiğine açılmış
olmaktadır.
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal
bir hukuk devletidir"5 şeklindeki 2. Madde'si ile 18
Ekim 1982 târihli anayasamızın "Türkiye
Cumhûriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde,
insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devletidir"6 şeklindeki 2. Madde'si, apaçık bir iltibâs ile,"devletin mümkün hükümet şekillerinden biri olan Cumhûriyet" ile "Devlet"i özdeşleştiren bir başka
garâbeti daha ortaya koymaktadır.
Fransız Anayasası yalnızca
Fransız Cumhûriyeti'nin "lâik" olduğunu ilân etmektedir. Buna karşılık bizim 18
Ekim 1982 târihli anayasamız hem Türk Devleti'nin ve hem de Türk
Cumhûriyeti'nin lâikformel fark"
mevcûddur.
olduğunu vurgulamaktadır.özellikle, hükûmet tarzı cumhûriyet olan bir devletin lâik olmasının yanısıra bu
devletin cumhûriyetinin lâik olmamasının neye delâlet edebileceği, kānûn
koyucunun hem cumhûriyetin ve hem de devletin lâik olduğunu vurgulamayı neden
gerekli görmüş olduğundaki vuzuhsuzluk hukuğun felsefesiyle iştigāl edenlerin
bile altından kolay kolay kalkamayacakları epistemik tuzaklar içermekte, kafayı
iyice karıştırmakta ve iltibâsa yol açmaktadır. Bu bakımdan her iki devletin
anayasalarının temelinde, "lâiklik" kavramı açısından, her şeyden önce, büyük
bir "formel fark"
mevcûddur.
Aslında, kavramların doğru dürüst
tanımlanmamış olması dolayısıyla, Devletimizin senelerdenberi anayasal bir suçu
herkesin gözü önünde işlemekte olduğu da rahatlıkla savunulabilir. Anayasamız
tarafından de jure "lâik" olduğu beyân edilen
Devletimiz'in teşkilât şemasında de facto Diyânet İşleri Başkanlığı'nın bulunmasını:
- "Hoşgörüyle"
karşılanacak ama doktrin açısından behemehal düzeltilmesi gereken "hukūkî bir garâbet" olarak mı, ya da
- Hukukçu mantığı
ile bir "anayasal suç" olarak mı telâkkî
etmek gerekir?
Alın işte size havanda su
dövdürecek bir başka münâkaşa ve dedikodu konusu daha!
Fransız Kökenli Lâiklik Kavramının Yakın Târihi
"Lâik" kelimesi yukarıda da
belirtildiği gibi, Fransa'nın 1946 ve 1958 târihli anayasalarında "Fransa'nın lâik bir cumhûriyet olduğu"nun beyân
edilmesiyle yer almıştır.
1946 yılında Fransa Millet Meclisi'nde çoğunluğu sağlayan üç
parti vardı: Hıristiyan Demokratlar, Komünistler ve Sosyalistler. Bunların üçü
de "Fransa'nın lâik bir cumhûriyet olması"
konusunda ittifâk ettiler. Ama herbirinin "lâiklik" konusunda kendine mahsûs bir
fikri, bir algılama biçimi vardı. Sosyalistler bundan Din ile Devlet'in
ayrılığını, Komünistler ise Din'in tümüyle dışarlanmasını kastediyordu.
Hıristiyan Demokratlar adına konuşan Maurice Schumann (1911-1998) ise
Fransa'daki ruhban sınıfının (kardinallerin ve arşöveklerin) bu konuda
hazırlamış olduğu bir deklârasyona yollama yapıyordu. Bu deklârasyon, lâikliğin
kabûl edilmesi mümkün olmayan iki ve kabûl edilebilir de iki anlamı olduğunu
vurgulamaktaydı. Hıristiyan Demokratlar işte bu deklârasyonun ifâde ettiği
lâikliğin kabûl edilebilir iki anlamına dayanarak "Fransa'nın lâik bir cumhûriyet olması"nı kabûl
etmişlerdi.
Görüldüğü gibi Fransız Millet
Meclisi'nde oluşan bu icmâ-i ümmet, aslında, uzlaşılması mümkün olmayan ihtilâflar
üzerine inşâ edilmiş bir mutâbakatı yansıtmakta olan bir başka garâbet
numûnesidir.
Fransa'nın anayasasında da hukūkî
terminolojisinde de lâiklik kelimesi yoktur. "Lâik"
sıfatının çoğu kere "lâiklik" cins ismiyle ifâde edilmesi somut bir kavramdan
soyut bir kavrama geçmenin bütün belirsizliklerini ve yanlış anlaşılmalarını da
peşinden sürüklemektedir.
Büyük Fransız İhtilâli'nden önce
"İlâhî Hukūk'a dayandığını savunan Fransız Monarşisi" için, kıralın Kilise'ye ve
Kilise'nin de kırallığa hükmetmemesi dolayısıyla, pekālâ "lâikti" denilebilir.
1789 ihtilâlinden sonra Millî Konvansiyon'un7 10 Kasım
1793'de târihli deklârasyonuyla Akıl Dini'nin8
geçerliliğini ilân eden "İnsan Hakları Fransa'sı" ise, bu yönüyle, hiç de lâik
değildir.
Bugünkü Fransız hukukçuların
çoğunda egemen olan kanaat şudur ki "Kendi ülkesinde her erkeğe ve her kadına
mutlak inanç özgürlüğü tanıyan, bu özgürlüğe saygı gösteren ve bunu emniyet
altına alan her devlet lâiktir".
Türkiye bugünkü hâliyle bu
tanımına uymadığı gibi üstelik bir de biribirine zıd iki dinin yâni İslâm ile
Kemalizm'in anayasa ve yasalarla imtiyazlı bir konumda olduğu (meselâ
Yunanistan9, İngiltere10 eski Sovyet Sosyalist Cumhûriyetleri
Birliği ya da11 gibi) bir Konfesyonel Devlet'tir.
Hz Muhammed'in zamanında
temelinde 46 maddelik "Medine Vesîkası" bulunan Medine-Şehir-Devleti ise fransız
hukukçularının 1300 sene sonra erişmiş oldukları bu lâiklik tanımına tam
anlamıyla uymakta ve ayrıca şehirdeki yahudi ve hıristiyan halklarına da kendi
şerîatlarına göre jüridiksiyon hakkı12 bile tanımaktaydı.
Fransa III. Cumhûriyet döneminde
(4 Eylûl 1870 – 10 Temmuz 1940) bâzı kurumlarını, özellikle eğitim kurumlarını
lâikleştirmiş ama bu dönemde
kendisini aslā "lâik" olarak tahayyül etmemişti. 1880 yılından i'tibâren Katolik
Dini'nin Fransa'nın kamusal hayatı üzerindeki yansımalarını kısıtlamaya mâtuf
bir dizi kānûnlar yayınlamış; ve en sonunda da, 1905 yılında Devlet ile
Kilise'nin biribirinden kesin bir biçimde ayrılması olarak yorumlanan bir kānûn
çıkarmıştır13. Bu ve bunun gibi kānûnların sonucu olarak
bir süre sonra mahkemelerde hâkimin, resmî devlet okullarında hocaların ve
hastahânelerde de hastaların arkalarındaki duvarlarda, mûtad üzere, asılı olan
haçlar kaldırılmıştır. 2004 yılında ise Bernard Stasi Komisyonu'nun raporuna
dayanarak Fransız Millet Meclisi ilk ve orta eğitimde öğrencilerin başörtüsü,
kippa14 ve haç taşımalarını, gene
lâiklik adına, bir kānûnla yasaklamıştır.
Türkiye Cumhûriyeti'nde Lâiklik Kavramının Târihi
Cumhûriyet Halk Partisi'nin 15 Ekim
1927 târihinde topladığı 2. Kurultay'ında Mustafa Kemal Paşa'nın teklifi üzerine
Cumhûriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Lâiklik partinin dört temel ilkesi
olarak kabûl edilmişti. 10 Mayıs 1931 târihli 3. Kurultay'da ise bunlara
Devletçilik ve İnkılabçılık da eklenerek bu altı ilke partinin Altı Ok'u olarak
bayraklaşacaktı.
Atatürk'ün "lâiklik"
konusunda temel düşüncelerini yansıtan
aşağıdaki beyânları, Türkiye'de bugünkü zihniyet ve uygulamalarla
karşılaştırıldığında, uygulamalarda nasıl çarpıtılmış olduklarını teşhis ve
tesbit etmek bakımından fevkalâde ilgi çekicidir. Atatürk diyor ki:
- Din bir vicdân meselesidir. Herkes vicdânının emrine uymakta
serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı
değiliz. Biz sâdece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya
çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan mutaassıb hareketlerden sakınıyoruz.
(1926)
- Din ve mezheb
herkesin vicdânına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din, ne
de bir mezhebi kabûl etmeye zorlayabilir15. Din ve mezheb
hiçbir zaman politika âleti olarak kullanılamaz. (1930).
- Elbette her fert
dinini, diyâneti öğrenecek bir yere muhtaçtır. Orası da medrese değil
mekteptir16.
- Bizde ruhbanlık
yoktur. Hepimiz müsâvîyiz ve dinimizin ahkâmını eşit şartlarda öğrenmeye
mecbûruz. Her fert dinini, diyânetini, îmânını öğrenmek için bir yere muhtaçtır;
orası da mekteptir.
- Türkiye
Cumhûriyeti'nde her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin
merâsimi de serbesttir. Yâni, ibâdet hürriyeti vardır. Tabîatıyle ibâdetler,
güvenlik ve genel âdâba aykırı olamaz; siyâsî gösteri şeklinde de yapılamaz.
Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi durumlara artık Türkiye Cumhûriyeti aslā
katlanamaz.
- Din simsarlığına
izin verilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte
bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz.
(1930 ).
- Lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin
ayrılması demek değildir; bütün yurttaşların vicdân, ibâdet ve din
hürriyeti demektir. (1930).
- Lâiklik, aslā dinsizlik olmadığı gibi, sahte
dindarlık ve büyücülükle mücâdele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin
etmiştir. (1930)
Bütün
bu güzel beyânlara rağmen 1932 Ramazan'ından i'tibâren Devlet, Lâiklik İlkesi'nin aksine, dine ve
uygulanmasına doğrudan doğruya müdâhale ederek ezanın Türkçe okunmasını
mecbûr kılmış, hattâ câmilerde Kur'ân'ın bile Türkçe okunması uygulamasını
başlatmıştır. Bir müddet sonra bizzât Atatürk'ün müdâhalesiyle Kur'ân'ın Türkçe
kıraatinden vaz geçilmiş17 ama ezanın Türkçe okunması 14
Mayıs 1950 seçimleriyle Demokrat Parti'nin iktidâr olmasına kadar sürmüştür.
1934
yılında Eşref Edib'in Hz Muhammed hakkında yayınlamak istediği bir kitap için
başvurduğu "Matbuat Umum Müdürlüğü"nün aşağıdaki cevabı18,
yalnızca birkaç yıl sonra
- Atatürk'ün din ve lâiklik hakkında yukarıda zikredilen olumlu ve
hoşgörülü beyânlarının, ve
- "Lâiklik İlkesi"nin
resmî makāmlar tarafından
nasıl tahammülsüzlükle çarpıtılıp reddedilmekte olduğuna ışık tutmaktadır:
T.C.
Dâhiliye
Vekâleti
Matbuat Umum
Müdürlüğü
Ankara, 17 Mayıs
1934
Sayı: 653
Hülâsa: "Hazreti Muhammed"e
dair
Her ne şekil ve sûrette olursa olsun memleket dâhilinde dinî neşriyat yapılarak
dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği
vücûda getirilmesine taraftar değiliz. Zât-ı âlîlerinin herkesçe de müsellem
olan ilim ve fazîletinize hürmetkârız. Ancak günün bu kabil neşriyâta tahammülü
olmadığını siz de takdîr edersiniz.
Matbuat
Umum Müdürü
Nedim
19
Gene 1934 yılında, A. İbrahim'in Millî Din ve öz Türk Dini başlığıyla
yayınlanan kitabı Bakanlar Kurulu'nun 16 Ocak 1935 târihli onayı ile yasaklanmış
ve Dâhiliye Vekâleti'nin resmî raporuna dayanarak toplatılarak imhâ edilmiştir.
Bu raporun bir paragrafı şöyledir20:
gençliği, ahlâk mefhûmunu artık dinden almadığı gibi, din merâsimi günden güne
kıymetini kaybederken, bunların yeni bir şekilde yaşatmak istenmesi, hüsnüniyet
sâhibi olsa bile muharririn millî kültürü darbeleyen muzır bir fert olmasını
icâb ettiriyor. Binâenaleyh birtakım kıylukaller açacak ve gençliğin kültürüne
zarar verecek olan kitabın toplattırılması ve yazarın hakkında ayrıca ihtiyat
tedbirleri alınması icâb eder."
Atatürk'ün
vefâtından sonra Demokrat Parti iktidârına kadar, Atatürk'ün yukarıda
zikredilmiş beyânlarında mâkûl bir tanımını bulan, "Lâiklik İlkesi"nden tamâmen
inhirâf edilerek din ve dindarlar üzerine tedhîşe varan sindirici baskılar
uygulanmış, polis ve jandarma mârifetiyle evlere yapılan baskınlarda Kur'ân
okumakta olanlar, elinde tesbih hafî zikir yapanlar, Kur'ân dâhil eski yazı
harflerle basılmış kitap bulunduranlar, çocuklara dinlerini tanıtan ders vermekte
olanlar, Elifbâ cüzü ve Kur'ân-ı Kerîm cüzleri satanlar21,
evde topluca namaz kılanlar tutuklanmış, kitaplar da müsâdere edilmiştir.
Bu
sindirmeler Demokrat Parti iktidârı sırasında da diğer iktidârlar süresince de,
her zaman bizzât söz konusu iktidârlar tarafından olmasa bile, Atatürk'ün
vefâtından sonra çabucak organize olan ve adına "Derin Devlet"(!) denilen ve bir
örgüt olmakdan çok müsâmahasız, baskıcı, temel hak ve hürriyetlerin
kısıtlanmasından yana, din-karşıtı bir zihniyeti temsil edenler tarafından da
bir irticâparanoyası pompalanarak: 1) lâiklik adına, 2)
"Kemalizm dini22"
adına, 3) çağdaşlık adına akıl ve mantık dışı
bir slogan edebiyatı yapılarak sürdürülegelmiştir.
Türkiye'deki lâiklik uygulamaları Devlet'in
zaman zaman, fakat "Derin Devlet"in ise sürekli olarak lâikliği: 1)
hayatın her safhasında, 2) siyâsette, 3) ekonomide, 4) ahlâkda, 5) dinde, 6)
vatandaşın belirli bir şekilde kalıplanıp tek-biçim hâline getirilmesinde ve
daha pekçok konuda "Türkiye'de norm vaz etme hakkının yalnızca ve yalnızca
kendisine ait olduğu" şeklinde yorumlamakta olduğunu ortaya
koymaktadır.
Bu,
kendisini layuhtî (aslā hatâ yapmaz) ve layüs'el (tartışılmaz, sual
sorulmaz) Rabb gibi görmek marazına tutulmuş olanlara has bir Rubûbiyyet Kompleksi'dir. Bu
dayatmacı lâiklik ideolojisi'ni hareket noktası alan post-modern
28 Şubat Süreci'nin amacı ise, bunun icbâr etmek istediği insan
kalıbından inhirâf edenlerin "Evrensel ve Doğal İnsan Hakları'nı yok
sayan" yeni bir düzenin ihdâsı şeklinde anlaşılmıştır.
Sonuç
Fransa'daki lâiklik kavramının 1)
mâhiyeti, 2) gerektirdikleri ve 3) uygulamaları ile Türkiye'dekilerinin arasında
büyük bir idrâk ve niyet farkı bulunmaktadır.
"lâiklik" idrâki, burjuvazinin Kilise'nin baskısına karşı sürdürdüğü bir
mücâdelenin sonucunda elde edilmiş bir sosyal denge unsuru olarak tecellî
etmiştir. Fakat Osmanlı İmparatorluğu'nda da Türkiye Cumhûriyeti'nde de: 1)
yapısı, 2) hayat tarzı, 3) ezilmişliği, 4) çileleri, 5) hak iddiaları ve 6)
mücâdeleleri ile Avrupa benzeri bir burjuvazi sınıfı hiç olmamıştır.
Türkiye'de"lâiklik" irâki halkın bilinçli bir mücâdelesi sonucu elde edilmiş bir hakkı
olarak ortaya çıkmamış, tepeden inme bir ilke olarak icbâr edilmiştir. Bir denge
unsuru aslā olmadığı gibi, Atatürk döneminde bizzât kendisi tarafından
açıklanmış olan amacından da saptırılarak, Derin Devlet'in halkı
kamplara bölücü bir sindirme ve tedhîş unsuru olarak tecellî etmiştir.
"Devlet"
de "Derin Devlet" de zaman zaman lâikliğin uygulanması konusunda örtüşerek
kendilerine has, sui generis (nev'i şahsına mahsûs) ama
aslā tanımlamak istemedikleri bir lâikliğe âşık ve de sâdık bir şekilde hareket
etmişler, ammâ velâkin aslā Atatürk'ün anladığı ve beyân ettiği
şekilde lâikleşemeden lâik olduklarını ilân edegelmekte de beis
görmemişlerdir.
* * *
[1]Kesin: fran.exacte, ing. exact, alm. genau, ital. esatto.
Dakîk: fran. rigoureux,rigurous, alm. streng, ital. rigoroso. Açık: fran. claire, ing. clear, alm. klar,chiaro. Seçik: distincte, ing. distinct, alm. deutlich, ital. distinto. ing.
ital.
[2]Son günlerde patlak veren zinâ tartışmaları da maalesef hep böyle cereyân
etmiştir. Medya'da herkes zinânın 1) kesin, 2) dakîk, 3) açık ve 4) seçik tanımını vermeğe gerek
görmeksizin, bunun gerekli olduğunun bilincinde de olmaksızın kendi kafasına
göre enfüsî ahkâm kesmiş, düpedüz dedikodu yapmıştır. Oysa avâmın
gözünde, evli olmayan çiftlerin cinsî birleşmesi de, biribirinin helâli olmayan
en azından bir kadın ve bir erkeğin tesâdüfen bile olsa aynı bir kapalı mekânda
bulunmaları da zinâ olarak algılanabilmekte ve hattâ bir "göz zinâsı"ndan dahî
söz edilmektedirdir. Buna rağmen kānûn koyucu Türk Cezâ Kānûnu'nda zinânın 1) kesin, 2) dakîk, 3) açık ve 4) seçik tanımını vermemekte ve bundan
ötürü de fuzûlî bir münâkaşa ve dedikodu zemininin oluşmasına sebeb
olmaktadır.
[3]Burada Fransa denilen "ülke"nin "Cumhûriyet denilen hükûmet etme
şekli" ile özdeşleştirildiğini görmekteyiz ki bu dahî yorum gerektiren
ve mantık açısından da hatâlı, kartezyen zihniyete hiç uymayan bir
ifâde tarzıdır.
[4]Doğrusu, herhâlde: "Türkiye Cumhûriyeti'nin lâik
niteliği" olmalıydı.
[5]Bu anayasa metninde "devlet" küçük harfle yazılmıştır.
[6]Bu anayasa metninde ise "Devlet" büyük harfle
yazılmıştır.
[7]Büyük Fransız İhtilâli'nden sonra 21 Eylûl 1792-26 Ekim 1795 arasında
Fransa'yı idâre eden meclis.
[8]Fransız İhtilâli'nin Terör Devri'nin mîmarlarından Maximillien de
Robespierre (1758-1794) 7 Mayıs 1794'de Yüce Varlık Dini'ni icâd ederek(!)
ihtilâl sonrası zuhur eden ve resmiyet kazanan Akıl Dini'nin ve Akıl İlâhesi'nin
yol açtığı sapkınlıklara son vermek istemiş ve bu yeni dinin de Büyük Râhibi(!)
olmuştur. Bu dinin resmî bayramı olan "Yüce Varlık ve Tabîat Bayramı" ilk ve son
kez, Robespierre'in iktidardan düşürülüp de giyotinle îdam edilmesinden 20 gün
önce, 8 Temmuz 1794'de Paris'de Tuilerie Bahçesinde başlayıp Champ-de-Mars'da
biten şâşâlı bir törenle kutlanmıştır.
[9]Yunanistan'da "Ortodoksluk" Devlet tarafından
korunmaktadır.
[10]İngiltere'de "İngiltere ve İskoçya" Kilisesi Devlet'in koruması
altındadır.
[11]Sosyalist Cumhûriyetleri Birliği'nde "Komünizm" Devlet'in koruması
altındaydı.
[12]Jüridiksiyon hakkı: Bir topluluğun mensûblarını kendi şerîatına, ya da
örf âdet ve kānûnlarına göre muhâkeme etmek hakkı.
[13]Aslında bu kānûnda Devlet ile Kilise'nin ayrılmasından aslā söz
edilmemektedir. Bu kānûn Devlet'in, bundan böyle, Kilise'yi millî bütçeden
desteklemeyeceğine dâir bir kānûndur.
[14]Yahudilerin başlarını örttükleri ufak takke.
[15]Bu beyân Kur'ân'ın "Lâ ikrâhe fi-d dîn = Dinde zorlamaca yoktur âyetiyle örtüşmektedir.
(Bakara/256)
[16]Umran degisi, Eylûl 2004 nüshası, s. 29, İstanbul.
[17]Bk. Türkçe
Kur'ân'a dâir bir hâtıra/Yeni Şafak
Gazetesi "İslâm ve Toplum" ilâvesi,
s.15, 5 Şubat 1998, İstanbul.
[18]Bk. Dücâne Cündioğlu, Bir
Siyâsî Proje Olarak Türkçe İbâdet I, s. 99-100, Kitabevi, İstanbul
1999.
[19]Vedat Nedim Tör (1897-1985).
[20]Dücâne Cündioğlu, A.g.e., s.
101.
[21]1944 yılında rahmetli babam bana Kur'ân okumayı öğrenmem için hoca
tuttuğu zaman ihtiyâcımız olan Elifbâ cüzü ile âmme, Tebâreke, Kadsemia ve
Vezzâriyati cüzlerinin te'minini Üsküdar'daki Attâr Dükkânı'nın (Bk. Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı, 4.
baskı, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2003) sâhiblerinden Sâim Hoca'dan ricâ etmişti. Sâim Hoca bunları zorlukla 15
günde te'min etmiş ve tezgâhın arkasında iyice paketlenmiş olarak gizlice
babamın zembiline koymuştu. İlk hatmimi indirmek için bana mahsûs bir Kur'an-ı
Kerîm'in bulunması için ise birkaç ay beklemek zorunda kalmıştık. Sonunda Sâim
Hoca yaprakları kopmuş, tirfillenmiş bir Kur'ân'ı zorlukla bulabilmiş; bunu
gizlice tâmir ettirip cildleterek gene gizlice bana hediye
etmişti.
[22]"Kemalizm Dini" hakkında Bk.
Ahmed Yüksel Özemre, "Umran"
dergisinin Ekim ve Kasım 2000 târihli 74. ve 75. sayılarında, sırasıyla, s.
55-61 ve s. 52-56.